Cilt: 36  Sayı: 1 - 2020
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Gebelik ve Postpartum Dönemde Pulmoner Emboli İçin Ekstrakorporeal Membran Oksijenasyonu
Extracorporeal Membrane Oxygenation for Pulmonary Embolism During Pregnancy and Postpartum
Sevilay Unver, Asım Kalkan, Ahmet Demirel, Nese Kaya, Ozlem Uzun
Sayfalar 1 - 7
Kardiyak obstrüktif şokun eşlik ettiği pulmoner embolilerde anne ve fetal mortalite oranı yaklaşık % 30'dur. Bu durumda pulmoner emboliye müdahale şarttır. Bu pıhtıyı trombolitik uygulama, perkütan kateter bazlı trombektomi ve doğrudan cerrahi trombektomi dahil olmak üzere pulmoner arterlerden çıkarmanın çeşitli yolları vardır. Bu prosedürlerin hepsinin avantajları ve dezavantajları vardır. Bu riskleri en aza indirmenin bir yolu olarak ekstrakorporeal membran oksijenasyonunun (ECMO) kullanımı artmaktadir. ECMO'yu tromboliz veya cerrahi trombektomi ile birlikte öneren çalışmalar vardır. Bununla birlikte, hangisinin diğerinden daha üstün olduğu belirsizdir. Bu nedenle bu çalışmanın amacı, pulmoner embolisi olan gebe hastalarda ECMO kullanımının yararlarını ve risklerini değerlendirmek, yeni bir algoritma oluşturmaya çalışmaktır.
The maternal and fetal mortality rate in unstable pulmonary embolisms accompanied by cardiac obstructive shock is approximately 30%. Intervention aimed at the pulmonary clot is essential under these conditions. There are various ways of removing this clot from the pulmonary arteries, including thrombolytic administration, percutaneous catheter-based thrombectomy, and direct surgical clot removal. These procedures all have advantages and disadvantages. Increasing use is being made of extracorporeal membrane oxygenation (ECMO) as a means of reducing these risks to a minimum. There are studies recommending ECMO together with thrombolysis or surgical thrombectomy. However, which study is superior to another is unclear. The purpose of the present study was therefore to assess the benefits and risks of ECMO use in pregnant patients with pulmonary embolism and to endeavor to produce a new algorithm.
Makale Özeti

2.
BPH nedeniyle Bipolar TURP ve Monopolar TURP Yapılan Hastaların Karşılaştırılması
Comparison of Bipolar TURP and Monopolar TURP Patients who underwent surgery Due to BPH.
Mustafa Erkoç, Hüseyin Beşiroğlu
Sayfalar 8 - 11
GİRİŞ ve AMAÇ: BPH dünyada en yaygın görülen hastalıklardan biridir.TURP(Transurethral resection of Prostate) BPH cerrahisinde altın standart yöntemdir.TURP yöntemleri bu yüzden önemlidir.Çalışmamızdaki amaç Bipolar TURP ve Monopolar TURP yöntemlerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza BPH nedeniyle TURP yapılan 120 hasta dahil edildi. Hastalar 60 kişilik 2 grup olarak incelendi.Grubun birine Monopolar TURP uygulanırken diğer gruba Bipolar TURP uygulandı. Hastaların IPSS,üroflowmetri, hemoglobin kaybı,postop kateterizasyon süresi, hastane kalış süresi,TUR sendromu ve postop 6. aydaki üretral striktür parametreleri incelenmiştir. İstatiksel analizde ki-kare,Student T test ve Wilcoxon testi uygulandı.
BULGULAR: İki grup ayrı ayrı incelendi ve karşılaştırıldı. IPSS,üroflowmetri,hastanede kalış süresi,hemoglobin kaybı parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır(p>0,05). Postop kateterizasyon süresi ve postop 6. ayda üretral striktür gelişimi istatiksel olarak anlamlı saptanmış; M-TURP grubunda daha çok striktür geliştiği ve kateterizasyon süresinin daha uzun olduğu gözlemlenmiştir(p<0,05). Aynı zamanda M-TURP grubunda 2 hastada TUR sendromu gelişirken B-TURP grubunda TUR sendromu gözlenmemiştir (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bipolar TURP ve Monopolar TURP grubu karşılaştırıldı.Her iki grup sonuçları benzer olarak olarak bulundu.Sadece Bipolar TURP grubunda kateterizasyon süresi,striktür olasılığı ve TUR sendromu gelişimi açısından daha avantajlı bulundu.Sonuç olarak Bipolar TURP Monopolar TURP ye göre daha iyi bir yöntem olsada her iki yöntem de BPH cerrahisinde güvenilir olarak uygulanabilir.
INTRODUCTION: BPH is the one of the most common disease in the world. TURP (Transurethral resection of prostate) is the gold standard procedure in BPH surgery.So TURP methods are important. The aim of our study is to compare Bipolar TURP and Monopolar TURP methods.
METHODS: In our study is included 120 patients who underwent TURP due to BPH. The patients were examined in two groups of 60 people. Monopoly TURP was applied to one group while Bipolar TURP was applied to the other group. Patients IPSS, uroflowmetry, hemoglobin loss, postoperative catheterization time, hospital stay, TUR syndrome and 6th month postoperative urethral stricture parameters were investigated. In the statistical analysis, Chi-Square, Student T test and Wilcoxon test were performed.
RESULTS: Two groups were analyzed separately and compared.In IPSS, uroflowmetry, hospital stay, hemoglobin loss parameters there was no significantly difference between two groups.The duration of postoperative catheterization and development of urethral stricture at postoperative 6th months found statistically significant; In the M-TURP group, more stricture development and longer catheterization time were observed (p <0.05).At the same time TUR syndrome was observed in 2 patients in M-TURP group and TUR syndrome was not observed in B-TURP group (p <0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Bipolar TURP and Monopolar TURP groups were compared.The results of both groups were similar.Only in the Bipolar TURP group, in terms of the probability of stricture and the development of the TUR syndrome was more advantageous than Monopolar TURP. In conclusion, Bipolar TURP is more reliable method than Monopolar TURP and both methods can be reliably applied in BPH surgery.
Makale Özeti

3.
Karbonmonoksit zehirlenmesi ön tanısıyla acil servise başvuran hastaların geliş karboksihemoglobin seviyeleri (COHb), laktat, CKMB, Troponin T ve radyolojik bulgular arasındaki korelasyonun araştırılması
The Correlation of Carbon Monoxide Level, Lactate, Creatine Kinase MB, Troponin T, Magnetic Resonance Imaging and Clinical Results in Acute Carbon Monoxide Poisoning Background:
Namigar Turgut, Barış Ayvacı, Nihan Altıntepe, İbrahim Gün, Mömunat Dadashova, Esra Dağlı, Serap Karacalar, Tarkan Mıngır, Hatice Feyizi, Yaşar İncekaya, Suzan Deniz Önol
Sayfalar 12 - 16
GİRİŞ ve AMAÇ: 2014-2016 yılları arasında karbonmonoksit (CO) zehirlenmesi ön tanısıyla acil servise başvuran hastaların geliş karboksihemoglobin seviyeleri (COHb) ile laktat, kreatinin kinaz (CKMB), Troponin T ve radyolojik bulgular arasındaki korelasyonun araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2016 yılları arasında CO zehirlenmesi ön tanısı ile acil servise başvuran hastalar retrospektif olarak incelendi. Demografik veriler, varış-COHb düzeyleri, laktat, CK-MB, Troponin T ve varsa hastaların BT veya MR görüntüleri, klinik tedavileri ve sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Acil servise başvuran hastaların ilk geliş COHb değerleri% 14.536 ± 13.047 iken taburculuk durumunda % 4.536 ± 3.698 bulundu. Geliş-COHb, laktat, troponin T ve CK-MB arasında istatistiksel olarak bir korelasyon gözlenmedi. 47 hastada (% 36.90) ilk geliş-laktat seviyesi> 2.1 mmol/L'de bulundu. Hiperbarik oksijen tedavisi (HBO) alan dört olguda CO zehirlenmesine işaret eden kranial MR bulguları belirlendi; MRI'da periventriküler alan, bilateral korona radiata ve centrum semiovale düzeyinde beyaz cevherde kronik mikroangiopatik iskemik gliotik odaklarla uyumlu olan milimetrik sinyal gelişmeleri belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: CO zehirlenmesinde hastaların geliş-karboksihemoglobin düzeyleri ile laktat, CK-MB ve Troponin T arasında korelasyon yoktur. Radyolojik değerlendirme ise, tanısal nedenlerden ziyade nörolojik bozukluğun nedenlerini dışlamak için kullanılmalıdır.
INTRODUCTION: In the study, searching of the correlation between arrival-carboxyl hemoglobin levels (COHb), lactate, Creatine Kinase MB (CK-MB), Troponin T and radiological findings of the patients who were admitted to emergency service with a pre-diagnosis of carbon monoxide (CO) poisoning between the years 2014-2016.
METHODS: The patients admitted to emergency service with a pre-diagnosis of CO poisoning between the years 2014-2016 were screened retrospectively. Demographic data, arrival-COHb levels, lactate, CK-MB, Troponin T and if available, BT or MR imaging of the patients, their clinical treatment and results were compared.
RESULTS: While COHb values of the patients at emergency department arrival were 14.536±13.047%, they were found as 4.536±3.698% at discharge from the hospital. A correlation was not observed statistically between arrival-COHb, lactate, troponin T and, CK-MB. Arrival-lactate level was found as >2.1 mmo/L in 47 patients (36.90%). Cranial MR findings that suggest CO poisoning were determined in four cases who underwent HBO treatment; millimetric signal enhancements being concordant with chronic microangiopathic ischemic gliotic foci in white matter were determined in the level of periventricular field, bilateral corona radiata and centrum semiovale in MRI.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is no correlation between arrival-carboxyl hemoglobin levels of the patients and lactate, CK-MB and Troponin T in CO poisoning. Radiological evaluation should be used for excluding the reasons for neurological disorder, not for diagnostic reasons.
Makale Özeti

4.
Karbon monoksit zehirlenmesiyle ilişkili miyokardial ve nörolojik yaralanmalarda ortalama trombosit hacmi
Mean Platelet Volume in Myocardial and Neurological Injury Associated with Carbon Monoxide Poisoning
Ahmet Ali Top, Senol Ardic, Gurkan Altuntas, Ali Aygun, Ozgur Tatli, Aynur Sahin, Suleyman Turedi
Sayfalar 17 - 24
GİRİŞ ve AMAÇ: Karbonmonoksit (CO) zehirlenmesi, dünya çapında ölümcül zehirlenmelerin en sık karşılaşılan nedenlerinden biridir. Ortalama trombosit hacmi (MPV) yüksekliği doku hipoksisi ve inflamasyonu ile ilişkili çeşitli hastalıklarda gösterilmiştir. Bu çalışmada MPV düzeyleri ile CO zehirlenmesi arasındaki ilişkiyi ve MPV ile miyokardiyal ve nörolojik hasar arasındaki ilişkiyi incelemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma tek merkezli, prospektif, kesitsel bir klinik çalışma olarak planlandı. İskemik göğüs ağrısı, iskemik EKG değişikliği veya troponin yüksekliği olan olgular CO zehirlenmesi ile ilişkili miyokardiyal yaralanma olarak sınıflandırıldı. Ciddi nörolojik bulguları olan vakalar CO zehirlenmesi ile ilişkili nörolojik hasar olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: CO zehirlenmesi olan 80 hasta ve 20 sağlıklı gönüllü alındı. CO zehirlenmesi olan hastaların ortalama MPV düzeyleri 9.26 ± 0.99 (fl), miyokardiyal yaralanma olanların 9.19 ± 0.97 (fl) ve nörolojik hasarı olanların 9.11 ± 1.04 (fl) idi. CO zehirlenmesi olan hastaların MPV değerleri, sağlıklı gönüllülerden anlamlı olarak daha yüksekti (p <0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlıklı insanlara göre CO zehirlenmesinde MPV önemli ölçüde artmaktadır. Bununla birlikte, bu durum ortaya çıkabilen klinik bulgularla ilişkili değildir ve potansiyel miyokardiyal veya nörolojik hasarı belirlemede güvenilir bir parametre olarak görünmemektedir.
INTRODUCTION: Carbon monoxide (CO) poisoning is one of the most commonly encountered causes of fatal intoxication worldwide. Mean platelet volume (MPV) elevation have been shown in several diseases associated with tissue hypoxia and inflammation. This study investigated an association between MPV levels and CO poisoning, and examined the relations between MPV and myocardial or neurological injury.
METHODS: The research was planned as a single-center, prospective, cross-sectional clinical study. Cases with ischemic chest pain, ischemic ECG change or troponin elevation were classified as CO poisoning-related myocardial injury. Cases with serious neurological findings were classified as CO poisoning-related neurological injury.
RESULTS: Eighty-nine patients with CO poisoning and 20 healthy volunteers were enrolled. Mean MPV levels at presentation in patients with CO poisoning were 9.26±0.99 (fl), and 9.19±0.97 (fl) in patients with myocardial injury and 9.11±1.04 (fl) in those with neurological injury. MPV values at presentation in patients with CO poisoning were significantly higher than those in the healthy volunteers (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: MPV rises significantly in CO poisoning compared to healthy individuals. However, this is not correlated with the clinical findings that may emerge and does not appear to be a reliable parameter in identifying potential myocardial or neurological injury.
Makale Özeti

5.
Benign Nedenlerle Histerektomi Yapılan Olguların Preoperatif ve Postoperatif Bulgularının Değerlendirilmesi
Evaluation of Preoperative and Postoperative Findings in Hysterectomy Cases for Benign Conditions
hamit caner uzun, veli Mihmanlı, Nur Cetinkaya, YÜCEL KAYA, Murat İbrahim Toplu
Sayfalar 25 - 31
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde benign nedenlerle histerektomi yapılan olguların demografik özellikleri, endikasyonları, ameliyat şekli, patoloji sonuçları ve postoperatif histopatoloji sonuçlarını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya benign nedenlerle histerektomi yapılan 1417 hasta dahil edildi. Hasta dosyaları ve Hastane Bilgi Yönetim Sistemin’den elde edilen kayıtlar incelendi. İstatistiksel analizler için IBM SPSS Statistics 22 programı kullanıldı. ShapiroWilks, OnewayAnova, Tamhane’s, Kruskal Wallis, Mann WhitneyU, Ki Kare ve Fisher’sExact testi ve Continuity (Yates) Düzeltmesi kullanıldı. Anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 50.78±9.24, gravida ve parite ortalaması ise sırasıyla 4.09±2.56, 3.06±1.96 idi. Olguların %26.7’sinde jinekolojik cerrahi, %17.1’inde sezaryen ve %11.2’sinde de non-jinekolojik batın cerrahisi öyküsü vardı. En sık endikasyon %43 ile myoma uteri idi. Hastaların %78.3’üne abdominal, %14.3’üne vajinal, %6.5’ine ise laparoskopik histerektomi yapılmıştı. Olguların %3.2’sinde major, %2.2’sinde ise minör olmak üzere toplam %5.4’inde komplikasyon gelişti. Vajinal histerektomi yapılan olguların yaş, gravida ve pariteleri daha yüksek idi. Subtotal histerektomi yapılan grupta sezaryen öyküsü oranı (%28.9) total histerektomi yapılan grubun sezeryan öyküsü oranından (%16.3) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek idi. Postoperatif histopatoloji sonuçları %53.6 olguda leiomyom, %23.1olguda ise adenomyozis olarak bildirildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Histerektomi en sık yapılan jinekolojik operasyondur. Sıklıkla abdominal, vajinal ya da laparoskopik yöntemle yapılmaktadır. Operasyon endikasyonu sıklıkla myoma uteridir. Tercih edilecek operasyon yöntemi hastanın bulguları göz önüne alınarak verilmelidir. Kontrendikasyon yoksa vajinal histerektomi tercih edilen operasyon şekli olmalıdır.
INTRODUCTION: To evaluate the demographic patient characteristics, indications, operative findings, preoperative and postoperative histopathology reports in hysterectomies for benign conditions in our clinic.
METHODS: 1417 patients who underwent hysterectomy for benign conditions were included in the study. Patient files and records from the Hospital Information Management System were reviewed. IBM SPSS Statistics 22 program was used for statistical analysis. ShapiroWilks, OnewayAnova, Tamhane's, Kruskal Wallis, Mann Whitney U, Chi Square and Fisher'sExact test and Continuity (Yates) Correction were used as statistical tests. Statistical Significance was defined as p <0.05.
RESULTS: Mean age of the patients was 50.78 ± 9.24, mean gravidity and parity were 4.09 ± 2.56 and 3.06 ± 1.96, respectively. History of gynecological surgery, cesarean section and non-gynecological abdominal surgery were %26.7, %17.1, and %11.2, respectively. The most common indication was uterine myoma with %43. %78.3 of the patients had abdominal, %14.3 had vaginal, %6.5 had laparoscopic hysterectomy. Complications occurred in %5.4 of the cases; major in %3.2 and minor in %2.2. Patient age, gravidity and parity in vaginal hysterectomy cases were higher. The rate of cesarean section history (%28.9) in the group with subtotal hysterectomy was significantly higher than the rate of cesarean section history (%16.3) in the group with total hysterectomy. Postoperative histopathology results were reported as leiomyoma in %53.6 and adenomyosis in %23.1.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hysterectomy is the most commonly performed gynecological operation. It may be done abdominally, vaginally or laparoscopically. The most common indication for hysterectomy is symptomatic uterine myomas. The preferred route of operation should be based on the charecteristics and findings of the patient. If there is no contraindication, vaginal hysterectomy should be the preferred operation type.
Makale Özeti

6.
İki Farklı Akomodatif Göz İçi Lensinin Karşılaştırmalı Çalışması: Görsel ve Akomodatif Sonuçlar
A Comparative Study of Two Different Accommodative Intraocular Lenses: The Visual and Accommodative Amplitude Outcomes
Hatice Nur Tarakcioglu, Ulviye Yigit, Ismail Umut Onur, Abdullah Ozkaya
Sayfalar 32 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Tetraflex ve Tek-Clear akomodatif göz içi lenslerinin (AGİL) yerleştirildiği gözlerin uzak ve yakın görme ve akomodatif genlik açısından karşılaştırılması.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Karşılaştırmalı, ileriye dönük, randomize olmayan çalışma. Yirmi altı hastanın 33 gözü çalışmaya alındı. On yedi göze Tetraflex, 21 göze Tek-Clear AGİL takılmıştı. Ameliyat sonrası dönemde düzeltilmemiş uzak görme keskinliği (DUGK), en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK), düzeltilmemiş yakın görme keskinliği (DYGK), uzağa göre düzeltilmiş yakın görme keskinliği (UDYGK), en iyi düzeltilmiş yakın görme keskinliği (EİDYGK) ve refraksiyonun sferik eşdeğeri parametreleri değerlendirildi. Ek olarak ameliyat sonrası 3. ve 6. aylarda sübjektif defokus metodu ile ve objektif olarak da pilokarpin öncesi ve sonrası ön kamara derinliği (ÖKD) Scheimpflug/placido disk topografi cihazı ile akomodatif genlik ölçüldü.
BULGULAR: Ameliyat sonrası 1., 3., ve 6. ayda EİDGK, UDYGK ve EİDYGK açısından iki AGİL türü açısından istatistiksel farklılık yoktu (p>0,05). Ameliyat sonrası 1., 3., ve 6. ayda ortalama DUGK Tetraflex grubunda daha iyiydi (p=0,001, p=0,002, p=0,008), diğer taraftan DYGK ise Tek-Clear grubunda daha iyiydi (p=0,008, p=0,01, p<0,0001). Altıncı ayda hem sübjektif hem de objektif değerlendirme yöntemi ile yapılan değerlendirmede akomodasyon genliği açısından iki grup açısından anlamlı farklılık yoktu (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tetraflex AGİL DUGK açısından Tek-Clear AGİL ise DYGK açısından daha iyi gibi görünmekteydi. Akomodatif genlik açısından ise her iki lenste benzer özellik sergilemekte idi.
INTRODUCTION: To compare distance and near visual acuity along with accommodative amplitude in eyes implanted with the Tetraflex and the Tek-Clear accommodating intraocular lenses (AIOL).
METHODS: Comparative, prospective, non-randomized study. Thirty-eight eyes of 26 patients implanted with the Tetraflex (17 eyes) and Tek-Clear (21 eyes) AIOLs were enrolled. Uncorrected distance visual acuity (UCDVA), best corrected distance visual acuity (BCDVA), uncorrected near visual acuity (UCNVA), distance corrected near visual acuity (DCNVA), best corrected near visual acuity (BCNVA) and spherical equivalent (SE) refraction were the parameters evaluated postoperatively. In addition, accommodative amplitude was assessed with subjective defocus method and objective anterior chamber depth (ACD) measurement before and after topical application of pilocarpine using a Scheimpflug/placido disc topographer at postoperative month 3 and 6.
RESULTS: No statistically significant difference was found between the two AIOL types in regards to BCDVA, DCNVA and BCNVA at month 1, 3, and 6 (p>0.05). The mean UCDVA was significantly better in Tetraflex implanted eyes (p=0.001, p=0.002, p=0.008), whereas the mean UCNVA was significantly better in Tek-Clear implanted eyes (p=0.008, p=0.01, p<0.0001) at postoperative month 1, 3, and 6, respectively. Both subjective and objective accommodative amplitude assessments did not display significant difference between the two groups at month 6 (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The Tetraflex accommodative IOL seemed to be better in UCDVA, whereas Tek-Clear seemed better in UCNVA. Accommodation range of Tetraflex and Tek-Clear lenses was comparable.
Makale Özeti

7.
Çocukluk çağı kanserlerine yatkınlık yapan hastalıklar: Okmeydanı deneyimi
Cancer susceptibility syndromes in childhood cancer: Okmeydani experience
Hilal Susam Şen, Süheyla Ocak
Sayfalar 39 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk çağı kanserleri tüm kanserlerin %2-4'ünü oluşturur ve ancak %5-15'inde tanımlanmış ailesel ve genetik faktörler sorumludur. Yatkınlığa neden olan kalıtsal durumların belirlenmesi kanserin daha erken saptanmasını sağlar.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2015-2017 yılları arasında Okmeydanı eğitim araştırma hastanesi çocuk onkoloji bilim dalında lösemi dışı malignite tanısı almış olgulardan kansere genetik yatkınlığı olanların belirlenmesi, tedavi başarısı ve ilaç yan etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı
BULGULAR: Lösemi dışı malignite tanısı almış 121 olgunun 7'sinde (%5) kansere yatkınlık yapan bir hastalık bulundu. Kansere yatkınlık yapan hastalıklar Ataksi telenjiektazi, Beckwith Wiedemann sendromu, Nörofibromatosis tip 1, Down sendromu, Gardner sendromu ve Rothmund Thomson sendromu idi. Görülen kanserler Non-hodgkin lenfoma, Wilms tümörü, malign glial tümör, malign periferik sinir kılıfı tümörü, testiküler germ hücreli tümör, hepatoblastom ve osteosarkom idi. Kansere yakınlık yapan hastalık nedeniyle düzenli takip edilen 3 olgunun tamamında malignite erken evrede yakalandı. Son kontrolde 5 olgu remisyonda izlendi. İki olguda kemoterapi yan etkisi nedeniyle ilaç doz azaltımı gerekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Serimizde düzenli takip edilen olguların erken evrede yakalanması düzenli takibin önemini göstermektedir. Bu çalışma ile kansere yatkınlık yapan hastalıkların tanınmasının önemini ve düzenli takiplerinin gerektiğini vurgulamak istedik.
INTRODUCTION: Childhood cancers constitute 2-4% of all cancers and familial and genetic factors are responsible only 5-15% of them. Identifying heritable conditions that cause predisposition allows for earlier detection of cancer.
METHODS: The aim of this study was to determine the genetic predisposition to cancers and to evaluate the treatment success and side effects of drugs in cases of non-leukemia malignancy diagnosed in pediatric oncology department in Okmeydanı research and training hospital between 2015-2017.
RESULTS: Of 121 patients with non-leukemia malignancy diagnosed, 7 (5%) had a cancer predisposing disease. Cancer susceptible diseases are Ataxia telangiectasia, Beckwith Wiedemann syndrome, Neurofibromatosis type 1, Down syndrome, Gardner syndrome and Rothmund Thomson syndrome. The cancers were non-hodgkin lymphoma, Wilms' tumor, malign glial tumor, malignant peripheral nerve sheath tumor, testicular germ cell tumor, hepatoblastoma and osteosarcoma. Malignancy was caught early in all three patients who were regularly followed for cancer-related illness. At the last visit, 5 cases were in remission. Drug dose reduction was required in two cases due to side effects of chemotherapy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, the detection of events at an early stage shows the importance of regular follow-up. With this study, we wanted to emphasize the importance of recognizing diseases predisposing to cancers and the necessity of regular follow-ups.
Makale Özeti

8.
Endokrinopatiler karpal tünel sendromunda transvers karpal ligaman kalınlığında ve karpal tünel alanında değişikliğe neden olur mu?
Do endocrinopathies cause changes in transverse carpal ligament thickness and carpal tunnel area in carpal tunnel syndrome?
Numan Karaarslan, Abdullah Talha Şimşek, Kadir Öznam, Ahmet Murat Bülbül
Sayfalar 45 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Karpal tünel sendromu (KTS) el bileği manyetik rezonans görüntüleme (MRG) tetkikinde, transvers karpal ligaman kalınlığı (TKL)’nin ve karpal tünel alan büyüklüğünün, klinik bulgular ve elektrofizyolojik değişikler üzerine etkisinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olarak gerçekleştirilen bu araştırmada, KTS tanısı alan preoperatif olguların (n=40), el bilek MRG sonuçlarında, TKL’ye ait kalınlıklar ve karpal tünel alanı ölçümlendi. TKL kalınlığının ve karpal tünel alanının, diyabetes mellitus (DM) ve hipotirodi gibi endokrinopatiler ile değişim gösterip göstermediği, ayrıca, bu değişkenlerin, klinik bulgular ve elektrofizyolojik değişikler üzerine etkisi literatür eşliğinde değerlendirildi.
BULGULAR: TKL kalınlığının ve karpal tünel alanının, DM, hipotiroidi ve elektrofizyolojik değişikler arasında, istatistiksel olarak anlamlılık ifade etmediği görüldü (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endokrinopati birlikteliği olan ve olmayan KTS tanılı olgularda, karpal tünel alanı ve TKL kalınlığının karşılaştırıldığı kısıtlı araştırmalardan biri olan bu çalışmanın, çok merkezli, farklı ırktan insanları içerecek şekilde, olgu sayısının daha fazla olacağı, dizayna sahip araştırmalara gereksinim bulunmaktadır.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to investigate the effect of transverse carpal ligament (TCL) thickness and the size of carpal tunnel area on clinical findings and electrophysiological changes through the wrist magnetic resonance imaging (MRI).
METHODS: In this prospective study, the thickness of the TCL and the carpal tunnel areas of preoperative cases diagnosed with CTS were measured via wrist MRI results. The effect of TCL thickness and carpal tunnel area on endocrinopathies such as diabetes mellitus (DM) and hypothyroidism and the effect of these variables on clinical findings and electrophysiologic changes were evaluated in the light of the literature.
RESULTS: TCL thickness and carpal tunnel area were not statistically significant among DM, hypothyroidism and electrophysiological changes (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study include one of the limited researches comparing the carpal tunnel area and TKL thickness in cases with and without endocrinopathy CTS. However, there is a need for further researches that have a greater number of cases, including multi-centered, different-winged people.
Makale Özeti

9.
Adrenokortikal Karsinom: Tek Merkez Deneyimi
Adrenocortical Carcinoma: Single Center Experience
Abdullah Sakin, Şaban Seçmeler, Orçun Can, Serdar Arıcı, Çağlayan Geredeli, Nurgul Yaşar, Cumhur demir, Şener Cihan
Sayfalar 52 - 56
GİRİŞ ve AMAÇ: Adrenokortikal karsinomlar (AC tüm kanserler içinde görülme oranı yaklaşık %0.02 olup yıllık insidansı milyonda 1-2’ dir. Yetişkinlerde çocuk yaş grubundaki hastalara göre daha agresiftir ve prognoz daha kötüdür. Bu çalışmada hastanemizde takip ve tedavisi yapılan erişkin ACC hastaların klinikopatolojik özelliklerini ve bunların genel sağkalıma (GSK) etkilerini retrospektif olarak inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2006-2018 yılları arasında onkoloji kliniğinde takip ve tedavisi yapılan hastalar retrospektif olarak alındı. Çalışmaya patolojik olarak Adrenokortikal karsinom tanısı konulan hastalar alındı.
BULGULAR: Çalışmaya kriterlere uyan 5(%50) erkek ve 5 (%50) kadın olmak üzere 10 hasta alındı. Hastaların ortalama yaşı 42,4 (18-67) idi. 6 (%60) hasta evre 3, 4 (%40) evre 4 tü. 8 (%80) hastaya cerrahi uygulanmıştı. 6 (%60) hastada glukokortikoid±androjen salınımı vardı. Takip boyunca 6 (%100) hastada nüks gelişmişti. Takip boyunca 7 (%70) hasta exitus olmuştu. Evre 3’te ortanca sağkalım 13 ay, evre 4’ te 8 aydı. Evreler arasında sağkalım açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (Log rank p=0,177). Eastern Cooperative Oncology Group Performance Status (ECOG PS) ve Cerrahi yapılmış olması istatistiksel olarak GSK’yı etkileyen en anlamlı faktörler olarak saptandı (Log rank p=0,01, Log rank p=0,02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda GSK için istatistiksel olarak en anlamlı faktörler cerrahi yapılması ve ECOG PS olarak saptandı. ECOG PS artması mortalite riskini 4 kat arttırıyordu.
INTRODUCTION: The prevalence of adrenocortical carcinoma(ACC) is approximately 0.02% of all cancers, and the annual incidence is approximately one to two per million population. Adrenocortical carcinoma is more aggressive, and the prognosis of ACC is poorer in adults than pediatric patients. We aimed to investigate the clinicopathologic characteristics and the factors affecting on the overall survival (OS) in patients with ACC who were followed-up, and treated in our hospital in the present study.
METHODS: The patients who were treated and followed-up in the oncology clinic between 2006-2018 were retrospectivelly included in the study. The patients who were diagnosed with adrenocortical carcinoma in pathologic evaluation were included in the study.
RESULTS: A total of 10 patients, 5(50%) men, and 5(50%) women, were included in the study. The mean age was 42.4 (range, 18-67) years. Six (60%) patients were in stage 3, and 4 (40%) patients were in stage 4. Eight (80%)patients underwent surgery. The release of glucocorticoid and/or androgen was detected in 6(60%) patients. Recurrence developed in 6(100%) patients, and 7 (70%) patients died during the follow-up. The median survival was 13 months in patients with stage 3 disease, and the median survival was 8 months in patients with stage 4 disease. There was no statistically significant survival difference between the stages (Log rank p: 0.177). The Eastern Cooperative Oncology Group Performance Status (ECOG PS), and performing of surgery were detected as the most significant factors affecting the overall survival (Log rank p: 0.01, Log rank p: 0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We detected the statistically most significant factors for OS as the surgery and ECOG PS in our study. The increase of ECOG PS increased the mortality risk four folds.
Makale Özeti

10.
Laparoskopik total ekstraperitoneal kasık fıtığı onarımında kronik ağrı ve nüksle ilişkili faktörler
Factors associated with postoperative chronic pain and recurrence after laparoscopic total extraperitoneal inguinal hernia repair
Yasar Ozdenkaya, Naciye Cigdem Arslan, Pelin Basim, OKTAY OLMUSÇELIK
Sayfalar 57 - 62
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik kasık fıtığı onarımı sonrası halen önemli oranlarda kronik ağrı ve nüks görülmektedir. Bu çalışmanın amacı laparoskopik total ekstraperitoneal (TEP) onarımda kronik ağrı ve nüksle ilişkili faktörleri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Laparoskopik TEP yapılan hastaların verileri geriye yönelik incelendi. Öğrenme eğrisi, yama özellikleri (ağırlık, delik genişliği), yama sabitleme kullanımı ve sabitleyici çeşidinin ağrı ve nüks üzerindeki etkileri değerlendirildi. Kendinden yapışkan yamalar dışında tüm hastalarda laparoskopik titanyum ya da emilebilir zımba ile sabitleme yapıldı. Yamalar delik genişliği ve ağırlığına göre sınıflandırıldı. Ameliyat süresi cilt insizyonu ve pansuman arasındaki süre olarak kaydedildi. En kısa takip süresi 24 aydı. Postoperatif kronik ağrı, Vizüel Analog Skoru'nun (VAS) 3 ay ya da daha uzun süre 3'te büyük olması olarak tanımlandı. Ağrı ve nüks 1 ve 6. haftalarda poliklinik muayenesi; 3, 12 ve 24. aylarda telefon sorgusuyla yapıldı. Fizik muayenede ya da ultrasonografide fasial defekt saptanması nüks olarak kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya 382 ameliyat dahil edildi. Kronik ağrı 31 (%8.1) hastada görüldü. Küçük delikli yama (p=0.004), yama sabitlenmesi (p=0.002), titanyum zımba ile sabitleme (p<0.001) ve öğrenme eğrisinin ilk 50 vakasında olmak (p=0.043) ağrı ile ilişkiliydi. Nüks 15 (%3.9) hastada görüldü. İleri yaş (p=0.046),uzun ameliyat süresi (p=0.040),vücut kitle indeksi (VKİ) (p=0.008) ve öğrenme eğrisi (p=0.034) nüksle ilişkiliydi. Çok değişkenli analizde yama delik genişliği (Odd’s oranı [OO]: 2.911, %95 güven aralığı [GA]: 1.153-7.351, p=0.024) ve titanyum zımba ile sabitleme (OO: 8.776, %95 GA: 4.040-14.893, p=0.004) kronik ağrı için; VKİ (OO: 1.307 %95 GA: 1.138-1.501, p<0.001) nüks için bağımsız risk faktörleri olarak bulundu.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik TEP onarımda hastayla ilişkili faktörlerle birlikte cerrahi faktörlerin de sonuçlara etkisi vardır. Titanyum zımbalar ve küçük delikli yamalar ameliyat sonrası kronik ağrıyı artırmaktadır. Yüksek VKİ olan hastalarda nüks riski daha yüksektir.
INTRODUCTION: To assess the risk factors for chronic pain and recurrence after laparoscopic total extraperitoneal (TEP) inguinal hernia repair.

METHODS: Data of the patients who underwent laparoscopic TEP repair were analyzed. Clinical and surgical characteristics including learning curve, mesh weight, pore size of the mesh, use of mesh fixation and fixation methods were assessed. Mesh brands were tiered into groups regarding pore size and weight. Operative time was defined as the duration between skin incision and dressing. Minimum follow-up was 24 months. Postoperative chronic pain was defined as moderate to severe groin pain which was accepted as a Visual Analog Score ≥3 longer than 3 months. Recurrence was evaluated by physical examination and ultrasound.

RESULTS: Three-hundred and eighty-two procedures were included. Postoperative chronic pain was seen in 31 (8.1%) patients and was higher with micropore mesh (p=0.004), mesh fixation (p=0.002), fixation with titanium tacks (p<0.001) and at first 50 cases (p=0.043). Fifteen (3.9%) patients had recurrence. Older age (p=0.046), prolonged operative time (p=0.040), BMI (p=0.008) and learning curve (p=0.034) were significantly associated with higher recurrence rate. In multivariate analysis pore size (Odd’s ratio [OR]: 2.911, 95% confidence interval [CI]: 1.153-7.351, p=0.024) and fixation with titanium tacks (OR: 8.776, 95% CI: 4.040-14.893, p=0.004) were independent risk factors for chronic pain; BMI (OR: 1.307 95% CI: 1.138-1.501, p<0.001) was the only independent risk factor for recurrence.


DISCUSSION AND CONCLUSION: Outcome of laparoscopic TEP repair is related with the technic as well as patient-based factors. Titanium tacks and micropore meshes increase postoperative pain risk without any benefit on recurrence. Patients with higher BMI have an increased recurrence risk.
Makale Özeti

11.
Doğumun 2. Evresinde Sezaryen ile Doğum ile Vakum Yardımlı Vajinal Doğumun Karşılaştırılması
Comparison of Cesarean Sections Performed in the Second Stage of Labor and Vacuum Assisted Vaginal Delivery
Ilkbal Temel Yuksel, Berna Aslan Çetin, Gökalp Şenol, Aysu Akça, Alev aydın
Sayfalar 63 - 66
GİRİŞ ve AMAÇ: Doğumun ikinci evresinde sezaryen ile doğum veya operatif vajinal doğum gerçekleştirilebilir. Çalışmamızın amacı doğumun ikinci evresinde gerçekleştirilen sezaryen doğumlarla vakum yardımlı vajinal doğumları maternal ve neonatal sonuçlar yönünden karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017-Ocak 2018 tarihleri arasında hastanemizde ikinci evrede sezaryen ile doğum yapan ve vakum yardımlı doğum yapan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. İki grup arasında yenidoğan ve maternal sonuç parametreleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Vakumla doğum grubunda 53 hasta ve sezaryen grubunda 60 hasta olmak üzere toplam 113 hasta çalışmaya dahil edildi. Maternal olumsuz sonuçlar açısından da iki grup arasında fark saptanmadı. Neonatal sonuçlar açısından umblikal kord pH vakum yardımlı doğum grubunda daha düşük saptandı (p=0.026).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Maternal ve neonatal komplikasyonların benzer olması nedeniyle uygun hasta grubunda, operatif vajinal doğum doğumun ikinci evresinde sezaryene alternatif bir doğum şekli olarak düşünülebilir.
INTRODUCTION: Cesarean section or operative vaginal delivery can be performed in the second stage of labor. The aim of our study was to compare cesarean deliveries performed in the second stage of labor and vacuum assisted vaginal deliveries in terms of maternal and neonatal outcomes.
METHODS: Between January 2017 and January 2018, the patients who delivered by cesarean section in the second stage of labor and vacuum assisted vaginal deliveries were retrospectively evaluated. Neonatal and maternal outcome parameters were compared between the two groups.
RESULTS: A total of 113 patients, 53 patients in the vacuum delivery group and 60 patients in the cesarean section group, were included in the study. There was no difference between the groups in terms of maternal adverse outcomes. In terms of neonatal outcomes, umbilical cord pH was lower in the vacuum assisted delivery group (p = 0.026).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Since maternal and neonatal complications are similar, operative vaginal delivery may be considered as an alternative mode of delivery in the second stage of delivery in the appropriate patient group.
Makale Özeti

12.
Tedavi naif psödofakik diyabetik makular ödem hastalarında deksametazon implant ile ranibizumabın kısa dönem etkinliğinin karşılaştırılması; gerçek yaşam çalışması
Comparison of Short-term Efficacy of Ranibizumab to Dexamethasone in the Treatment Naive Pseudophakic Diabetic Macular Edema: a Real-Life Study
Burak Erden, Selim Bölükbaşı, Serkan Erdenöz, Akin Cakir, Gamze Maden, Mustafa Nuri Elçioğlu
Sayfalar 67 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı tedavi naif diyabetik makular ödem hastalarında deksametazon implant (DI) ile üç ardışık ranibizumab enjeksiyonlarının kısa dönem etkinliğinin karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada, 30 diyabetik makular ödem (DMÖ) hastasının 30 gözü intravitreal ranibizumab (IVR) grubuna; 29 hastanın 29 gözü DI grubuna dahil edilmiştir. IVR grubu üç ardışık aylık ranibizumab enjeksiyonu ile tedavi edilirken; DI grubuna bir doz deksametazon implant enjekte edilmiştir. Her iki grup başlangıç, 1.ay, 2.ay ve 3.ayda oftalmolojik muayeneden ve optik koherens tomografi (OKT) incelemelerinden geçmiştir. Veriler istatistiksel olarak SPSS 22.0 ile analiz edilmiştir.

BULGULAR: Her iki çalışma kolu ortalama yaş, diyabetin süresi, en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EDGK) ve merkezi makular kalınlık (MMK) açısından benzerdi. Gruplar arası ve grup içi göz içi basıncı (GIB) değişimleri istatistiksel olarak benzerdi. Son muayenedeki görme kazanımları karşılaştırıldığında fark bulunamadı (p>0,05). Son muayenede her iki gruptaki MMK azalması benzer bulundu (145µm vs 110.5µm p>0,05). Takiplerde DI grubundaki iki gözde (%7) topikal antiglokomatöz ajan tedavisi gerekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DMÖ'in başlangıç tedavisinde aylık IVR enjeksiyonları ve DI benzer etkinliğe sahiptir. DI tedavi edici etkisi daha erken ortaya çıkmaktadır ancak GIB yükselmesi bazı olgularda dikkat edilmesi gereken bir durumdur.
INTRODUCTION: Purpose: The aim of this study is to compare the short-term efficacy of dexamethasone (Dex) implant with those of three consecutive ranibizumab (Rzb) injections in treatment-naive diabetic macular edema patients
METHODS: Methods: In this retrospective study, 30 eyes of 30 diabetic macular edema (DME) patients were enrolled into the ranibizumab (IVR) group; 29 eyes of 29 patients were enrolled into the Dex (DI) group. The R group was treated with 3 consecutive monthly ranibizumab injections; the DI group was injected one single Dex implant. Both groups underwent ophthalmological examinations and optical coherence tomography (OCT) exams at baseline and 1st, 2nd and 3rd month visits. Data were analyzed with SPSS 22.0 statistically.
RESULTS: Results: Mean age, duration of diabetes, baseline best-corrected visual acuity (BCVA) and central macular thickness (CMT) of both arms were statistically indifferent. The intraocular pressure (IOP) changes were within and between groups insignificant. The comparison of visual gain at final visit showed no difference (p>0,05). The final CMT reduction in both groups was statistically insignificant (145µm vs 110.5µm p>0,05). In DI group; 2 eyes (7%) had to be treated with topical anti-glaucomatous agents in the follow-up.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: Both monthly ranibizumab injections and dexamethasone implant are equally effective in the initial treatment of diabetic macular edema. Although the treatment effect of Dex implant was seen earlier in the follow-up, the IOP elevations may be a clinical concern in some cases.
Makale Özeti

13.
Sepsise bağlı ensefalopati gelişen hastalarda klinik ve elektroensefalografik bulgular ve sağ kalım üzerine olan etkilerinin değerlendirilmesi
Clinical and electroencephalographic findings in patients with sepsis-associated encephalopathy and the evaluation of their effects on survival
Günseli Orhun, Nerses Bebek, Perihan Ergin Ozcan, Achmet Ali, Figen Esen
Sayfalar 73 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut beyin disfonkiyonu sepsis hastalarında sıklıkla görülür ve mortalite artışı ile ilişkilidir. Bu çalışmadaki amacımız, sepsise bağlı akut nörolojik bozulma olan hastaların klinik ve elektroensefalografi (EEG) bulgularını araştırmak ve bu bulguların prognoz ile ilişkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif gözlem çalışmasına 61 sepsis hastası dâhil edildi. Tüm hastalara günlük nörolojik muayene yapıldı. Deliryum, koma, klinik nöbet ve fokal nörolojik bulgu saptanan hastalara EEG monitorizasyonu yapıldı. Hastalar sağ kalan ve ölen hastalar olarak iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dâhil olan 61 hastanın medyan yaşı 60 (21-87), Apache-II skoru 24 (14-39) ve SOFA skoru 10 (3-24) bulundu. EEG incelemesi sırasında hastaların %38’inde (n=23) koma, %33’ünde (n=20) deliryum/konfüzyon, %26’sında (n=16) klinik nöbet ve %3’ünde (n=2) fokal nörolojik bulgu vardı. Ölüm oranı %42 (n=26) olarak bulundu. EEG incelemesinde tüm hastalarda zemin aktivitesinde yavaşlama saptandı. Ek olarak 3 hastanın ikisinde elektrofizyolojik olmak üzere nöbet kaydı yapıldı. EEG’de düşük amplitüdlü non-reaktif temel aktivitenin varlığı ile mortalite arasında ilişki bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: EEG monitorizasyonunun, sepsiste gelişen ensefalopatinin takibi, ağırlığının belirlenmesi, nöbet veya statusun eşlik edip etmediği ve prognoz açısından belirleyici olabileceği dikkati çekmektedir.
INTRODUCTION: Acute brain dysfunction is common in sepsis patients and is associated with increased mortality. The aim of this study was to investigate the clinical and electroencephalographic (EEG) findings of patients with acute neurological dysfunction due to sepsis and to evaluate their relationship with prognosis.
METHODS: Sixty-one patients with sepsis were included in this prospective observational study. All patients underwent daily neurological examination. EEG monitoring was performed in patients with delirium, coma, clinical seizures and focal neurological findings. The patients were divided into two groups as survivors and non-survivors.
RESULTS: The 61 patients included in the study had a median age of 60 years (21 to 81), Apache-II score of 24 (14 to 39) and SOFA score of 10 (3 to 24). During the EEG examination, coma was present in 23 (38%) cases, delirium/confusion in 20 (33%), and clinical seizures in 16 (26%) and focal neurological findings in 2 (3%). The overall mortality rate was 42% (n=26). The EEG examination showed slowing of background activity in all patients. In addition, among who had seizure activity, two showed findings of an electrophysiological seizure. The EEG examination revealed a relationship between low-amplitude non-reactive background activity and mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: EEG monitoring may be indicative in the follow-up of encephalopathy in sepsis, the determination of the severity of the disease, the presence of an accompanying seizure or status, and for prognosis.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
14.
Ateşli Silah Yaralanmasına Bağlı Kollum Femoris Kırığı: Yaralanma Bölgesine Göre Ek Yaralanması Olmayan Şanslı Olgu
Fracture of Collum Femoris Secondary to Gunshot Wound: A Lucky Patient Who Didn’t Have Any Additional Injury
Ersin Taşatan, Bülent Karslıoğlu, Ali Çağrı Tekin, Hakan Gürbüz
doi: 10.5152/eamr.2018.87094  Sayfalar 83 - 85
Ateşli silah yaralanmaları tüm dünyada artış göstermektedir. Ekstremitelere yönelik ateşli silah yaralanmalarında komplike kırıklar ve beraberinde enfeksiyon, yanlış kaynama ve kaynamama gibi komplikasyonlar ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda damar ve sinir yaralanmaları da görülebilmektedir.
Yazımızda 32 yaşında proksimal femura yönelik ateşli silah yaralanması geçiren bir vakayı sunmayı amaçladık. Bu hastamızda sadece ayrılmamış kollum femoris kırığı mevcuttu ve cerrahisi sonrası herhangi bir komplikasyon olmadan tamamen iyileşti.
Bu tarz bir ciddi travma sonrası hastanın başka bir yaralanma olmadan komplikasyonsuz şekilde tedavi edilmiş olmasının büyük bir şans olduğunu düşünmekteyiz.
Gunshot injuries are rising in most countries in the last decades. Gun shot wounds in extremities result complicated bone fractures and related complications like infection, nonunion, malunion. Also, vascular and nerve injuries result from gunshot wounds.
We report the case report of a 32-years male who underwent gunshot to the proximal femur. He had only nondeplase collum femoris fracture which was treated succesfully without any complication.
We think that it is a big chance for patient having this progress in this severe trauma.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

15.
Bukkal Mukoza Tükrük Bezi Kökenli İntraduktal Papillom
Intraductal Papilloma of Buccal Mucosa Minor Salivary Gland Origin
Özben Yalçın, Yalçın Polat, Gözde Arslan, Çetin Vural, Gamze Kulduk, Duygu Düşmez Apa
Sayfalar 86 - 89
Genellikle intraduktal papillom, sialadenoma papilliferum ve inverted duktal papillom olarak kategorize edilen duktal papillomlar, tükrük bezi lokalizasyonunda nadir görülürler. İntraduktal papillom, laktiferöz duktustan köken alan nadir görülen, minör tükrük bezi yerleşimli bir lezyondur. Biz de nadir bir lokalizasyon olan bukkal mukoza kökenli intraduktal papillom vakası sunuyoruz.
Salivary glands are infrequent sites of ductal papillomas. They are largely classified under the term ‘‘ductal papillomas’’ and generally further categorized as: intraductal papilloma, sialadenoma papilliferum, and inverted ductal papilloma. Intraductal papilloma is an unusual lesion and most commonly arises from the major lactiferous duct and localized in minor salivary glands. We report a case of intraductal papilloma of buccal mucosa.
Makale Özeti

16.
Bitkisel zehirlenmelerde akıllı telefon uygulamalarının kullanımı
Use of smart phone applications in herbal poisoning
Mehmet Esat Ferhatlar, Vahide Aslankoç, Nese Kaya
Sayfalar 90 - 91
Makale Özeti