Cilt: 28  Sayı: 1 - 2012
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
Güncel Perforatör Flep Çeşitleri ve Uygulamaları
Perforator Flaps and Clinical Applications
Ali Rıza Örenoğlu, İlker Üsçetin, Seda Barutça, Çağdaş Orman, Mehmet Karahangil, Mithat Akan
doi: 10.5222/otd.2012.001  Sayfalar 1 - 7
Perforatör flepler ilk defa 1980’lerde mikrocerrahi tekniklerinin gelişmesi ve plastik cerrahların deneyim kazanmasıyla ince, kolay ulaşılabilir ve minimal donör alan morbiditesine sahip flep arayışı ile gündeme gelmiştir. Kas fonksiyonunu koruması, yalnızca gerekli miktarda dokunun kullanılmasına olanak sağlaması, hızlı iyileşme dönemi ve estetik açıdan daha iyi sonuçlar elde edilebilmesi bakımından avantajlı olan bu fleplerin rekonstrüktif cerrahide kullanımı son 10 yılda hızla artmasına karşın, sınıflandırılma ve adlandırılmalarındaki karmaşıklıklar, bu flepleri yapan cerrahlar arasında kaçınılmaz yanlış anlaşılmalara neden olmuştur.

Bu çalışmanın amacı mevcut literatür bilgileri ışığında perforatör flep terminolojisini, anatomisini ve sınıflandırılmasını gözden geçirerek sık kullanılan perforatör flep çeşitlerini ve cerrahi tekniklerini sunmaktır.
Perforator flaps were first introduced and popularized in the 1980’s in parallel with advancements in microsurgical techniques and surgical expertise of plastic surgeons in search of flaps with ease of access and minimal morbidity of the donor site. Among the advantages of perforator flaps one can name the sparing of the muscle function, the ability to utilize tissue as needed, optimized healing period and better aesthetic results. Utilization of perforator flaps has therefore been popularized in the past 10 years with various classification and nomenclature complexities.

This article aims to review the terminology, anatomy and classifications, and nomenclatures of perforator flaps with a review of the most common perforator flaps, their surgical techniques, and relevant literature.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Kronik Hepatit B veya C’li Hastalarda TTV (Tork Teno Virüs) İnsidansı
The Incidence of TTV In Patients with Chronic Hepatitis B or C
Semih Kalyon, Yeter Bayram, Kemal Kutoğlu, Seray Türkmen Kalyon, Necati Yenice
doi: 10.5222/otd.2012.008  Sayfalar 8 - 13
AMAÇ: Bu çalışmada kalıcı virolojik yanıt sağlanan ve sağlanamayan kronik hepatit B ve C hastalarında TTV (Tork Teno Virüs) insidansı araştırılmıştır. Ayrıca TTV’nin tedaviyi olumsuz etkileyip etkilemediği değerlendirilmiştir.
YÖNTEMLER: Hepatoloji polikliniğinde 1998-2007 tarihleri arasında kronik hepatit B ve C tanısıyla takip edilen toplam 68 hasta bu çalışmaya katılmıştır. TTV tespiti için polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) yöntemi kullanılmıştır. TTV’nin bulaş yolları açısından hastalar diş tedavisi olup olmadığı, geçirilmiş operasyon öyküsü, kan transfüzyonu öyküsü açısından da incelenmiştir.
BULGULAR: Kronik Hepatit B hastalarının % 23.5’inde TTV DNA pozitif iken, kronik hepatit C hasta grubunda ise % 44.1 pozitiflik oranı saptanmıştır. Her iki grupta da tedaviye kalıcı virolojik yanıt verenler ve vermeyenler arasında anlamlı bir farklılık elde edilememiştir (p<0.05).
SONUÇ: Kronik hepatit B veya C hastalarında TTV insidansı; diş tedavisi, kan transfüzyon öyküsü ve tedaviye yanıt ile istatistiksel olarak ilişkili değildir.
OBJECTIVE: In this study the incidence of TTV (torque teno virus) was investigated on patients with hepatitis B and C in whom persistent virological response was achieved or not. Furthermore, the issue of whether or not TTV affects the treatment was assessed.
METHODS: A total of 68 patients who were monitored between 1998-2007 with the diagnosis of chronic hepatitis B or C in hepatology policlinic were included into this study. For detection of TTV polymerase chain reaction (PCR) method was used. The patients were evaluated in terms of previous dental treatment, surgical operations, blood transfusion which were possible routes of contamination with TTV.
RESULTS: Whereas in 23.5 % of chronic hepatitis B patients TTV DNA was positive, positivity rate was found as 44.1 % in patients with hepatitis C. There is no statistically significant difference between the groups with regard to persistent virological response to treatment (p<0.05).
CONCLUSION: The incidence of TTV in chronic hepatitis B or C is not statistically associated with dental treatment, blood transfusion and response to treatment.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Konal Atrezide Transnazal Endoskopik Cerrahi
Endoscopic Transnasal Surgery in Choanal Atresia
Güler Berkiten, Muhlis Bal, İlhan Topaloğlu
doi: 10.5222/otd.2012.014  Sayfalar 14 - 17
Koanal atrezi sık görülmeyen, posterior nazal açıklığın gelişim anomalisidir. Klinik bulguları ani postnatal siyanoz ve solunum sıkıntısından inatçı nazal akıntıya eşlik eden burun tıkanıklığına kadar değişkenlik gösterebilir. Özellikle ileri yaşlarda izlenen tek taraflı koanal atrezilerde semptomlar silik olabilir. Endoskopik transnazal yolla kliniğimizde tedavi edilerek takip edilen, yaşları 16-32 arasında 1’i erkek 4’ü kadın, unilateral koanal atrezili 5 vaka sunuldu. Transnazal endoskopik tedavi ve sonuçları literatürle karşılaştırılarak tartışıldı.
Choanal atresia is a rare cause of developmental obstruction of the posterior nasal opening. The clinical presentation varies from immediate postnatal cyanosis and respiratory distress to nasal obstruction. Unilateral choanal atresia seen after adulthood may be nonspesific.. Five cases (16-32 years old, one male and four female) of unilateral choanal atresia were treated by transnasal endoscopic surgery and followed-up at our ENT Department presented and endoscopic transnasal surgery and therapeutic results discussed comparing with relevant literatures.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Prostat Malignitelerinde Difüzyon Ağırlıklı Manyetik Rezonans Görüntülemenin Tanıya Katkısı
The Role of Diffusion Weighted Magnetic Resonance Imaging in the Diagnosis of Prostate Malignencies
Ercan Dönmez, Zafer Ünsal Coşkun, Hülya Değirmenci, Sami Yakut
doi: 10.5222/otd.2012.018  Sayfalar 18 - 24
AMAÇ: Benign-malign prostat lezyonlarının ayrımında difüzyon ağırlıklı(DAG) Manyetik Rezonans görüntüleme(MRG) ile görünen difüzyon katsayı(ADC) değerlerinin ölçülmesi ve tanıya katkısının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Bu çalışmaya Okmeydanı Eğitim Araştırma Hastanesi Üroloji Kliniği’nden rektal muayene sonrası ve prostat spesifik antijen (PSA) değerleri ile doku örneklemesi için Radyoloji Kliniği’ne gönderilen 55 hasta dahil edildi. Hastalara önce 1.5 Tesla (Philips Philips Achieva Netherlands 1,5 Tesla) cihazla pelvise yönelik aksiyel T1A, T2A, yağ baskılı koronal ve sagittal T2A; prostata yönelik aksiyel T1A, T2A, koronal ve sagittal T2A yağ baskılı kesitler, aksiyel 3 farklı b değerinde (b: 0, b: 600, b: 1000sn/mm2) single shot echo-planar spin eko ile DAG ve ADC haritaları alındı. Daha sonra transrektal ultrasonografi (TRUS) ve TRUS eşliğinde biyopsi yapıldı. Patoloji sonuçlarına göre MR görüntüleri retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Ultrasonografi (US) eşliğinde tru-cut biyopsi yapılan 55 hastanın patoloji sonuçlarına göre 15 hastada malign, 40 hastada benign bulgular saptandı. Malign doku periferik zonda T2A sekanslarda hipointens, difüzyon ağırlıklı görüntülemede hiperintens izlenirken, ADC haritalarında düsük değerlere sahip olarak izlendi. ADC ölçümleri sonucunda malign dokudaki ortalama ADC değeri 0.930mm²/sn, benign dokudaki ADC değeri 1.500 mm²/sn olarak ölçülmüş olup benign lezyonların ortalama ADC değeri malign lezyonlardakinden anlamlı ölçüde yüksek olarak bulundu (p<0.001).
SONUÇ: Bu çalışmada literatürlerdeki diğer çalışmalar ile uyumlu olarak prostat malignitelerinde malign doku T2A görüntülerde hipointens,normal prostat dokusuna göre DAG’de difüzyon kısıtlanmasına bağlı yüksek sinyalli, ADC haritalarında ise belirgin sinyal kaybı ile karekterize olup, daha genis hasta popülasyonu ile yapılacak çalısmalar MRG’nin ve DAG’nin prostat kanseri tanısındaki rolünü daha belirgin bir konuma getirebilir.
OBJECTIVE: We aimed to analyse the contribution of diffusion weighted imaging DWI with the use of apparent diffusion coefficient (ADC) values in order to distinguish benign and malignant prostate lesions.
METHODS: A total of 55 patients refered from urology clinic were included in the study. All patients had digital rectal examination and serum prostate-spesific antigen (PSA) values. Magnetic resonance imaging (MRI) was performed with 1.5 T system (Philips Philips Achieva Netherlands 1.5 Tesla) before TRUS- guided prostate biopsy. Axial T1A, T2A, fat suppressed coronal and sagittal T2A; prostate centered axial T1A, fat suppressed T2A,coronal and sagittal images were obtained. In addition to conventional sequences, diffusion weighted magnetic resonance sequences were applied. DWI and ADC mapping were obtained with 3 different b values (b=0, b=600, b=1000sn/mm²). Diffusion sensitive gradients were applied with single shot echo-planar spin echo at 1.5 Tesla magnetic resonance component on axial plan. MRI images were revaluated according to the patological results retrospectively
RESULTS: TRUS - guided prostate biopsy applied all of 55 patients. Fifteen of them were reported as malignant, where 40 of them were benign. As a result of ADC measurements average, ADC valuesmean measured on malign tissues was 0.930mm²/sec and 1.500 mm²/sec on benign tissues. This shows benign lesions average ADC value is significantly higher than malign lesions (p<0.001).
CONCLUSION: Remarkable results have been found to distinguish benign and malign prostate lesions by using diffusion weighted magnetic resonance scanning and quantitative ADC measurement competible with the similar published studies. New studies with large patient and control groupes will emphasise the value of MRI with DWI in the diognose of prostate cancer.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Çapraz bağlayıcı ve büyüme faktörü emdirilen hidrojen sistemlerinden kontrollü ilaç salımı: sistematik inceleme.
Controlled release from a crosslinker and growth factor embedded hydrogel systems: a systematic review.
Alper Gökçe, İbrahim Yılmaz, Murat Tonbul, Nevzat Selim Gökay, Rıfat Bircan, Çiğdem Gökçe
doi: 10.5222/otd.2012.025  Sayfalar 25 - 34
Çalışma tasarımı: Sistematik derleme

Çalışma sorusu: Kıkırdak hasarı tedavisinde büyüme faktörü (GF) içeren hidrojel taşıma sisteminin, çapraz bağlayıcı ile biyo parçalanma süresi uzatıldığında hasarlı kıkırdak dokusunda meydana getireceği etkilerin ne olduğu araştırıldı.

Amaç: Bu çalışmada, dünya genelinde son 31 yılda yapılan çalışmalar içerisinde, kontrollü ilaç taşıma sistemi olan ve çapraz bağlayıcı ilavesi ile biodegradasyona uğratılmış büyüme faktörü emdirilen hidrojelin, kıkırdak dejenerasyonunun tedavisindeki yeri sistematik olarak incelenerek konu hakkında daha büyük bir fotoğrafı görebilmek amaçlandı.

Materyal ve yöntem: Bu çalışmada, elektronik veritabanlarında dil kısıtlaması olmadan, The Cochrane Collaboration The Cochrane, The Cochrane Library (Issue 2 of 12, Feb. 2011), Ovid MEDLINE (1950 to 5th March Week 1 2011), ProQuest, US National Library of Medicine National Institutes of Health (NLM) ve PubMed, Elektronik ortamda veritabanlarında literatür taraması yapılarak, Mayıs 1970 ile 5 Mart 2011 tarihleri arasında “kıkırdak”, “kontrollü salım”, “çapraz bağlayıcı”, “büyüme faktörü” ve “hidrojel” üzerine yapılmış ve basılı olan deneysel çalışmalar “VE”, "VEYA" şeklinde tarandı. Elde edilen makaleler arasından, inceleme kriterlerini karşılayan dört adet makale çalışmaya dahil edildi. P değeri <0.05 heterojenite açısından istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.

Sonuç: İlk tarama sonrasında ortaya konan 957.829 adet makaleden 88 adet makale tam olarak incelendi. Kontrollü ilaç taşıma sistemi olan hidrojelin çapraz bağlayıcı ile biyodegradasyon süresi uzatıldığında ve içerisine büyüme faktörleri emdirildiğinde, kıkırdak dejenerasyonuna etkilerinin yeri üzerine literatür içerisinden dört tanesi kriterlerimizi karşıladı. İstatistiksel değerlendirme amacıyla yapılan heterojenite testi sonucu, null hipotezi reddedildi (p=.75).

Çıkarımlar: Çapraz bağlayıcı ilavesi ile biyodegradasyon süresi uzatılan ve içerisine büyüme faktörü emdirilmiş kontrollü ilaç taşıma sistemi olan hidrojelin, kıkırdak hasarı tedavisindeki yeri hakkında yeterli bir kanıt bulunamamıştır. Klinik kullanımına ilişkin yorum yapabilmek amacıyla in-vivo, daha uzun dönem fonksiyonel sonuçlar veren, randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Study design: A systematic review.

Objectives: We aimed to scan the literature- including growth factors seeded within the scaffold as the signalling- in order to find out high-quality evidence of combination treatments of chondrocytes, produced from chondrocyte tissue cultures, so as to discuss and determine the homogeneity/heterogeneity rates.

Materials and methods: Without language restriction in this paper, the electronic databases; The Cochrane Collaboration The Cochrane, The Cochrane Library (Issue 2 of 12, Feb. 2011), Ovid MEDLINE (1950 to 5th March Week 1 2011), ProQuest, US National Library of Medicine National Institutes of Health (NLM) and PubMed dating from May 1970 to 5th March 2011, were searched for comparative experimental studies using the terms: “OR”, “AND”. On-line literature searches were conducted using the key words “cartilage”, “controlled release”, “cross linking”, “growth factor” and “hydrogel”, in combinations. Eligible trials were entered into Review Manager software. Heterogeneity was considered significant for comparisons with a P-value of less than 0.05.

Result: The primary search generated 957829 potentially relevant articles. Four experimental studies, which were conducted in various countries, that met our criterias and measure the effectiveness of cartilage degeneration while the biodegradation duration is lengthened by cross linkers and embedding GFs into the hydrogel, were included to this review. Heterogeneity test showed P=0.75, so the null hypothesis that all the studies were homogeneous was not rejected.

Conclusion: there is insufficient evidence to make conclusions about the treatment of cartilage damage by means of hydrogel, in which GFs are embedded so as to form a controlled drug delivery system, and of which cross linkers are added to extend the peroid of biodegradation. However, sound conclusions can only be acquired by stringently and scientifically designed, large, multicentre and clinical future trials.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Renal Hücreli Kanserlerde Multifokalitenin Prognostik Faktörlerle İlişkisi
The Relationship Of Multifocality With Prognostic Factors In Renal Cell Carcinoma
Tahir Karadeniz, Vahit Güzelburç, Süleyman Şahin, Hüseyin Beşiroğlu
doi: 10.5222/otd.2012.035  Sayfalar 35 - 41
AMAÇ: Bu çalışmada renal hücreli kanserde multifokalite oranı ve renal hücreli kanser için prognostik faktörlerin klinik, anatomik ve histolojik özelliklerinin multifokalite ile olan ilişkileri incelenerek, endikasyonları genişlemekte olan nefron koruyucu cerrahiye uygun hasta seçiminde öne çıkan sonuçlar irdelenmiştir.
YÖNTEMLER: Bu çalışmaya Mayıs 1996 - Şubat 2010 tarihleri arasında İstanbul Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Üroloji Kliniği’nde böbrek tümörü tanısıyla radikal nefrektomi uygulanan ve patoloji sonucu renal hücreli karsinom (RHK) olarak rapor edilen 294 hasta dahil edildi. Böbrek tümörü tanısıyla nefron koruyucu cerrahi uygulanmış veya RHK dışında rapor edilmiş patolojiye sahip olan hastalar çalışma dışında bırakıldı. Çalışmaya dahil edilen 294 hastanın ameliyat öncesi bulguları ve ameliyat sonrası patolojileri incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 209’u (%71.1) erkek, 85’i (%28.9) kadındı. Tümör en büyük çapları ortalama 8,4±4.2 cm (1-28 cm) olarak tespit edildi. Tümörlerin böbrekteki lokalizasyonları 108 hastada (%37) üst 1/3, 91 hastada (%31) orta 1/3 ve 95 hastada (%32) alt 1/3 olarak tespit edildi. RHK nedeniyle radikal nefrektomi uygulanan 294 hastanın 14’ünde (%4.76) patolojik olarak multifokalite saptandı. RHK’de multifokalitenin cinsiyet, tümörün sağ veya sol böbrek kaynaklı olması, tümörün böbrekteki lokalizasyonu, tümör çapı, patolojik evre, kapsül invazyonu, lenf nodu tutulumu, metastaz varlığı, Fuhrman nükleer derecelendirmesi, tümör histolojik tipleriyle istatistiksel anlamlı ilişkisi saptanmadı.
SONUÇ: Böbreğin başka bir bölgesinden kaynaklanan nüksün oranını saptamak amacıyla araştırılan multifokalitenin bu çalışmada incelenen prognostik faktörlerle korelasyonu istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. NKC’nin medikal ve cerrahi olarak uygun görülen tüm RHK’lerde güvenli bir cerrahi teknik olduğunu düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: This study focuses on patient selection for nephron-sparing surgery, indications of which have extended, by analyzing the multifocality rate of renal cell carcinoma and its relationship with clinical, anatomical and histological properties of prognostic factors.
METHODS: : 294 patients admitted to Istanbul Okmeydanı Training and Research Hospital 2nd Urology Clinic between May 1996 and February 2010 who were performed radical nephrectomy for renal tumor and whose pathology revealed renal cell carcinoma (RCC) were included in the study. Patients who were performed nephron-sparing surgery for renal tumor and whose pathology did not reveal RCC were excluded. Preoperative findings and postoperative pathology reports of 294 patients were examined.
RESULTS: Of the patients included in the study, 209 (71.1 %) were male and 85 (28.9 %) were female. The mean largest diameter of the tumor was 8, 4± 4, 2 cm (1-28 cm). Tumor localization in the kidney was upper 1/3 in 108 patients (37 %), mid 1/3 in 91 patients (31 %) and lower 1/3 in 95 patients (32 %). Out of 294 patients who were performed radical nephrectomy for RCC, pathology revealed multifocality in 14 (4.76 %) patients. Statistically significant relationship was not observed between multifocality of RCC and sex, right or left-sided tumor, tumor diameter, pathologic stage, capsular invasion, lymph node involvement, presence of metastasis, Fuhrman nuclear grading and histologic types of the tumor.
CONCLUSION: The correlation of multifocality which is searched for to detect recurrence rate of the tumor from another part of the kidney, with prognostic factors analyzed in the study is not statistically significant. We think that nephron-sparing surgery is safe for all RCCs medically and surgically suitable for the technique.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
7.
Sternokleidomastoid Kas Kapiller Hemanjiomu: Olgu sunumu
Capillary Hemangioma of Sternocleidomastoid Muscle: Case report
Muhlis Bal, Güler Berkiten, İlhan Topaloğlu
doi: 10.5222/otd.2012.042  Sayfalar 42 - 44
14 yaşında bayan hasta, boyun sağ tarafında 11 aydır var olan son zamanlarda giderek büyüyen tek ve asemptomatik palpabl kitle nedeniyle kliniğimize başvurdu. Boyundaki kitle oluşmadan önce buna neden olabilecek servikal travma öyküsü yoktu. Klinik olarak kitle boyun sağ tarafında olup sternokleidomastoid (SKM) kasın orta kısmına uyan bölgede lokalizeydi. Kitle derin planda mobil olup pulsatil değildi. Boyun bilgisayarlı görüntüleme (BT)’de kitlenin SKM içine yerleştiği, 3x2 cm boyutlarında, solid ve ovoidal olduğu izlendi. Kitle eksizyonu uygulandı. İntramusküler hemanjiyom tanısı histopatolojik inceleme sonrası kondu.
A 14-year-old woman presented with a 11-month history of a single, asymptomatic, palpable mass of the right neck that recently increased in size. Prior to the appearance of the swelling, no history of cervical trauma was reported. Clinically, the mass was localized to the right neck centered about the middle portion of the sternocleidomastoid muscle. It was mobile on the deep planes, tender, and nonpulsatile. Neck computurized tomography revealed a 3x2 cm, solid, ovoidal, mass within the sternocleidomastoid muscle. Mass excision was performed. Intramuscular hemangioma was diagnosed after histopathological examination.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
Ekstra- ve intrakranial kitleler ile başvuran Granülositik Sarkom-olgu sunumu
Granulocytic sarcoma manifesting as extra- and intracranial masses-case report
Didem Atay, Emine Türkkan, Özlem Terzi, Sehnaz Barış, Servet Erdal Adal
doi: 10.5222/otd.2012.045  Sayfalar 45 - 48
Granülositik sarkom (GS) matüre olmuş veya olmamış immatür miyeloid hücrelerin oluşturduğu miyeloid blastların ekstramedüller proliferasyonundan kaynaklanan nadir bir tümördür. Akut miyeloid lösemili erişkin hastalara göre çocuk hastalarda iki kattan daha fazla gözlemlenir ve sıklığı % 4-5 arasındadır.
Burada akut miyeloid lösemi (AML) öncesinde ortaya çıkan granülositik sarkoma bağlı intrakranial ve spinal kitleler ile başvuran14 yaşında kız hasta sunulacaktır.
GS özellikle pediatrik yaş grubunda ve genç erişkinlerde kraniyal kitlelerin ayırıcı tanısında akla gelmelidir. Nörolojik semptomu olan GS’lu hastalarda uygun kombine kemoterapi ile cerrahi girişim engellenebilir. Hızlı tanı ve uygun tedavi iyi bir sağ kalım için gereklidir.
Granulocytic sarcoma (GS) is a rare malignant neoplasm resulting from the extramedullary proliferation of myeloid blasts with or without maturation or immature myeloid cells. It is more than twice as common in children as in adults with acute myeloid leukemia and its overall incidence is 4-5 %.
We herein report a 14-year-old-female who had intracranial and spinal masses due to granulocytic sarcoma as the presenting symptoms of acute myeloid leukemia (AML). GS should be considered in the differential diagnosis of cranial masses particularly in pediatric patients and in young adults. In patients with GS and neurological symptoms, appropriate combined chemotherapy may obviate surgical intervention. Prompt diagnosis and adequate treatment are essential to achieve a good outcome.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Fenitoin kullanımına bağlı diş eti hiperplazisi: bir olgu sunumu
Gingival hyperplasia occurs due to using phenytoin: a case report
İhsan Kafadar, Burcu Tufan, Huriye Elif Sinan
doi: 10.5222/otd.2012.049  Sayfalar 49 - 51
Epilepsi, çocuklarda sık görülen kronik nörolojik hastalıklardan biridir. Fenitoin epileptik çocukların tedavisinde yaygın olarak kullanılan antiepileptik bir ilaçtır. Birçok yan etkisi yanında diş eti hiperplazisi de yapabilir. Diş eti hiperplazisi, hücrelerin sayısındaki artışa bağlı diş etinin genişlemesidir. Antiepileptik tedaviye başlanmasını takiben iki - üç ay sonra görülmeye başlamakta ve dokuz - oniki ay sonra en belirgin haline gelmektedir. Olgu fenitoin kullanımında oluşabilecek gingiva hiperplazisine ve fenitoin tedavisi kullanan hastalarda ağız ve diş bakımının önemine dikkat çekmek amacı ile sunulmuştur.
Epilepsy is a chronic neurologic disorder commonly seen in the children. Phenytoin is an antiepileptic drug commonly used in the treatment of antiepileptic children. In addition to the many side effects of phenytoin, it may also cause gingival hyperplasia. Gingival hyperplasia is gingival enlargement due to the increase in the number of cell. Following the initiation of antiepileptic treatment, two - three months after the treatment the gingival hyperplasia occurs and becoming the most prominent after nine- twelve months. In this case report, we aimed to attention that gingival hyperplasia occurs due to the using of phenytoin and giving importance of oral and dental care to patients that used pheytoin.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Gövdede ağrılı nodül: Glomanjiom
A painful nodule on the trunk of a patient: Glomangioma
İlteriş Oğuz Topal, Pınar Özay, Gonca Gökdemir
doi: 10.5222/otd.2012.052  Sayfalar 52 - 54
Glomus tümörleri ilk 1812’de Wood tarafından tanımlanmış nadir benign vasküler tümörlerdir. Glomus hücreleri tipik akral dağılımlı olmasına rağmen kemik, mide, kolon, trakea, mediasten, karaciğer ve diğer bölgelerde de tanımlanmıştır ve glomus tümörleri bu bölgelerde de gelişebilir. Biz burada beklenmeyen lokalizasyonda ciddi ağrılı, soğuk sensitivitesi ve noktasal duyarlılığı olan nadir bir glomus tümörü olgusu rapor ediyoruz. Bizim bildiğimize göre gövde yerleşimli bu glomus tümörü nadirdir.
Atipik bölgelerde yerleşim gösteren ağrılı tümöral lezyonların ayırıcı tanısında glomus tümörü akla gelmelidir. Total cerrahi eksizyon uygun teşhis ve tedavi sağlamak için yapılmalıdır. Erken ve kesin tanı gereksiz prosedürleri önler. Kesin tanı için histopatolojik değerlendirme yapılmalıdır.
Glomus tumors are rare benign vascular tumors first described by Wood in 1812. Despite their typical acral distribution, glomus cells have also been described in bone, stomach, colon, trachea, mediastinum, liver, and other sites, and glomus tumors can potentially develop at those sites. We report a rare case of a glomus tumor at an unusual site,with severe pain, cold sensitivity,and point tenderness. To the best of our knowledge, this glomus tumor that occurred on the gövde is very rare.
Glomus tumour should be considered in the differential diagnosis of any painful, tumoral lesions atypical localisation. Total surgical excision should be performed to ensure proper diagnosis and treatment. An early and accurate diagnosis will prevent unnecessary procedures. Histopathological assessment should be performed to accurate diagnosis.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Sepsis Sendromu Olgusu: Weil Hastalığı Yakınımızda
Sepsis Syndrome Case: Weil’s Disease Nearby
İsmail Necati Hakyemez, Mustafa Taner Yıldırmak, Funda Şimşek, Abdulkadir Küçükbayrak
doi: 10.5222/otd.2012.055  Sayfalar 55 - 58
Leptospiroz, bir spiroket olan Leptospira interrogans tarafından meydana gelen ve tüm dünyada yaygın olarak görülen bir zoonoz hastalığıdır. Bu bakterinin en önemli rezervuarı kemirgenler ve ratlardır. İnfekte hayvanların üriner çıkartıları Leptispira spp. için en öenmli kaynaktır. Hastalık çoğunlukla hafif, anikterik, febril hastalık formundan daha öz görülen Weil hastalığı adı verilen ve çoklu organ yetmezliği giden şiddetli forma kadar değişen bir aralıkta görülebilir. Weil Hastalığı çoklu organ disfonksiyonu ile karakterize olan bir hastalıktır. Hastalar; sarılık, yüksek ateş, hemoraji, nörolojik değişiklikler, kardiyovasküler kollaps, pulmoner tutulum, hepatik nekroz ve böbrek yetmezliği ile başvurabilirler.
Özellikle hepatorenal yetmezlik ile seyreden sepsis sendromu olgularında antibiyotik ve destek tedavisine erken başlanılmalıdır. Bu yazıda sepsis sendromu tanısıyla acil servise alınan, böbrek, karaciğer ve akciğer tutulumunun olduğu 51 yaşında bir Weil hastalığı olgusu sunulmuştur.
Leptospirosis is a zoonosis of worldwide distribution caused by infection with Leptospira interrogans, a pathogenic spirochete. The most important reservoirs are rodents, predominantly rats. Urinary shedding of organisms from infected animals is the most significant source of Leptospira spp. The majority of patients manifest a mild, anicteric febrile illness, but a minority of patients develop a severe form with multiorgan involvement, called Weil's disease. Weil's disease is characterized by multisystem dysfunction and can present with high fever, significant jaundice, renal failure, hepatic necrosis, pulmonary involvement, cardiovascular collapse, neurologic changes and hemorrhagic diathesis.
Especially, in sepsis syndrome cases with hepatorenal failure, antibiotic treatment should be started immediately. In this paper are presented that 51 years-old Weil’s disease case with sepsis syndrome admitted to emergency room with multiorgan disfunction involved pulmonary, kidney, and liver
Makale Özeti | Tam Metin PDF