Volume: 2  Issue: 3 - 2015
Hide Abstracts | << Back
1.The Future of Paediatrics in Turkey
Baha Taneli
Pages 114 - 117
Ülkemizde Modern tıp Eğitiminin başladığı 14 Mart 1827 den önce Tıp Medreselerinde yetişmiş olan kadın hastalıları ve doğum ile uğraşanlar, sonra da dahiliye uzmanları çocuk hastalıkları ile ilgilenmişlerdir. Darülfünun döneminde de bu durum devam etmiştir. Ancak 1933 üniversite reformu ile yetişmiş çocuk hekimleri eğitimde görev almıştır. Cumhuriyetten sonra önce 2 yıl, 1947de 3 yıl, 1955te 4 yıl, 2002de 5 yılda yetiştirilen çocuk uzmanlığı 2011de tekrar 4 yıla indirilmiştir. 1973ten itibaren çocuk uzmanlığından sonra yan dal uzmanlık alanları oluşmuştur. 1983 te, 2002de ve 2011de ilave Pediatri uzmanlığı yan dalları tescillenmiştir.
Çağın gerektirdiği standart bilgiyi alan pratisyen hekimler, uzman hekimler, hasta muayene ve tedavisi uygulamasına geçtiklerinden sonra geçen 5-10 yıl içinde yeni gelişen bilgileri takip edemez olunca başarısız olmaya başladılar. Bu yeni gelişen bilgileri edinmek için zaman, maddi ve manevi destek görmeyen hekimler, bunu kendi olanakları ile de yapmayı başaramadılar. Bu yeni çağdaş bilgileri edinmenin zorunlu olduğu kabul edilerek gereken yapılmalıdır.
Tıp Eğitimi öncesi temel eğitimin başarılı öğrenciler için 12 yerine 9 yıla indirilmesi, tıp eğitimi ve uzmanlık eğitimlerinin sürelerinin de 2-3 yıl kısaltılması için gereken şartlar ve uygulanabilirlikleri, tartışılmış, önerilerde bulunulmuştur. Bu kararları verecek olan bugünkü yönetici ve öğretim üyelerine başarı dilekleri belirtilmiş, Pediatrinin öncü olması istenmiştir.
Ülkemizde Modern tıp Eğitiminin başladığı 14 Mart 1827 den önce Tıp Medreselerinde yetişmiş olan kadın hastalıları ve doğum ile uğraşanlar, sonra da dahiliye uzmanları çocuk hastalıkları ile ilgilenmişlerdir. Darülfünun döneminde de bu durum devam etmiştir. Ancak 1933 üniversite reformu ile yetişmiş çocuk hekimleri eğitimde görev almıştır. Cumhuriyetten sonra önce 2 yıl, 1947de 3 yıl, 1955te 4 yıl, 2002de 5 yılda yetiştirilen çocuk uzmanlığı 2011de tekrar 4 yıla indirilmiştir. 1973ten itibaren çocuk uzmanlığından sonra yan dal uzmanlık alanları oluşmuştur. 1983 te, 2002de ve 2011de ilave Pediatri uzmanlığı yan dalları tescillenmiştir.
Çağın gerektirdiği standart bilgiyi alan pratisyen hekimler, uzman hekimler, hasta muayene ve tedavisi uygulamasına geçtiklerinden sonra geçen 5-10 yıl içinde yeni gelişen bilgileri takip edemez olunca başarısız olmaya başladılar. Bu yeni gelişen bilgileri edinmek için zaman, maddi ve manevi destek görmeyen hekimler, bunu kendi olanakları ile de yapmayı başaramadılar. Bu yeni çağdaş bilgileri edinmenin zorunlu olduğu kabul edilerek gereken yapılmalıdır.
Tıp Eğitimi öncesi temel eğitimin başarılı öğrenciler için 12 yerine 9 yıla indirilmesi, tıp eğitimi ve uzmanlık eğitimlerinin sürelerinin de 2-3 yıl kısaltılması için gereken şartlar ve uygulanabilirlikleri, tartışılmış, önerilerde bulunulmuştur. Bu kararları verecek olan bugünkü yönetici ve öğretim üyelerine başarı dilekleri belirtilmiş, Pediatrinin öncü olması istenmiştir.
Abstract

RESEARCH ARTICLE
2.Atopy in children and adolescents with familial Mediterranean fever
Chousein Amet, Nilgün Selçuk Duru, Murat Elevli, Mahmut Civilibal
Pages 118 - 121
AMAÇ: Ailesel Akdeniz ateşli (AAA) hastalarda Th2 hastalıkların bir prototipi olarak atopik hastalık sıklığını araştırmak
YÖNTEMLER: Çalışmaya 49 AAA’li çocuk ve onlar ile ayni yas ve cinsiyette 30 sağlam çocuk alindi. Bütün katılımcılar modifiye edilmiş ISAAC anket formu kullanılarak sorgulandı. Total Immunglobulin (Ig) E düzeyleri ve eozinofil sayıları belirlendi ve deri prik testleri yapıldı.
BULGULAR: Deri prik testinde en az bir alerjene pozitif yanıt hızı AAA’li çocuklarda (%10.2) ve kontrol grubunda (%10.0) istatistiksel olarak anlamlı farklı değildi. Her iki grupta doktor tanılı astım, alerjik rinit ve ekzema sıklığı benzer bulundu. Iki grup arasında alerjik hastalıklar hakkındaki soruların yanıtları, IgE düzey ölçümleri ve eozinofil sayıları farklı bulunmadı.
SONUÇ: Çalışmamızda atopi sıklığı acısından AAA’li çocuklar ve sağlıklı kontroller arasında anlamlı bir farklılık saptanmadı.
OBJECTIVE: To investigate the frequency of atopic disease, a prototype a Th2 diseases, in patients with FMF.
METHODS: This study included 49 children with FMF and 30 age- and gender-matched healthy children. All participants were questioned about allergic diseases using the modified questions from ISAAC Study questionnaire. Total immunoglobulin (Ig) E levels and eosinophil counts were determined, and skin skin-prick test was performed.
RESULTS: In skin-prick test, the rate of positive response to at least one allergen was not significantly different in children with FMF (10.2%) and control group (10.0%). The rate of physician-diagnosed asthma, allergic rhinitis and eczema were similar in both groups. There was no difference the answers about allergic diseases, and the measurements of IgE levels and eosinophil counts between the two groups.
CONCLUSION: We determined that atopy frequencies were similar in children without and with FMF.
Abstract

3.An Analysis of The Agreement Between Child Self Reports and Parental Proxy Reports of The Health Related Quality of Life in 4-7 Years Old Children With Corrosive Esophagus Burn
Gülden Yörükoğlu, Hatice Bal Yılmaz
Pages 122 - 127
AMAÇ: Bu araştırma korozif özefagus yanığı olan 4-7 yaş arası çocukların yaşam kalitesinin değerlendirilmesinde öznel değerlendirme ve ebeveyn değerlendirmesi arasındaki uyumun incelenmesi amacı ile yapılmıştır.
YÖNTEMLER: Tanımlayıcı tipte yapılan bu araştırmanın örneklemini, 4–7 yaş arasında korozif özefagus yanığı olan 100 çocuk ve anneleri oluşturmuştur. Araştırmada veri toplama aracı olarak, “Çocuk Tanıtım Formu”, “Ebeveyn Tanıtım Formu” ve Çocuk ve ebeveynin çocuğun yaşam kalitesini değerlendirmesine yönelik “4-7 yaş Kiddy-KINDL (Children Quality of Life-Qestionnaire)“ çocuk ve ebeveyn formları kullanılmıştır.
BULGULAR: Çocukların değerlendirdiği öznel yaşam kalitesi puan ortalaması ile annelerin değerlendirdiği yaşam kalitesi puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı (Z: 0.131, p: 0.896, p>0.05), iki ölçüm puanları arasında pozitif yönde, güçlü ve istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu belirlenmiştir (r: 0.86, p: 0.000, p< 0.001).
SONUÇ: Klinik olarak korozif özefagus yanığı olan 4-7 yaş arası çocukların sağlıkla ilgili yaşam kalitesinin değerlendirmesinde öznel değerlendirme ve ebeveyn değerlendirmesi arasında uyum saptanmıştır.
OBJECTIVE: This study aims to investigate the agreement between child self reports and parental proxy reports of the health related quality of life of 4-7 years old children with corrosive esophagus burn.
METHODS: The sample of this descriptive study consisted of 100 4-7 years old children with corrosive esophagus burn and their parents. The study data were collected with a Child Information Form, a Parent Information Form, and 4-7 years old Kiddy-KINDL child and parental forms.
RESULTS: It was reported that there was no statistically significant difference between the quality of life scores in child self reports forms and parental proxy reports forms (Z: 0.131, p: 0.896, p>0.05) and there was a strong and statistically significant and meaningful correlation between the mean scores of two groups (r: 0.86, p: 0.000, p< 0.001).
CONCLUSION: The study results suggested an agreement between the child self reports and parental Proxy reports of the health related quality of life of 4-7 years old children with corrosive esophagus burn.
Abstract

4.Evaluation of our transient hypogammaglobunemia of infancy prediagnosis patients
Dilara Fatma Kocacık Uygun, Serkan Filiz, Olcay Yeğin
Pages 128 - 133
GİRİŞ ve AMAÇ: AMAÇ: Süt çocuğunun geçici hipogamaglobulinemisi (SÇGH) diğer hipogamaglobulinemi nedenlerinin dışlanması sonuncunda, normalde 2-6 aylık bebeklerde beklediğimiz fizyolojik hipogammaglobulinemi döneminin uzaması olarak tanımlanmaktadır. SÇGH sıklığı tam olarak bilinmemektedir. Tekrarlayan ve ciddi infeksiyon öyküsü olan olgularda koruyucu (profilaktik) antibiyotik ve intravenöz immunglobulin (IVIG) tedavisi verilebilir ancak tartışmalıdır. Biz bu çalışmamızda SÇGH tanısı alan olgularımızı retrospektif olarak incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: YÖNTEMLER: Çalışmamızda SÇGH tanısı konulan 87 hastanın dosya kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, başvuru şikayeti, başvuru yaşı, klinik özellikleri, aile öyküsü, akrabalık olup olmadığı, laboratuar verileri, tedavi alıp almadıkları, tedavi süreleri ve takipteki bulguları kaydedildi.
BULGULAR: SÇGH olarak takip edilen olguların 52/87 (% 60)’si erkek, 35/87 (% 40)’sı kızdı. Başvuru yaşları median 9.7 (1.3-37.13) ay idi. En sık başvuru şikayeti tekrarlayan alt solunum yolu enfeksiyonu (ASYE) idi. IVIG tedavisi 39/87 (% 45) olguya başlanmış, 48/87 (% 55) olgu tedavisiz izleme alınmıştı. Tedaviye başlama yaşı median 7.4 (2.1-37.13) ay idi. Tedavi süreleri median 5.8±4.7 aydı. Olguların 49/87 (% 56)’sı sağlam çocuk olarak, 8/87 (% 9)’u SÇGH olarak, 3/87 (% 3)’ü disgamaglobulinemi olarak izleme devam edildi. Düzelme yaşı 16.8±10.33 (5.03-59.27) ay saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: SONUÇ: SÇGH’si genellikle 3 yaş öncesi kendiliğinden düzelen bir hastalıktır. Diğer hipogamaglobulinemi nedenlerinin dışlanması için takibi gerekmektedir.
INTRODUCTION: OBJECTIVE: Transient hypogammaglobunemia of infancy (THI) is defined as hypogammaglobunemia due to prolonged delay in immunglobulin production by infants in which other hypogammaglobunemia have been excluded. The true incidence of THI has not been estimated. In patients whom has recurrent severe infections, prophylactic antibiotics and intravenous immunglobulin administration is indicated. The aim of this study we investigated THI cases retrospectively.
METHODS: The aim of this retrospective study was to report our THI patients. The demographic data, clinical manifestations, laboratory analysis and therapies were evaluated.
RESULTS: Eighty-seven patients ( 52 of them were boy and 35 of them girl) were enrolled. The median age of onset of the symptoms was 9.7 (1.3-37.1) month. The main clinical manifestations were recurrent lower respiratory tract infections. IVIG replacement therapy was admininistrated to thirty-nine (45 %) patients where the others require no treatment. The median age of onset of therapy was 7.4 (2.1-37.13) months where the median of treatment duration was 5.8±4.7 months. During the follow-up forty-nine (56 %) of them were recovered, eight (9 %) of them followed as THI and three (3 %) of them as disgammaglobunemia. Most patients recovered by age 2 years.
DISCUSSION AND CONCLUSION: CONCLUSION: THI is a self-limited disorder with recovery by 3 years old of age. Long-term follow up is nesessary to rule out the other hypogammaglobunemia disorders.
Abstract

5.Retrospective evaluation of etiologic factors in childhood urticaria
Hatice Duman, Mehmet Ali Duman, İlteriş Oğuz Topal, Nilgün Selçuk Duru, Emek Kocatürk
Pages 134 - 139
GİRİŞ ve AMAÇ: Ürtiker çocukluk çağında sık görülse de literatürde çocukluk çağı ürtikeri ile ilgili çalışma az sayıdadır. Biz bu çalışmada çocukluk çağı ürtikerinin klinik tip ve özelliklerini ve altta yatabilecek etyolojik nedenleri saptamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Polikliniklerimize başvurup, ürtiker tanısı almış 18 yaş ve altı 125 hastanın poliklinik kartları retrospektif olarak incelendi. Ürtiker etyolojisinde yer alabilecek infeksiyonlar, ilaçlar, otoimmün hastalıklar gibi etyolojik faktörler araştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 125 hastanın 27’si kronik, 98’i akut ürtikerli idi. Kronik ürtikerde hastalık başlangıç yaş ortalaması 10.4±5.4 yıl, akut ürtikerde ise 5.74±4.6 yıl idi ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Akut ürtikerde en sık etyolojik faktör olarak infeksiyonlar (%43.9) saptandı. Akut ürtikerin %51’i (n: 50) idyopatik idi. Kronik ürtikerli olguların 9’unda (%33.3) indüklenebilir ürtiker mevcuttu. Kronik ürtikerde etyolojide ilk sırada infeksiyonlar (%14.8) (n: 4) yer almaktaydı. Kronik sponton ürtikerli olguların %76.2’si idyopatik idi. Kronik ürtikerde dışkıda Helicobacter pylori (HP) antijeni %43.8 (7/16) pozitif saptandı ve tedavi edilen 4/5 olguda remisyon elde edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocuklarda en sık akut ürtiker formu görülmektedir ve etyolojide enfeksiyonlar önemli yer tutmaktadır. Kronik ürtikerde HP enfeksiyonu etyolojide yer alabilen önemli bir enfeksiyöz etkendir.
INTRODUCTION: Urticaria is a common disease in children; however, few literature exist about childhood urticaria. In this study, we aimed to investigate the various forms of urticaria in children along with the clinical features and etiological factors consistent with this condition.
METHODS: We retrospectively analyzed to medical records of 125 children with urticaria, aged ≤18 years, who attended to outpatient clinics. We investigated the etiological factors contributing to urticaria, such as infections, drugs and autoimmune disorders.
RESULTS: Of the 125 patients, 27 had chronic urticaria (CU) and 98 had acute urticaria (AU). The mean age at disease onset was 10.4±5.4 years in CU and 5.74±4.6 years in AU, the difference was statistically significant (p<0.001). Infections were found to be the first cause (%43.9) of AU. Fifty-one percent (n: 50) of AU were found to be idiopathic. Of the CU patients, 9 (%33.3) had inducible urticaria. Infections were found to be the first cause (%14.8) (n: 4) of CU. Seventy-six point two percent of chronic spontaneous urticaria were found to be idiopathic. Helicobacter pylori (HP) antigen pozitivity was found in %43.8 (7/16) of the CU cases. Four to five of children showed remission after HP eradication.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Acute urticaria is the most common form of urticaria seen in childhood and infections appear to the most important causative factor for AU. Helicobacter pylori is an important infectious agent leading to CU.
Abstract

6.The Evaluation of Patients Diagnosed with Monosymptomatic Nocturnal Enuresis
Mehmet Tekin, Velat Çelik, Habip Almış, Çapan Konca, İbrahim Hakan Bucak, Sümeyye Ercan, Mehmet Turğut
Pages 140 - 143
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada monosemptomatik enürezis noktürna (MEN) tanısı alan çocuklarda MEN ile ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi, sosyodemografik özelliklerin ve uygulanan tedavi yöntemlerinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Olguların yaş, cinsiyet, gece yatak ıslatma sıklıkları, gündüz idrar kaçırma öyküsü, kabızlık, kaka kaçırma, idrar yolu enfeksiyonu öyküsü, kardeş sayısı, aile bireylerinde enürezis öyküsü, uyku alışkanlıkları, okul başarı durumu, ailenin gelir düzeyi, ebeveynlerin eğitim düzeyi ve uygulanan tedavi yöntemleri kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 60 hastanın 36’sı (% 60) erkek, 24’ü (% 40) kız idi. Hastaların yaş ortalaması 8,9±2,8 yıl idi. Haftada ortalama yatak ıslatma gün sayısı 4,8±2,5 gün idi. Ortalama kardeş sayısı 4,2±2,4 idi. Otuz dört (% 56,7) hastada derin uyku öyküsü vardı. Ailede enürezis öyküsü % 95 oranında mevcut idi. Hastaların % 81,7’sinin düşük gelir düzeyli aile bireyleri olduğu ve annelerin % 65’inin ilkokul ya da daha az eğitim düzeyine sahip olduğu gözlendi. Tedavi yöntemi olarak hastaların % 11,7’sine desmopressin, % 1,7’sine imipramin ve % 13,3’üne su kısıtlama tedavisi uygulanmıştı. Enürezisin ilerleyen yaşlarla beraber azaldığını düşünen anne sayısı 25 (% 41,7) iken, 11 (% 18,3) anne bu durumun kalıcı olabileceği endişesini taşıyordu. Yirmi dokuz (% 48,3) anne ilaç tedavisinin çocuklarda kısırlık yapıcı etkisi olduğuna inanıyordu. Yalnızca beş (% 8,3) annenin alarm tedavisi hakkında bilgisi vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Monosemptomatik enürezis noktürna çocukluk yaşlarında sık karşılaşılan bir sorun olmasına, okul başarısında azalmaya ve davranış bozukluklarına yol açmasına karşın, çalışmamızda MEN nedeniyle polikliniğe başvuru oranlarının çok düşük düzeyde olduğunu gördük. Bu ailelerin sosyodemografik özelliklerinin göz önüne alınarak, enürezisin tedavi edilmesi gereken bir sorun olduğu ve gelecekte yol açabileceği sorunlar açısından bilinçlendirme konusunda daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate the factors associated with monosymptomatic nocturnal enuresis, as well as the socio-demographic characteristics and treatment modalities of children diagnosed with MNE.
METHODS: Data was recorded on age, gender, frequency of nocturnal bedwetting, diurnal enuresis history, constipation, encopresis, history of urinary tract infection, number of siblings, familial history of enuresis, sleep habits, school performance status, income level of the family, education level of the parents, and treatment methods.
RESULTS: A total of 60 patients participated in the study; 36 (60%) were male and 24 (40%) were female. The mean age of the patients was 8.9 ± 2.8 years. The average number of bedwetting days per week was 4.8 ± 2.5 days. The average number of siblings was 4.2 ± 2.4. Thirty-four (56.7%) patients had a history of deep sleep. In 95% of cases, patients had a family history of enuresis. Of patients in the study, 81.7% were from low-income families and 65% of their mothers were educated to primary school level or less. The treatment modalities applied to these patients were Desmopressin (11.7%), Imipramine (1.7%), and fluid restriction (13.3%). Twenty-five (41.7%) mothers thought that enuresis would decrease with advancing age, whereas 11 (18.3%) mothers worried that this condition may be permanent. Twenty-nine (48.3%) mothers believed that the medications would have an infertility effect on the children. Only five (8.3%) mothers had information about the alarm treatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although monosymptomatic nocturnal enuresis is a common problem in childhood which leads to behavioral problems and decreased school performance, we observed a very low rate of MNE-related applications to the clinics. Considering the socio-demographic characteristics of these families, we believe there should be greater efforts to raise of awareness of enuresis, its potential to lead to future problems and that it is a problem that should be treated.
Abstract

7.Quality of life in childhood epilepsy: the role of education program for disease
Suzan Balkan, Sanem Yılmaz, Burcu Özbaran, Serpil Erermiş, Sarenur Gökben, Hasan Tekgül, Gül Serdaroğlu
Pages 144 - 151
GİRİŞ ve AMAÇ: Epilepsi tanısını son 3 ay içinde alan ve daha önce nörolojik herhangi bir problemi olmayan çocuklara ve ebeveynlerine epilepsi hakkında verilecek standart eğitim ile çocuğun yaşam kalitesindeki olası değişimin saptanması, eğitim verilen grubun eğitim sonrası sonuçlarının, poliklinikte en az 1 yıldır izlenen, ancak standart eğitimi almamış olgularla karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Nöroloji Bilim Dalı polikliniğinde 1 Ocak-31 Aralık 2010 tarihleri arasında izlenen toplam 72 epilepsi tanılı olgu alındı. Hastalar üç gruba ayrıldı. I.Grup, daha önce nörolojik herhangi bir problemi olmayan, okul çağı (6-18 yaş), en az iki afebril nöbeti olan ve antiepileptik tedavi başlanacak hastalardan (çocukluk çağı idiyopatik epilepsileri), II.grup poliklinikte epilepsi tanısı ile izlenen, en az 1 yıldır tedavi gören, 1 veya daha fazla antiepileptik ilaç kullanan, son 3 ayda en az bir nöbet geçiren hastalardan, III.grup ise dirençli epilepsi tanısı ile izlenmekte olan hastalardan oluşmaktaydı. I.grup hastalara standart eğitim öncesi ve bu eğitimden 6 ay sonra epilepsi hakkında genel bilgi anketi, çocuğun kendisi için doldurduğu ‘Yaşam Kalitesi Ölçeği’, son olarak da ebeveynin çocuğun özelliklerini göz önünde bulundurarak doldurduğu ‘Yaşam Kalitesi Ölçeği’ uygulandı. II. ve III.grup hastalara ise tüm bu testler, rutin poliklinik izlemleri esnasında uygulandı.


BULGULAR: Epilepsi hakkında genel bilgi anket puanları karşılaştırıldığında, I.grubun eğitim sonrası değerlerinin eğitim öncesine ve diğer 2 grubun puanlarına göre yüksek olduğu görülmüştür.
Çocuk Yaşam Kalitesi Ölçek puanlarından, I.grup kendi içinde değerlendirildiğinde, ‘Ölçek Toplam Puanları’ (ÖTP) ve ‘Psikososyal Toplam Puanlarının’ (PSTP) eğitim sonrası arttığı görülmüş ve istatistiksel açıdan anlamlı olarak değerlendirilmiştir. 3 grubun skorları birbiri ile karşılaştırıldığında ise, III.grubun ÖTP ve PSTP puanlarının her 2 gruptan belirgin olarak düşük olduğu görülmüştür.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Epilepsi hakkında bilgi vermek, nöbet kontrolü kadar önemlidir. Ailenin hastalık ile ilgili yetersiz bilgilerinden dolayı aşırı korumacı davranışları, yüksek anksiyete düzeyleri ve bunun gibi birçok faktörün, hem çocuğun hem de ebeveynin hayat kalitesini olumsuz olarak etkilediği diğer çalışmalarla gösterilmiştir. Ailelerin bu hastalık konusunda sözel ve görsel yolla bilgilendirilmeleri, zaman içinde yaşam kalitelerinin artmasına katkı sağlayacaktır.

INTRODUCTION: Determining the possible change in anxiety and quality of life of the child and parental anxiety with a standard education program about epilepsy for parents and children who were diagnosed as epilepsy at most 3 months ago. On the other hand, we aimed to determine all these parameters in children and families who did not have the standard education program and who were followed up in outpatient clinic at least for one year.
METHODS: Seventy two epileptic children and their parents who were on follow-up in the Ege University Medical Faculty Pediatric Neurology outpatient clinic between 1 January- 31 December 2010, were included in the study. Patients were divided into three groups. I.group was composed of school age (6-18 years old) patients without any neurologic abnormality (idiopathic childhood epilepsy), who had at least two afebrile seizures and were planned to start antiepileptic drugs. II.group was composed of patients on follow-up in the outpatient clinic, having antiepileptic therapy for at least 1 year, using at least 1 antiepileptic drug, with at least one seizure during the last 3 months period and III.group was composed of patients with intractable epilepsy. Questionnaires were applied to patients and their parents in the I.group before and 6 months after the education. Applied questionnaires and tests were; questionnaire on general knowledge about epilepsy, ‘Quality of Life Scales’ which were applied to parent and the child. All these tests were applied to the II. and III.group patients during their routine outpatient clinic visit.

RESULTS: When ‘questionnaire on general knowledge about epilepsy’ scores were compared, post-education scores of the I.group were higher than the pre-education scores and scores of the other 2 groups. Child Quality of Life Scales for the I.group, ‘Scale Total Scores’ and ‘Psychosocial Health Total Scores’ were significantly higher in the post-education scales when compared for the I.group. When 3 groups were compared, ‘Scale Total Scores’ and ‘Psychosocial Health Total Scores’ of the III.group were significantly lower than the other 2 groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Giving information about epilepsy is as important as seizure control. Besides, it is shown in many studies that over protective behaviors of the family due to lack of enough knowledge about the disease, cause high anxiety levels and this affect the quality of life of the child and the parent in a negative way. Giving information to the families about this disease with oral and visual ways, increase quality of life.
Abstract

8.At a tertiary care hospital awareness of physicians and healthcare providers concerning anaphylaxis and epinephrine auto-injector usage
Serap Özmen, Emel Aykan, Nazlı Cörüt, İlknur Bostancı
Pages 152 - 157
AMAÇ: Anafilaksi tedavisinde adrenalin birinci ilaç olarak uygulanmalı ve taburculuk sırasında adrenalin oto-enjektör hastaya reçete edilmelidir. Bir üçüncü basamak hizmet veren çocuk hastanesinde doktorlar ve yardımcı sağlık personelinin anafilaksi ve adrenalin oto-enjektör kullanımı konusundaki bilgi düzeylerini tespit etmek için bu anket çalışması planlandı.
YÖNTEMLER: Çalışmamıza, 1 Şubat 2014 –15 Mart 2014 tarihleri arasında ……………..’nde görev yapan toplam 166 sağlık çalışanı [uzman doktor, asistan doktor ve yardımcı sağlık personeli (hemşire, sağlık memuru ve acil tıp teknisyeni)] katıldı. Uygulanan standart bir anket ile katılımcıların meslek grupları, demografik özellikleri, anafilaksi tedavisi konusundaki bilgi, eğitim ve deneyimleri araştırıldı. Elde edilen veriler istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Katılımcıların 43’ü (%25,9) uzman doktor, 53’ü (%31,9) asistan doktor, 70’i (%42,2) yardımcı sağlık çalışanından oluşmaktaydı. Katılımcıların 84’ünün (%50,6) anafilaksi konusunda önceden eğitim aldığı tespit edildi. Anafilaksi eğitimi alan sağlık çalışanlarının 62’sinin (%73,8), eğitim almamış olanların ise 32’sinin (%39) anafilaksi sırasında adrenalinin veriliş şekli olarak intramusküler uygulamayı seçtikleri saptandı (p=0,00). Adrenalin oto enjektörü, anafilaksi eğitimi alanların %64,8’i biliyor iken eğitim almayanların %27,8’i biliyordu (p=0,000). Adrenalin oto enjektörü bilenlerin sadece 5’i (%5,3) adrenalin raporu çıkarmıştı. Sağlık çalışanlarının 81’i (%48,8) adrenalin oto-enjektörü hakkında bilgi sahibi olmasına karşın, sadece 2 uzman doktor, 3 asistan doktorun (%3) adrenalin oto-enjektör raporu çıkardığı tespit edildi.
SONUÇ: Anafilaksi tedavisi için mezuniyet sonrası eğitim gereklidir. Adrenalin kullanımı ve oto-enjektör reçetelenmesi konusunda tüm sağlık personeline eğitim verilmelidir.
OBJECTIVE: Only epinephrine should be administered to treat anaphylaxis and patients should be prescribed epinephrine auto-injectors on discharge. This questionnaire study was designed to determine the awareness of physicians and other healthcare providers concerning anaphylaxis and the use of epinephrine auto-injectors at a tertiary child care hospital.
METHODS: The study was carried out between February 1 and March 15, 2014 at ……..hospital, a tertiary care hospital. A total of 166 healthcare providers, including physicians and other staff such as nurses and paramedics, participated in the study. The demographic characteristics, experience of anaphylaxis treatment and epinephrine auto-injector training were obtained using a standardized questionnaire. The obtained data was statistically analyzed.
RESULTS: The participants were composed of specialist doctors (25.9%), pediatric residents (31.9%) and other healthcare staff (42.2%). Eighty-four (50.6%) of the participants were found to have received training about anaphylaxis. Among the trained healthcare providers 62 (73.8%), informed us that epinephrine by intramuscular route was applied during anaphylaxis. On the other hand, only 32 (39%) of untrained healthcare providers had chosen the intramuscular administration of epinephrine (p = 0.00). 27.8% of those not received anaphylaxis training knew it while 64.8% of the healthcare providers who had received anaphylaxis training knew adrenaline autoinjector. Only 5 of those who know the adrenaline auto-injector (5.3%) had prescribed the adrenaline report. While 81 (48.8%) of the participitants had some knowledge about the epinephrine auto-injector, only two specialists and three pediatric residents (3%) were found to prescribe the epinephrine auto-injector.
CONCLUSION: Post-graduate training is required for the treatment of anaphylaxis. All healthcare providers should be trained about the use of epinephrine and prescription epinephrine auto-injector.
Abstract

CASE REPORT
9.A case report: A penile zipper injury in the hypospadias with intact preputium
Sevgi Buyukbese Sarsu, Kamil Sahin
Pages 158 - 160
Penisin fermuar yaralanması genellikle sünnet derisi fermuar dişleri arasında sıkışması sonucu oluşur. On üç yaşındaki sünnetsiz erkek hasta, olayın 6. saatinde penisin dorsal yüzeyi pantolonunun fermuarına sıkışması şikayeti ile kabul edildi. Hasta iç çamaşırı giymeyip, hızlı bir şekilde pantolonunun fermuarını çekmesi ile kaza olmuştu. Muayenede, metal dişleri sünnet derisini yakalayıp, fermuar mekanizması yaklaşık olarak 25 mm kapalı gözlendi. Yağ ile fermuarı açma girişimleri başarısız oldu. Operasyona karar
verildi. Sünnet derisi, fermuar tarafından yakalanan yere kadar açıldı. Hastanın koronal
hypospadiası ve glans kanatlarının açık olduğu belirlendi. Sünnet, bu gözleme dayalı sonlandırıldı. Fermuar, sünnet derisinden çıkarıldı. Hastaya hipospadias onarımı için randevu verildi.
The penile zipper injury usually happens as a result of the entrapment of the prepuce between the teeth of the zipper. A 13-year-old, uncircumcised boy was admitted, with the injury of the dorsal surface of the penis which that caused by the pants of the zipper which that entrapped into for six hours before.
The patient was not wearing any underwear and the accident had happened when he zipped the pants quickly. On the examination, it was observed that the metal teeth had trapped approximately 25 mm of skin by the zipper mechanism, and the attempts to remove the zipper with lubricant was failed, so the operation was decided. The zipper was opened towards the proximity of prepuce as much as possible. It was detected that the patient had a coronal hypospadias and wings of the glans were open. While the patient was under the general anesthesia the zipper was removed with lubricant. Circumcision was terminated, and the patient was given an appointment for repair of the hypospadias.
Abstract

10.Remarkable Imaging Findings of a Migrated Ventriculoperitoneal Shunt: Report of a Case
Petek Bayındır, Edis Çolak, Kadir Koray Bas, Hüdaver Alper
Pages 161 - 163
Ventriküloperitoneal şantlar hidrosefalinin tedavisinde en sık kullanılan yöntemdir. Ventriküloperitoneal şant yerleştirme ile ilişkili ve nadir görülen komplikasiyonlardan biri şant kateterin skrotuma migrasiyonudur. Olgumuz 18 aylık erkek çocukta şant kateterin sağ hemiskrotuma migrasiyonun nedeniyle komünike hidroselin gelişmesi ile ilgili ultrasonografik ve direkt radyografik bulguları sunulmaktadır.
Şant kateterin hidrosel kesesi içinde sarılması ve inguinal kanaldan geçerek karın boşluğuna tekrar girmesini gösteren ender görüntüleme bulguları ilk defa burada gösterilmektedir.
Ventriculoperitoneal shunt placement is a common procedure in managing hydrocephalus. Complications associated with ventriculoperitoneal shunting are numerous with one of rarest being the migration of the catheter to the scrotum. The ultrasonography and plain x-ray findings of an 18 months old boy with the catheter migration to the right hemiscrotum through communicating hydrocele is presented. As far as known, this is a unique case since the imaging findings of a migrated catheter, coiling in the hydrocele sac and repassing through the same inguinal canal to the abdominal cavity are being demonstrated for the first time.
Abstract

11.A case report: An acquired tracheal stenosis
Şule Gökçe, Feyza Koç, Derya Aydın, Sadık Akşit
Pages 164 - 166
Trakeal stenoz, trakeanın herhangi bir nedenle obstrüksiyona uğraması olarak tanımlanmaktadır. Olgular stridor, soluk alıp vermede zorluk gibi yakınmalar ile karşımıza çıkabilmektedir. Trakeal stenozlar edinsel ya da konjenital olabilir. Çocukluk çağında edinsel trakeal stenozlar genellikle entübasyon sonrasında oluşur ve görülme sıklığı % 0.6–21 arasında değişmektedir. Bu yazıda stridor nedeni ile başvuran ve yapılan tetkikler sonrasında edinsel trakeal stenoz tanısı alan bir olgu sunulmuştur.
Tracheal stenosis is defined by an obstruction due to any reason on the trachea. Cases generally present with stridor and difficulty in breathing. Tracheal stenosis may be acquired or congenital. In childhood, tracheal stenosis is usually seen following entubation and incidence of tracheal stenosis is 0.6-21 %. We report a case presented with stridor and was diagnosed with acquired tracheal stenosis.
Abstract

12.A case of gluteal abscess due to Salmonella typhimurium
Yelda Türkmenoğlu, Elif Köşeli, Evrim Özlem Göksoy, Maksat Jorayev, Vefik Arıca
Pages 167 - 169
Non- tifoidal salmonella enfeksiyonlarının normal seyri çoğunlukla kendini sınırlayan gastroenterit şeklindedir, ancak özellikle yenidoğanlar, yaşlılar ve bağışıklık sistemi baskılanmış bireylerde invaziv seyirli olabilmektedirler. Gastroenterit ve bakteriyemi oluşturmalarının yanısıra menenjit, beyin absesi, septik artrit gibi ağır enfeksiyonlara ve yumuşak doku abselerine neden olabilmektedirler. Non- tifoidal salmonella infeksiyonlarına bağlı muskuler abseler nadir olarak erişkinlerde bildirilmiştir. Burada ise 13 aylık bir kız çocuğunda ishal sonrası oluşan ve Salmonella typhimuriumun etken olduğu bir gluteal abse olgusu sunulmuştur.
The non- typhoidal Salmonella infections normally cause self- limiting gastroenteritis; but invasive gastroenteritis may occur, especially in newborns, elderly and immunosuppresive patients. In addition to bacteriemia, it may cause severe infections such as meningitis, brain abscess, septic arthritis and soft tissue abscesses. Muscle abscesses caused by non- typhoid salmonella infections were rarely reported in adults. Here, a 13- month- old girl who developed gluteal abscess due to Salmonella typhimirium, after diarrhea is presented.
Abstract

13.Duodenal ulcus perforation: an unusual cause of acute abdomen in pediatrics
Fatma Sarac, Kamil Sahin, Adem Duru, Ayse Saygılı
Pages 170 - 172
Duodenal ülser perforasyonu çocuklarda az görülen bir durumdur. Bu nedenle akut batının ayırıcı tanıları arasında son sıralardadır. Biz de bu çalışmamızda 16 yaşında, tavuk döner yeme sonrası başlayan karın ağrısı, kusma, ishal nedeniyle ön planda besin intoksikasyonu düşünülen ancak takiplerinde akut batın tablosu gelişmesi üzerine opere edilen ve doudenum perforasyonu saptanan hastamızı sunduk. Hastamıza omental patch ile primer kapama (Graham patch) yöntemi ile başarılı bir şekilde cerrahi müdahale yapılıp, postoperatif sekelsiz olarak hastanemizden taburcu edilmiştir.
Since perforation of duodenal ulcer is a less frequently seen condition in children, it is considered as one of the final possibilities in the list of differential diagnoses of acute abdomen. In our study we presented a 16-year old patient who suffered from abdominal pain, vomiting, and diarrhea after eating Turkish special chicken sliced meat which predominantly suggested food intoxication. However during his follow-up, manifestations of acute abdomen necessitated abdominal exploration which reveal duodenal perforation. We performed successful implantation of omental patch (Graham patch), and simple closure on the patient, and he was discharged from the hospital without any postoperative sequela.
Abstract

14.Radiologic Findings of Multiple Anomaly Goldenhar Syndrome
Edis Çolak, Petek Bayındır, Hüdaver Alper
Pages 173 - 176
Goldenhar sendromu (GS) veya okuloaurikulovertebral spektrum (OAVS) birinci ve ikinci brankial arkın gelişim anomalisi sonucu oluşan hemifasiyel mikrozomi, kulak anomalisi, gözde epibulber dermoid veya lipodermoid ve vertebra anomalileri ile karakterize olup kardiyak, ürogenital, iskelet ve santral sinir sistemi anomalileri de eşlik edebilmektedir. Tanı için kulak anomalileri şarttır. Olguların çoğu sporadik olmakla birlikte otozomal dominant ve resesif kalıtım şekilleri bildirilmektedir. Bu yazıda sağ hemifasiyel mikrosomi, vertebra anomalileri ve her iki serebral hemisferde miyelinizasyon yetersizliği saptanan ve GS tanısı alan bir olgu sunulmuştur.
Goldenhar syndrome (GS) or oculoauriculovertebral spectrum (OAVS) is associated with anomalous development of the first and second branchial arches and is characterized by hemifacial microsomia, ear anomalies, epibulbar dermoids or lipodermoids and vertebral anomalies. Also it can be accompanied by cardiac, urogenital, skeletal and anomalies of the central nervous system. The presence of anomalies of the ear is necessary for diagnosis. The majority of cases are thought to be sporadic with occasional cases suggesting an autosomal-recessive or autosomal-dominant inheritance. A case of GS presented with right hemifacial microsomia, vertebra anomalies and myelination deficiency in both cerebral hemispheres is presented.
Abstract