Volume: 4  Issue: 3 - 2007
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH
1.The effect of fetal distress on cortisol and prolactin levels of cord blood
İbahim Polat, Kemal Güngördük, Zehra Aydın Yılmaz, Hamit Zafer Güven, Hasan Cemal Ark
Pages 163 - 167
AMAÇ: Fetal distresin varlığı ve doğum şekline göre; yenidoğan kordon kanında kortizol ve prolaktin düzeylerinin karşılaştırılması. Materyal METOD: Çalışmaya, 33-42. gebelik haftaları arasında olan, doğum eylemi başlayan ve doğum yaptırılan 200 olgu alındı. Doğum eylemi başlamamış, uterin skarı olan, ultrasonografi bulgularına göre doğum ağırlığı 4000 gr’ın üzerinde veya makat geliş olan primipar hastalara doğum eylemi başlamadan gebeliklerinin 39’uncu haftasında sezaryen ile doğum yaptırıldı ve elektif sezaryen grubunda değerlendirildi. Bu durumda olup doğum eylemi başladıktan sonra sezaryen uygulanan gebeler ise çalışma dışı bırakıldı. Belirtilen şartları taşımayan tüm olgular normal vajinal doğum için takibe alındı. Eylem sırasında fetal monitörizasyonda fetal distres belirtileri olan gebeler sezaryen ile doğurtuldu ve acil sezaryen grubunda değerlendirildi. Uzamış ikinci evre ve çıkımda bradikardi gelişen gebelere vakum ekstraksiyonu uygulandı ve yardımla doğum grubuna alındı. BULGULAR: Çalışmaya alınan, 122 (%61) olgu normal vajinal doğum ile, 48 (%24) olgu elektif sezaryen ile, 20(%10) olgu acil sezaryen ile ve 10 olgu vakum ekstraksiyonu (%5) ile doğum yaptı. Ortalama kortizol seviyeleri; elektif sezaryen grubunda 101.61 μcg/dl, normal spontan doğumda 264.22 μcg/dl, acil sezaryen grubunda 321.86 μcg/dl, vakum ekstraksiyonu grubunda ise 488 μcg/dl olarak bulundu. (p= 0.0001). Fetal distres paterni olan grupta ortalama kortizol ve prolaktin seviyeleri sırası ile 436.71 ±348.02 μcg/dl ve 438.729 ±169.782 ng/ml olarak, fetal distres paterni olmayan grupta ise 234.83 ±181.2 μcg/dl ve 486.410 ±209.016 ng/ml olarak bulundu (p= 0.208 ). SONUÇ: Fetal kortizol sekresyonu fetal distres ile artmakta iken fetal prolaktin seviyelerinde değişiklik olmamaktadır.
OBJECTIVE: To compare the fetal cord blood cortisol and prolactin levels of the newborns with respect to their route of delivery and presence of fetal distress patterns.
MATERIAL-METHOD: 200 cases with 33-42. weeks gestation were grouped into four as elective cesarian, emergent cesarean, normal vaginal delivery, and assisted delivery. Primiparas with the expected fetal weight more than 4000 gr., primiparas with breech presentation, and patients with uterine scars were evaluated in the elective cesarian group. Pregnancies described above and delivered by cesarian section after labor has started were not included. The rest of the cases who did not fit into these properties were followed to deliver vaginally. The cases that showed fetal distress on electronic monitoring along labor underwent cesarian and were included in emergent cesarian group. Prolonged second stage and bradycardia during second stage cases were applied vacuum extraction and were included in the group assisted deliveries. RESULTS: 122 of the cases (61%) delivered vaginally, 48 (24%) with elective cesarian, 20 (10%) with emergent cesarian, 10 (5%) with vacuum extraction. Mean cortisol levels were 101,61 mcg/dl in elective cesarian group, 264,22 mcg/dl in normal spontaneous deliveries, 321,86 mcg/dl in emergent cesarian, and 488 mcg/dl in vacuum extraction(p=0,0001). The mean cortisole and prolactin levels were 436,71+/-348,02 mcg/dl and 438,729+/-169,787ng/ml in the fetal distress group, and 284,83+/-181,2 mcg/dl and 486,410+/-219,016 ng/ml in the normal group respectively (p= 0.208). CONCLUSION: Fetal cortisol secretion increases with fetal distress while fetal prolactin levels remain unchanged.
Abstract | Full Text PDF

2.The comparison of deliveries in the center of Kahramanmaraş in 2004 and 2006
Ayhan Coskun, Bülent Köstü, Önder Ercan, Hakan Kıran, Melih Atahan Güven, Gürkan Kıran
Pages 168 - 172
Objektif: Kahramanmaraş il merkezinde 2004 ve 2006 yıllarındaki toplam doğum sayılarını ve sezaryen hızlarını araştırmak. Planlama: Doğum kayıtları retrospektif olarak gözden geçirildi. Ortam: Kahramanmaraş il merkezindeki tüm hastaneler.
Hastalar: Doğum yapan gebeler. Girişim: Yok. Değerlendirme Parametreleri: Gebelerin demografik özellikleri, doğum şekilleri ve bebek doğum ağırlıkları. SONUÇ: Sezaryen 2004 yılında 11611 doğumun 3994 (% 34.4)’ ünde ve 2006 yılında 13684 doğumun 5573 (% 40.2)’ ünde uygulandı. Hem doğum sayılarında hem de sezaryen hızlarında 2006 yılında 2004 yılına göre artış mevcuttu. Riskli gebelik sayılan < 20 yaş ve > 35 yaş anne doğum oranları 2004 yılında sırasıyla % 10.3 ve % 8.8 iken, 2006 yılında % 17.7 ve % 12.9’ a yükselmiştir. Yine prematüritenin göstergesi olan < 2500 g ve makrozomi bulgusu olan > 4000 g bebek doğum sayıları 2006 yılında 2004 yılına göre artmıştır. Yıllar içinde doğum sayılarında, riskli gebelik sayılarında ve sezaryen hızlarındaki bu artışların doğum komplikasyonlarını da arttıracağı düşünülebilir. YORUM: Geçirilmiş sezaryen operasyonu sezaryenin en sık endikasyonu olduğundan, bir gebeye ilk kez sezaryen endikasyonu koyarken daha titiz davranılmalıdır.
OBJECTIVE: To compare total delivery numbers and cesarean rates in Kahramanmaraş city center during 2004 and 2006. Design: Delivery records have been reviewed retrospectively. Setting: All hospitals in Kahramanmaraş city center. Patients: Delivered pregnants. Interventions: None. Main Outcome Measures: Demographic characteritics, delivery routes of the pregnants and newborn birthweights. RESULTS: Cesarean section was performed in 3994 out of the 11611 deliveries (34.4 %) in 2004 and 5573 out of the 13684 deliveries (40.2 %) in 2006. There was an increase in both delivery number and cesarean rates in 2006 when compared with 2004. Delivery rates were increased from 10.3 % and 8.8 % in 2004 to 17.7 % and 12.9 % in 2006 for high risk groups like under 20 and above 35 year-old pregnants, respectively. Also, premature neonates below 2500 and macrosomic babies above 4000 g were increased in 2006 when compared with 2004. It may be thought that, an increase in delivery numbers, high risk pregnancies and cesarean rates could be inevitably cause a higher delivery complication ratios as years run. CONCLUSIONS: Obstetrician should be careful before a cesarean decision because previous cesarean is leading cesarean indication.
Abstract | Full Text PDF

3.The effects of epidural analgesia: maternal and fetal outcomes
Gülengül Köken, Figen Kır Şahin, Hüseyin Fidan, Reşit Köken, Emine Coşar, Mesut Köse, Mehmet Yılmazer
Pages 173 - 177
AMAÇ: Epidural analjezinin doğum süresi, maternal ve fetal sonuçlar üzerine etkisini araştırmak. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya prospektif olarak Afyon Kocatepe Üniversitesi Kadın Hastalıları ve Doğum bölümünde izlenen 30 epidural 44 kontol grubu olmak üzere spontan eylemde olan 74 hasta dahil edildi. Epidural analjezi servikal açıklık 4cm olup doğumun aktif fazına geçildiğinde uygulandı. Her iki grupta eylem ve doğum özellikleri, neonatal sonuçlar ve epidural analjeziden memnuniyet durumu kaydedildi. İstatistiksel analiz student t ve Mann-Whitney U testleriyle yapıldı. P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya katılan hastaların ortalama yaş, gravida, parite ve gebelik haftaları karşılaştırıldığında anlamlı fark bulunmadı. Epidural analjezi uygulanan ve uygulanmayan hastalar arasında eylem süresi, doğum şekli, doğum komlikasyonları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Her iki grupta neonatal sonuçlar değerlendirildiğinde yenidoğan ağırlığı, apgar skorları, kordon kanı pH değerleri açısından fark saptanmadı. Epidural analjezi gurubunda hastaların %80’inin epidural analjeziden çok memnun olduğu, kontrol gurubundaki hastaların ise %26.7’sinin doğum analjezisinden çok memnun olduğu saptandı. SONUÇ: Obstetride doğum ağrılarının kontrolünde en çok kullanılan yöntemlerden biri olan epidural analjezi intrapartum doğum komlikasyonlarında artışa sebep olmadan hastaya konforlu bir doğum eylemi sağlar.
OBJECTIVE: To evaluate the effect of epidural block on the duration of labor and maternal and fetal outcome in patients with labor. Material-METHODS: Seventy-four patients with uncomplicated pregnancies who presented in spontaneous labor to Afyon Kocatepe University Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department were enrolled in to this prospective study and divided into two groups, given epidural analgesia and control group. In this study, 30 pregnant women who attempted with ≥4cm cervical dilatation and active labour phase were applied epidural analgesia. Clinical characteristics recorded included labor and delivery characteristics, neonatal outcome and pleasent from epidural block. Statistical analyses were done by student’s t and Mann-Whitney U tests. P<0.05 was accepted as significant. RESULTS: No significant differences were noted in age, gravidity, parity and gestational age between the two groups. There were no significant differences between the two groups in servical dilatation, labor duration, mode of delivery and intrapartum complication rate. Epidural analgesia revealed no detrimental effects on neonatal apgar scores, cord pH and birth weight. In the group of epidural analgesia 80% of the patients were very pleasent from labor analgesia, 26.7% of control group were very pleasent from epidural analgesia. CONCLUSION: Epidural analgesia has no detrimental effects on progress and outcome of labor, neonatal outcomes, and it gives a comfortable delivery experience to the patient.
Abstract | Full Text PDF

4.The effect of the chorionicity on the neonatal and maternal outcomes in twin pregnancies
Gökhan Yıldırım, Ahmet Gül, Halil Aslan, Onur Erol, Kemal Güngördük, Yavuz Ceylan
Pages 178 - 183
AMAÇ: İkiz gebeliklerde koryonisitenin maternal ve neonatal sonuçlara etkisini değerlendirmek. YÖNTEM: Kliniğimizde Ocak 2002 - Aralık 2006 tarihleri arasında doğumu gerçekleşen ikiz gebelik olguları koryonisitelerine göre retrospektif olarak incelendi. Koryonisite, ilk trimester ultrasonografide amniyon ve koryon, ikince ve üçüncü trimesterde ultrasonografide fetal cinsiyet, ayrı plasentaların görülmesi veya doğumdan sonra plasentanın incelenmesi sonucunda belirlendi. Koryonisitenin, neonatal ve maternal sonuçlara etkisi değerlendirildi. BULGULAR: Kliniğimizde toplam 90702 doğum gerçekleşti. Tüm doğumlar içerisinde 893 ikiz gebelik olgusu bulundu. İkiz gebelik olgularının 678’i çalışmaya alındı ve olguların 577’si (%85.1) dikoryonik, 101’i (%14.9) monokoryonik ikiz gebelikti. Maternal yaş, dikoryonik ikiz gebeliklerde anlamlı olarak yüksekti(p=0.008). Neonatal morbidite, monokoryonik ikiz gebeliklerde daha sıktı(p= 0.002). Perinatal mortalite, monokoryonik olgularda anlamlı olarak yüksekti(p=0.001). Maternal morbiditede açısından olgu grupları arasında anlamlı fark bulunmadı(p=0.45). En sık maternal morbidite nedeni preeklampsiydi ve monokoryonik olgularda anlamlı olarak daha yüksekti(p<0.0001). SONUÇ: Koryonisite, ikiz gebeliklerde neonatal ve maternal morbiditeyi etkilemektedir. Bu nedenle ikiz gebeliklerde özellikle ilk trimesterde koryonisite tayini yapılmalıdır.
OBJECTIVE: To evaluate the the effect of chorionicity on maternal and neonatal results.
METHODS: We examined the twin pregnancy cases who gave birth in our clinic between January 2002 and December 2006 retrospectively according to their chorionicities. Chorionicity was determined according to the ultrasonographic examination of the amnion and chorion in the first trimester, by the examination of the fetal gender or the observation of separate placental masses in the second and third trimesters, and via examination of the placenta after birth. The effect of chorionicity on neonatal and maternal results have been investigated. RESULTS: 90702 live births were documented in our clinic. 893 twin pregnancies have been observed among total cases. 678 of the twin pregnancies were incorparated into the study and 577 (%85.1) were dichorionic, 101 cases (%14.9) were monochorionic. Maternal age was significantly more higher in dichorionic twin pregnancies (p=0.008). Neonatal morbidity was significantly more common in monochorionic twin pregnancies (p=0,001). No significant difference was found in maternal morbidity between the case groups (p=0,45). Most common cause of maternal morbidity was preeclampsia and it was more frequent among the monochorionic cases (p<0,0001). CONCLUSION: Chorionicity affects neonatal and maternal morbidity in twin pregnancies. Therefore in twin pregnancies chorionicity must be determined especially in the first trimester.
Abstract | Full Text PDF

5.Immunohistochemical evaluation of VEGF, EGF-r and TGF-α In placental bed of preeclamptic pregnancies
Teksin Çırpan, Fuat Akercan, Mustafa Coşan Terek, Hasan Tayfun Özçakır, Gulsen Giray, Sermet Sağol
Pages 184 - 189
AMAÇ: Preeklamptik hastaların plasental yataklarında, immünohistokimyasal boyama yöntemi ile, vasküler endotelial büyüme faktörü (VEGF), epidermal büyüme faktörü receptörü (EGF-r) ve transforming büyüme faktörü alfa’nın (TGF-α) araştırılması.
Planlama: Prospektif kohort çalışma. METOD: Çalışma grubunda preeklamptik 12 vaka ve kontrol grubundaki 10 normal gebelik vakasından sezaryen doğum esnasında plasental yatak biyopsileri alındı. Biyopsi örnekleri, anti-VEGF, anti-EGF-r ve anti-TGF-α antikorları ile yapılan immünohistokimyasal boyama sonrası, ışık mikroskopu ile incelendi. Boyanma yoğunluğu semikantitatif olarak derecelendirildi ve grupları bilmeyen 2 histopatolog tarafından H-skorları hesaplandı. SONUÇLAR: Çalışma grubunda myometrium ve desiduadaki VEGF ekspresyonu anlamlı olarak düşük bulundu (sırasıyla 77.2±25.4/134±44.3, p=0.007; 170.2±17/194.1±20.7, p=0.017); EGF-r ekspresyonu da çalışma grubunda myometrium ve desiduada anlamlı olarak düşük idi (p<0.05). Gruplar arasında TGF-α ekspresyonu için anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
YORUM: Preeklamptik hastaların plasental yataklarında, anjiogenezisde önemli rol oynayan, VEGF ve EGF-r’ün ekspresyonu anlamlı olarak düşükdür.
OBJECTIVE: The aim of the study is to determine vascular endothelial growth factor (VEGF), epidermal growth factor receptor (EGF-r) and transforming growth factor alpha (TGF-α) with the immunohistochemical staining at the placental bed biopsies of patients with preeclampsia. Design: Prospective cohort study. METHODS: Biopsies from the placental bed were obtained from twelve patients with preeclapmsia and ten patients of control group during the cesarean section. The sections from the biopsies were subjected to immunohistochemical staining by using anti-VEGF, anti-EGF-r and anti-TGF-α antibodies and were examined by light microscopy. The staining intensities were graded semi-quantitatively and the H-scores were calculated by two histopatologist who were blinded to the groups. RESULTS: The VEGF expression was significantly lower in both myometrium and decidua of preeclamptic women compared to controls (77.2±25.4 versus 134±44.3, p=0.007; 170.2±17 versus 194.1±20.7, p=0.017, respectively).EGF-r expression also was significantly lower at both decidua and myometrium in the preeclamptic group (p<0.05). TGF-α expression of myometrium and decidua was not significantly different between two groups (p>0.05). CONCLUSION: VEGF and EGF-r expression is significantly lower at the placental bed in patients with preeclampsia.
Abstract | Full Text PDF

6.The frequency of unintended pregnancies at working and unworking women: why don’t they want to become pregnant?
Dilek Karaman, Gülengül Köken, Emine Coşar, Figen Kır Şahin, Dağıstan Tolga Arıöz, Mehmet Yılmazer
Pages 190 - 194
AMAÇ: İstemsiz gebelikler ve oluşum nedenleri sosyal ve ekonomik boyutları açısından irdelenmesi gereken önemli bir konudur. İstenmeyen gebeliklerin en önemli sebebi kontrasepsiyon yönteminin yanlış veya eksik kullanılmasıdır. İstenmeyen gebelikler çoğunlukla küretaj ile sonuçlanmaktadır. Kadınlar küretajı istenmeyen gebeliği sonlandırmak ve çocuk sayılarını sınırlandırmak için bir doğum kontrol yöntemi olarak görmektedir. Çalışmamız çalışan ve çalışmayan fertil çağındaki kadınların istemsiz gebelik sıklığını ve gebe kalmak istememe nedenlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
Materyal and METOD: Araştırmamızda, Haziran/2006 ve Ağustos/2006 tarihleri arasında Afyon Kocatepe Üniversitesi Ahmet Necdet Sezer Uygulama ve Araştırma Hastanesi Doğum Kliniğine başvuran fertil çağındaki 507 kadına, istemsiz gebelik sıklığı ve gebe kalmak istememe nedenleri ile ilgili 40 sorudan oluşan anket formu uygulanmıştır. Veriler SPSS for Windows programında toplanmıştır. İstatistiksel anlamlılık için P<0.05 kullanılmıştır. BULGULAR: Kadınların % 44’ünün en az bir kez istemsiz gebelik geçirdiği saptanmıştır. Kadınların %84.1’i aile planlaması(AP) yöntemi kullanırken, %15.9’u herhangi bir yöntem kullanmamaktadır. Çalışmayan kadınlarda istemsiz gebelik oranı %53.2, çalışan kadınlarda %34.7’dir. En fazla istemsiz gebelik durumu %66.7 ile okur-yazar olmayan grupta görülmektedir. Üniversite mezunu kadınlarda ise istemsiz gebelik sıklığı %28.9’dur. Kadınların istemsiz gebelik sonuçları değerlendirildiğinde 1. istemsiz gebeliklerin %44’ü canlı doğumla sonuçlanırken, 2. ve 3. istemsiz gebeliklerin daha çok küretajla sonuçlandığı saptanmıştır. SONUÇ: Fertil çağındaki kadınlara AP yöntemleri konusunda tam bir eğitim verilerek, korunma yöntemlerine ilişkin bilgi eksikliğinin giderilmesi gerektiği ve konuyla ilgili bütün sağlık kurumlarında daha etkin danışmanlık hizmeti verilmesi gerektiği düşünülmüştür.
OBJECTIVE: Unintended pregnancies and reasons of occurance should be analysed for socially and economically. The most important reason of unintended pregnancies is defects or failure at using contraception methods. Unintended pregnancies usually ended by dilatation and curratage for termination of pregnancies. The women use this method for limiting the child count and as one of the contraseption methods. Our study’s aims to investigate the frequency of unintended pregnancies at working and unworking women and the reasons of them. Materials-METHODS: 507 healthy women who applied to Afyon Kocatepe University Ahmet Necdet Sezer Research and Training Hospital, Clinic of Obstetrics between July-Agust/2006 at reproductive age were enrolled. Frequency of their unintended pregnancies and the reason of them were asked. A questionnaire form which include 40 questions were used to collect data. The following outcomes were recorded using SPSS for Windows 11,0 programme. P<0.05 was considered significant.
RESULTS: This study shows that 44% women were had unintended pregnancy at least once. In our study group 84% women used one of the contraseption methods and 15.9% women didn’t use any methods. Unintended pregnancy frequency of unworking women 53.2 % and working women is 34.7%. The rates of unintended pregnancies in women who had no education were 66.7% and 28.9% in educated women. First unintended pregnancy often ended with 44% alive birth, second and third pregnancies usually ended with curettage. CONCLUSION: Contraception methods must be used effectively and correctly to prevent the unintended pregnancies. To make the all pregnancies intended more information about contraseption methods and their usage must be given.
Abstract | Full Text PDF

7.Women’s level of knowledge on and attitude towards emergency contraception
Ümit Korucuoğlu, Aydan Biri, Nuray Bozkurt, Pınar Özcan, Ercan Yılmaz, Bülent Tıraş
Pages 195 - 198
AMAÇ: Bu çalışmada reprodüktif dönemdeki kadınların acil kontrasepsiyon konusundaki bilgi düzeylerinin ölçülmesi ve bu konuya yönelik tutumlarının incelenmesi amaçlanmıştır.
Planlama: Anket çalışması Ortam ve katılımcılar: Araştırma kapsamına Sağlık Bakanlığı Ankara il Sağlık Müdürlüğü’ne bağlı, Ankara il merkezinde yer alan iki AÇSAP ve Gazi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine başvuran ve 15-49 yaş arasında olan 300 kadın alınmıştır. MATERYAL-METOD: Yüz yüze görüşme tekniği ile kadınların tanımlayıcı özelliklerini, halen kullandıkları yöntemi ve acil kontrasepsiyon konusunda bilgi ve tutumlarını sorgulayan bir anket uygulanmıştır. BULGULAR: Bir çift korunmasız ilişkiye girdikten sonra muhtemel gebeliği önlemek için yapılabilecek bir şeyler olduğunu söyleyenler 102 kişi olup (%41), o andan sonra hiçbir şey yapılamayacağını söyleyenler 46 kişi (%18.5) ve konu hakkında bilgisi olmayanlar 101 kişi (%40.6) olarak bulunmuştur. Katılımcıların 83’ü daha önce ‘’ertesi gün hapı”nı duyduklarını belirtmişlerdir (%37.9). Daha önce bu tür bir yönteme ihtiyaç duyduğunu belirtenler 21 kişi (%7), daha önce ‘’ertesi gün hapı’’ kullanmış olanlar ise 17 kişi (%5.7) olarak tespit edilmiştir.
SONUÇ: Bu bulgular, incelediğimiz toplulukta acil kontrasepsiyon ihtiyacının mevcut olduğunu ancak yöntem hakkında yeterli bilginin olmadığını göstermiştir. Bu nedenle, acil kontrasepsiyon yöntemleri hakkında bilgilendirmenin yaygınlaştırılması gerektiğine ve bu önemli yöntemin kadınların kullanımına sunulması gerektiğine inanmaktayız.
OBJECTIVE: To evaluate reproductive age women’s level of knowledge on and attitude towards emergency contraception. Design: Questionnaire study Setting and participants: 300 women between the ages of 15-49 who applied to two “Mother-Child Health Care and Family Planning Centers” in Ankara and to Gazi University Hospital Obstetrics and Gynecology Department outpatient clinics were enrolled into the study. Materials-METHODS: A questionnaire including questions about descriptive properties, current contraceptive use and level of knowledge on and attitude towards emergency contraception were applied to participants via face-to-face interviews. RESULTS: Among all participants, 102 women (41%) told that it was possible to prevent a probable pregnancy after unprotected sexual intercourse, 46 women told (18.5%) nothing could be done thereafter and 101 women (40.6%) had no idea about the subject. 83 women (37.9%) had already heard about morning-after pills. 21 women (7%) claimed they had previously needed such a method, and 17 women (5.7%) declared that they had used morning-after pills before. CONCLUSION: These findings demonstrate that our population is in need of emergency contraception but lack enough knowledge. Thus, we think that education about emergency contraception should be rendered available for all women and women should be able to use this important way of contraception whenever they require.
Abstract | Full Text PDF

8.Assessment of endometrial hyperplasias in 69 tamoxifen-treated asymptomatic postmenopausal women
Ahmet Cem İyibozkurt, Süleyman Engin Akhan, Samet Topuz, Yavuz Salihoğlu, Ergin Bengisu, Sinan Berkman
Pages 199 - 204
Objektif: Asemptomatik postmenopozal tamoksifen kullanan meme kanserli kadınlarda transvajinal ultrason (TU), histeroskopi ve endometriyal biopsi sonuçlarını endometriyal hiperlaziler açısından karşılaştırmak Planlama: prospektif çalışma Ortam: Üniversite kliniği
Hastalar: Meme kanseri nedeniyle tamoksifen kullanan 69 postmenopozal asemptomatik hasta Girişim: TU ve histeroskopi ile endometriyal biopsi Değerlendirme parametreleri: İşlemlerin duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif prediktif değerleri hesaplandı. Tamoksifen kullanım süresi ile hiperplazi gelişimi arasındaki bağ basit lojistik regresyon yöntemi ile araştırıldı. SONUÇ: En sık saptanan patoloji poliplerdi (%60.9). Histeroskopide sadece polip gözlenen hastaların biopsi sonunda değerlendirmesinde birinde polip üzerinde endometrioid adenokarsinom ve 6 tanesinde hiperplazi (biri atipik) saptandı. TU’nun pozitif prediktif değeri (PPD) %69.6 olarak hesaplandı. Hiperplazi açısından histeroskopinin duyarlılığı ve PPD’sinin düşük olduğu görüldü (sırasıyla %33.3 ve %50). Tamoksifen kullanım süresi ve hiperplazi gelişimi arasında pozitif bir korelasyon saptandı (p = 0.002). YORUM: Tamoksifenin asemptomatik postmenopozal meme kanserli kadınlarda uzun süreli kullanımı hiperplazi gelişimi ile ilişkili olabilir. Hiperplaziler, poliplerin üzerinde veya polip yanındaki endometriyumda da olabileceğinden yeterli sayıda biopsi alınmazsa histeroskopide kolayca atlanılabilir.
OBJECTIVE: To analyze the relationship between transvaginal ultrasonography (TU), hysteroscopy and endometrial histology in asymptomatic postmenopausal women with breast cancer using tamoxifen, in terms of hyperplasias. Design: Prospective study
Setting: University clinic Patients: 69 postmenopausal aymptomatic breast cancer women on tamoxifen Interventions: TU and hysteroscopy plus endometrial biopsy Main Outcome Measures: Sensitivity specifity, positive and negative predictive values of diagnostic procedures were calculated. The relationship between duration of tamoxifen use and development of hyperplasias are calculated by using simple logistic regression.
RESULTS: Most common abnormality encountered was polyps (60.9%). A case of endometrioid adenocarcinoma on a polyp and 6 cases of hyperplasia (one atypical hyperplasia) along with the polyps were categorized into “polyps only” by hysteroscopy. Hence all would have been missed if biopsies if biopies were not taken. Positive predictive value (PPV) of TU was calculated to be 69.6%. Sensitivity and PPV of hysteroscopy is low for hyperplasia (33.3% and 50% respectively). A positive correlation was noted (p = 0.002) between duration of tamoxifen use and development of hyperplasia related changes. CONCLUSIONS: Long term use of tamoxifen in ostmenopausal asymptomatic breast cancer patients is associated with higher incidence of hyperplasia related changes. Hyperplasia might coexist with or on a polyp, therefore hysteroscopy might miss these pathologies if ample amount of biopsies are not taken.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
9.Achondrogenesis type 1: a rare skeletal dysplasia
Gülengül Köken, Emine Coşar, Figen Kır Şahin, Dağıstan Tolga Arıöz, Mesut Köse, Mehmet Yılmazer
Pages 205 - 207
Akondrogenezis, ekstremitelerde ciddi mikromeli, kısa gövde, makrokrani ve ciddi pulmoner hipoplazi ile karakterize iskelet displazilerinden birisidir. Akondrogenezis klinik, radyolojk ve histolojik bulgulara göre 2 tipe ayrılır. Akondrogenezis tip 1 otozomal resesif geçişli ölümcül bir iskelet displazisidir. 30 yaşında 29 haftalık gebelikte fetal anomali nedeniyle kliniğimize refere edilen gebede ultrasonografide ekstremitelerde ileri derecede kısalık, dar toraks, hafif ventriküler dilatasyon, büyük kafa ölçüleri, kafa kemiklerinde mineralizasyon azlığı, polihidramnios tespit edildi. 30. gebelik haftasında spontan doğum yapan hastada fetus travay sırasında eks oldu. Doğum sonrası yapılan klinik ve radyolojik değerlendirmelerde akondrogenezis tip 1 tanısı koyuldu. Akondrogenezis ölümcül iskelet displazisidir ve erken haftalarda tanı konularak gebeliğin sonlandırılması uygundur.
Achondrogenesis, is a form of skeletal displazia with the characteristic features of severe shortening of the limbs, short trunk, large head and severe pulmonary hypoplasia. Two types are distunguished based on clinical, radiologic, and histopathologic features. Achondrogenesis type I is an autosomal recessive, lethal skeletal dysplasia. A 30-year-old woman, was referred to our obstetric clinic at 29-week gestation with fetal anomalies on prenatal ultrasound examination. Prenatal sonograms revealed severe short-limbs, small thoracic cavity, mild ventricular dilatation, macrocrania, the poor mineralization of the skull, polyhydramnios. At 30 week of gestation she made delivery and fetus was dead during labor. Postmortem radiographs and clinical findings were shown the diagnosis of Achondrogenesis Type 1. Achondrogenesis is lethal skeletal dysplasia and diagnosis must be done at early gestational weeks for termination of pregnancy.
Abstract | Full Text PDF

10.Primary adenocarcinoma of the fallopian tube: a case series
Kemal Güngördük, Özgür Akbayır, Ceyhun Numanoğlu, Engin Odabaş, Hasan Cemal Ark, Ahmet Gülkılık
Pages 208 - 213
Primer fallop tüp adenokarsinoması, kadın genital sisteminin en nadir malignansilerin’den biridir. Histopatolojik yapı ve davranış olarak over karsiomu ile benzerlik gösterir. Bu makalede onkoloji kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında tanı almış yedi tuba kanseri olgusu sunulmuştur.Hastaların tümüne, batı sıvısı örneklemesi, total abdominal histerektomi, bilateral salpingo-ooforektomi, omentektomi, apendektomi, pelvik lenf nodu diseksiyonu yapıldı. Adjuvan kemoterapi protokolüne alındı. Sonuç olarak, primer tuba karsinomu olgularına preoperatif tanı koymak zordur. Bu tümör için patognomonik sayılan “hydrops tubae profluence” semptom kompleksine çok nadir rastlanılır. Klinik seyir, prognostik faktörleri daha iyi tanımlayacak yeni çalışmalara gereksinim olduğu gibi hastalığın her evresine uygun tedavi belirlenmelidir.
Primary fallopian tube carcinoma is a rare tumor that histologically and clinically resembles primary ovarian carcinoma. In this article, seven patients with primary fallopian tube carcinoma who were managed at our clinic between 2002 and 2007 were evaluated. All cases were treated by total abdominal hysterectomy, bilateral salpingo-oophorectomy, omentectomy,appendectomy and lymph node dissection followed by chemotherapy. Fallopian tube carcinoma is rarely suspected preoperatively. The symptom complex of ‘hydrops tubae profluence’, said to be pathognomonic for this tumor, is rarely encountered. Appropriate therapy for each stage of the disease should be defined, and further studies are required to better depict the clinical course and; prognostic factors.
Abstract | Full Text PDF

11.Retroperitoneal malignant peripheral nerve sheath tumor invasion of the uterus in a patient with neurofibromatosis type I
Teksin Çırpan, Mustafa Coşan Terek, Levent Aman, Mert Kazandı, Osman Zekioğlu, Taner Akalın, Erdinç Özkınay
Pages 214 - 216
1993’den beri neurofibromatosis tip 1 tanısı ile izlenen, 25 yaşındaki hasta, karın ağrısı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Akut batın tespit edilen hastada yapılan abdominopelvik sonografi ve bilgisayarlı tomografi sonucu uterusdan kaynaklanan ve umblikusa kadar uzanan heteroekojenik pelvik kitle saptandı. Laparotomi uygulanan hastada peroperatif gözlemde pelvik retroperitoneal bölgeden kaynaklanan uterusun posteriorunu infiltre eden ve parametriumlara uzanan kitle tespit edildi, subtotal histerektomi ve bilateral salfingoooferektomi uygulandı. Histopatoloji sonucu malign peripheral sinir kılıfı tümörü olarak geldi.
We presented a 25-year-old patient with symptoms and signs of acute abdomen who has been followed up with the diagnosis of neurofibromatosis type 1 since 1993. Findings of sonography and abdomino-pelvic computed tomography showed a heteroechogenic pelvic mass that arises from the uterus extending to the umbilical level. The patient underwent laparotomy for pelvic mass. On intraoperative observation, the mass which was originated from the retroperitoneal region of pelvis was infiltrating the posterior portion of the uterus and extending to the parametrium. The subtotal hysterectomy and bilateral salpingoophorectomy was performed The histopathological diagnosis of the tumor was malignant peripheral nerve sheath tumor.
Abstract | Full Text PDF