Cilt: 37  Sayı: 1 - 2021
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
ONKOLOJİK TEDAVİDE YENİ GELİŞMELER: HEDEF TEDAVİLER VE İMMÜNOTERAPİLER
ONKOLOJİK TEDAVİDE YENİ GELİŞMELER: HEDEF TEDAVİLER VE İMMÜNOTERAPİLER
Funda Yılmaz, Berna Öksüzoğlu
Sayfalar 1 - 10
Kanser biyolojisini daha iyi anlamaya başladığımız son 20 yılda sistemik tedavilerde hedefli tedaviler ve immünoterapiler geliştirildi ve rutin pratikte monoterapi veya kombine tedaviler olarak yerlerini almaya başladılar.
Belli bir moleküle spesifik etki eden tedavilere hedef tedaviler denmektedir. Halihazırda kullanılan hedef tedavilerin büyük bir kısmını monoklonal antikorlar, tirozin kinaz inhibitörleri ve proliferasyon kaskadına etki edenler oluşturmaktadır. Monoklonal antikorlar antijen maruziyeti ile tek bir B hücre klonundan üretilen hedef moleküllerdir. Mevcut kullanımda olan immünoterapötiklerin çoğu monoklonal antikor yapısındadır.
Günümüzde kanser tedavisinde sıklıkla kullandığımız monoklonal antikorların hedefleri, HER2 (insan epidermal büyüme faktör reseptörü-2), EGFR (epidermal büyüme faktör reseptörü), VEGF (vasküler endotelyal büyüme faktörü), RANKL (NF kappa-B ligand reseptör aktivatörü), PD-1 (programmed death-1), PDL-1 (programmed death ligand-1)dir.
Büyüme sinyali modülasyonunda önemli yer alan tirozin kinazlara yönelik tedaviler pek çok kanser türünde kullanılmaktdırlar. Tirozin kinaz inhibitörleri küçük moleküllerdir ve oral kullanılırlar. En sık kullanılanları anti anjiyojenik multikinaz inhibitörleridir. Bununla beraber EGFR ve ALK (anaplastik lenfoma kinaz) inhibitörleri sayesinde özellikle küçük hücreli dışı akciğer kanseri tedavisinnde büyük yol kat edilmiştir. Yine BRAF/MEK, SMO/Hedgehog yolağı, PARP, PI3K, HER2 inhibitörleri diğer kullanımdaki tirozin kinaz inhibitörleridir. mTOR (Mammalian Target of Rapamycin) yolağı da yine pek çok kanserde hedef olarak kullanılmaktadır.
İmmünoterapiler, immün mikroçevreyi regüle ederek immün sistemi güçlendirip immün hücrelerin tümör hücrelerine karşı savaşmasını sağlayan tedavilerdir. İlk kullanılan immünoterapi olan yüksek doz interferon sayesinde kanser hücrelerinde immünoterapinin etkisi gösterilmiş olup immünoterapi stratejileri; kanser aşısı, onkotik virüsler, ex-vivo aktive edilen T hücre ve natural killer hücre transferi ve immün kontrol nokta inhibitörlerinden oluşur.
Tüm bu tedaviler ile daha az yan etki ve daha fazla antitümör etkinlik ile hastaların sağkalımına ve yaşam kalitesine ciddi katkı sağlanmaktadır. İleriye yönelik çok sayıda yeni molekül araştırılmakta ve kanser tedavisinde umut vaat eden gelişmeler devam etmektedir.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
2.
Endometriozisli hastalarda ağrıyı iyileştirmede Dienogest'in kısa dönem etkinliği- Tek merkez deneyimi
Short term efficacy of Dienogest in improving pain in patients with endometriosis- A single center experience
Cihan Kaya, İsmail Alay, Hüseyin Cengiz, Ece Bahçeci, Sinem Ertaş Kaya, Murat Ekin, Levent Yasar
Sayfalar 11 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Endometriozis, üreme çağındaki kadınların %5- 15'ini etkileyen yaygın bir hastalıktır. Bu çalışmanın amacı, Dienogest'in (DNG) endometriozisli hastaların ağrı skorlarının iyileştirilmesindeki etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Endometriozis kliniğimize 1 Mart 2015 ile 1 Mart 2017 tarihleri ​​arasında başvuran 77 kadın hastanın verileri değerlendirildi. Hastalar, DNG tedavisi alanlar ve herhangi bir ilacı kullanmayı kabul etmeyen hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldı. DNG grubunda 46 hasta, medikal tedavi almayı kabul etmeyen grupta 31 hasta vardı. Başlıca semptomlar Görsel Analog Skala (VAS) ya göre derecelendirildi. Çalışma grupları yaş, gravida, parite, Vücut Kitle İndeksi (VKİ), VAS skorları ve ileri cerrahi gereksinimleri açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: En sık görülen semptom dismenore (%79.2) ve en az dizüri (%7.8) idi. Çalışma grupları arasında yaş, gravida, parite, VKİ, ileri cerrahi gereksinimi açısından anlamlı fark yoktu. Çalışma grupları arasında dismenore, disparoni, diskezi ve pelvik ağrı VAS skorlarındaki azalma açısından anlamlı bir fark vardı ve 6 aylık takip süresi sonunda DNG lehine daha fazla azalma gözlendi (p: <0.001, p: 0.04, p: 0.009, p: 0.01, sırasıyla).
TARTIŞMA ve SONUÇ: DNG, endometriozis ile ilişkili ağrı semptomlarının azaltılmasında alternatif olarak düşünülmelidir.
INTRODUCTION: Endometriosis is a common disease that affects 5–15 % of women of reproductive age. In this study, we aimed to evaluate the effect of Dienogest (DNG) in improving pain scores of patients with endometriosis.
METHODS: The data of 77 women who were admitted to our endometriosis clinic during the time period between 1 March 2015 to 1 March 2017, were evaluated. The patients were divided into two groups whether they had received DNG or denied to use any medication. There were 46 patients in DNG group and 31 patients in the expectant management group. The main presenting symptoms were graded regarding Visual Analogue Scale (VAS). The study groups were compared in terms of age, parity, gravidity, Body Mass Index (BMI), VAS scores, and further surgery requirement.
RESULTS: The most common presenting symptom was dysmenorrhea (79.2%) and the least was dysuria (7.8%). There was no statistically significant difference between study groups in regards to age, parity, gravidity, BMI, further surgery requirement. There was a significant diverge regarding decrease of dysmenorrhea, dyspareunia, dyschezia, and pelvic pain VAS scores between the study groups, and more reduction was observed in favor of DNG group after 6 months of follow up span (p: <0.001, p: 0.04, p: 0.009, p: 0.01, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: DNG might be used as an alternative for reducing pain symptoms related to endometriosis.
Makale Özeti

3.
Gizli şaşılık stereo-keskinliği etkiler mi?
Does latent strabismus affect stereo-acuity?
Feray Koc, Berkay Akmaz, Nazife Sefi Yurdakul
Sayfalar 15 - 19
GİRİŞ ve AMAÇ: Gizli şaşılığın stereo-keskinlik üzerine etkisini belirlemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaşları 18-35 olan normal bireylerin stereo-keskinlikleri TNO ve Titmus testleri kullanılarak ölçüldü. Çalışma grubu mükemmel stereo-keskinlik eşiği kabul edilen 30 arksaniye seviyesine ulaşanlar ( Grup A) ve ulaşamayanlar ( Grup B) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Stereo-keskinlik seviyeleri ile gizli şaşılık miktarları arasındaki ilişki değerlendirildi.
BULGULAR: Gizli kayma açıları (mutlak değer) 0-35 prizm diopter(PD) arasında değişmekteydi. TNO (r=0.380 p=0.002) ve Titmus (r=0.306 p=0.015) stereo-keskinlik eşik değerleri kayma açısı arttıkça artma eğilimindeydiler. Grup A’ da ortalama kayma açısı 3.07 ± 3,26 PD olan 18 ekzoforik ve 9 ortoforik olmak üzere 27 olgu vardı. Grup B ise 28 ekzoforik, 5 ortoforik ve 3 esoforik olmak üzere 36 olgudan oluşmaktaydı. Grup B’ nin ortalama kayma açısı ( mutlak değer) 6,50 ± 6,92 PD olup bu değer Grup A’nın ortalaması ile kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p = 0.012). Hiç bir esoforik olgu mükemmel stereo-keskinlik seviyesine ulaşamamış olsa da gruplarda kayma tiplerinin dağılımı farklılık göstermedi(p=0.077). Bununla birlikte Grup A’nın ortalama yaşı Grup B’den yüksek bulundu (p =0.006).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gizli şaşılık stereo-testlerde gerçek stereo-duyarlılık potansiyelini kısmen maskeleyebilir. Bu etki, özellikle TNO testinde, esoforyası veya konverjans- diverjans dengesizliği olan bireylerde belirginleşmektedir.
INTRODUCTION: To determine the effect of latent strabismus on stereo-acuity
METHODS: Stereo-acuities of normal individuals, ranging in age from 18 to 35 years, were measured using the TNO or Titmus tests. The study population was divided into two with respect to the achievement of the accepted excellent stereo-acuity threshold of 30 arcseconds (Group A) or not (Group B). The relationship between latent deviation angles and stereo-acuity levels were evaluated.
RESULTS: Latent deviation angles ranged from 0 to 35 prism diopters(PD). Both TNO (r=0.380 p=0.002) and Titmus (r=0.306 p=0.015) stereo-thresholds tended to increase as the latent deviation angles increased. Group A included 27 participants, who had either exophoria(18) or orthophoria(9) and the mean deviation angle of this group was 3.07 ± 3,26 PD. Group B included 36 participants, 28 of whom had exophoria, 3 had esophoria, and the remaining 5 had orthophoria. The mean angle of deviation in Group B was 6,50 ± 6,92PD and this value was statistically higher when compared to the mean deviation angle of Group A. (p = 0.012). Though none of the esophoric participants achieved excellent stereo-acuity, distribution of the deviation types did not cause any difference between the groups (p=0.077). However, the mean age of Group A was found to be higher than that of Group B (p =0.006).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Latent deviation can mask real stereo-sensitivity potentials of subjects to some extent during the stereo-testing procedure. This effect appears to be more prominent with the TNO test and much stronger in subjects with esophoria and subjects with convergence-divergence imbalance.
Makale Özeti

4.
Oral ve Parenteral D Vitamini Takviyesinin Böbrek Fonsiyon, 25-Hidroksi D Vitamin kan seviyesi ve Paratiroid Hormon Düzeylerine Etkileri
Effects of vitamin D supplementation by oral or parenterally on kidney function, blood concentrations of 25-Hydroxy D vitamin and parathyroid hormon levels
Sevgi Atar, Esma Demirhan, Berrin Hüner, Tuğba Aydın, Okan Dikker, Ömer Kuru
Sayfalar 20 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda, oral, aralıklı oral ve parenteral 25- Hidroksi D vitamini replasmanının 25-Hidroksi D Vitamin kan seviyesi ve Paratiroid hormon düzeylerine ve böbrek fonksiyonlarına etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 18-75 Yaş arası 25- Hidroksi D vitamin düzeyi istenmiş yaklaşık 4000 olgunun dosyaları retrospektif olarak incelendi. 25- Hidroksi D vitamin düzeyi=<10 ng/ml’nun altında olan, rutin tetkikleri istenmiş, tedavinin ikinci ve altıncı haftasında kontrol tetkikleri yapılmış ve çalışmaya uygun olduğu gözlenmiş 120 hasta çalışmaya dahil edildi. Olgular D vitamini eksikliği nedeniyle verilmiş olan tedavi protokollerine göre 3 gruba ayrıldı. 1. grup tek doz oral 300.000 IU 25- Hidroksi D3 verilmiş, 2. grup tek doz Parenteral (IM) 300.000 IU 25- Hidroksi D3 uygulanmış, 3. grup ise 6 hafta boyunca, haftada 1 oral 50.000 IU toplam 300.000 IU 25- Hidroksi D3 verilmiş olgulardan oluşmaktaydı. Hastaların D vitamin düzeyleri ve diğer laboratuvar parametreleri kayıt edildi ve gruplar arası istatistiksel karşılaştırma yapıldı.
BULGULAR: 25 - Hidroksivitamin D3 verilmiş olgular birbirine eşit sayıda üç gruptan oluşmaktaydı (n1=40, n2=40, n3=40). Birinci (p=0,001) ve üçüncü (p=0,001) grup bulgularındaki 25- Hidroksi D vitamin düzey değişimleri ikinci gruptan yüksek bulundu (p<0,01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda tek doz ve aralıklı olarak oral yolla alınan D vitamini tedavisinde elde edilen D vitamini kan düzeyleri IM tedavi verilenlere göre yüksek bulundu.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the effects of vitamin D supplementation on kidney function, blood concentrations of 25-hydroxy D vitamin and parathyroid hormon levels.
METHODS: At the age of between 18-75, about 4000 participants’ 25-hydroxy D vitamin levels were investigated retrospectively. Inclusion criteria included screening 25 hydroxy D vitamin=<10 ng/ml at the local clinical laboratory. For this study, 2nd and 6th weeks blood parameters control was needed. Because of this 120 patients were choosed and categoriesed according to treatment prosedures. First grup participants were prescribed a fixed dose of oral vitamin D filled at local clinical pharmacies at 300,000 IU. Second grup participants were prescribed a fixed dose of parenteral vitamin D filled at local clinical pharmacies at 300,000 IU. Last grup participants were prescribed a fixed dose of oral vitamin D filled at local clinical pharmacies at 50,000 IU once weekly for 6 weeks. Vitamin D values and biochemical laboratory parameters were recorded and were compared between groups as statistically.
RESULTS: With treatment 25-hydroxyvitamin D3, there are 3 groups that were seperated each other equally.(n1=40,n2=40,n3=40). The finding is that both first (p=0,001) and third grups (p=0,001) 25-hydroxy D vitamin levels changes are much more than second grup.( p<0,01)
DISCUSSION AND CONCLUSION: These effects occur with significant changes in oral vitamin D suplamentation rather than parenterally.
Makale Özeti

5.
Hiperemezis Gravidarumda İnflamasyon Belirteçleri
Inflammation Markers In Hyperemesis Gravidarum
Özlen Emekçi Özay, Ali Cenk Ozay
Sayfalar 27 - 31
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, hiperemezis gravidarum (HEG) patofizyolojisinde inflamasyonun rolünü araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif çalışma, Temmuz 2019 ile Mart 2020 arasında Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim dalında gerçekleştirildi. Çalışmaya 6-13. gestasyonel haftalar arasında bulunan fetal kalp atımı pozitif saptanmış hastalar dahil edildi. Persistan bulantı ve kusma, gebelik öncesi vücut ağırlığının% 5'inden fazlasının kaybı, rastgele yapılan idrar analizinde en az bir pozitif ketonüri varlığı HEG olarak tanımlandı. Beyaz kan hücresi (WBC) sayısı, nötrofil sayısı (NEU), lenfosit sayısı (LYM), hemoglobin (Hb), hematokrit (Htc), trombosit sayısı (PLT), retikulosit dağılım genişliği (RDW), trombosit dağılım genişliği (PDW) hastaların total kan sayımından analiz edildi. Nötrofil lenfosit (NLR) ve trombosit lenfosit oranları (PLR) hesaplandı.
BULGULAR: Gebeliğin birinci trimesterinde olan 49 HEG hastası ve 121 sağlıklı kadın değerlendirildi. Sağlıklı gebe ve HEG hastalarının yaş, gravida, parite, gebelik haftaları ve vücut kitle indeksi benzerdi. Beyaz kan hücreleri, nötrofiller, RDW, CRP ve idrar keton düzeyleri HEG grubunda istatistiksel olarak daha yüksek saptandı. Nötrofil / lenfosit oranı veya trombosit / lenfosit oranı açısından fark görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Beyaz kan hücreleri, NLR, PLR ve CRP seviyeleri gibi enflamatuar belirteçlerin ölçümü, HEG tanısında değerli belirteçlerdir. Çalışma bulgularımıza göre NLR ve PLR kabul edilebilir, ancak CRP seviyeleri hastalığın tanısını ve şiddetini öngörmek için daha iyi bir göstergedir.
INTRODUCTION: The objective of this study is to investigate the role of inflammation in the pathophysiology of hyperemesis gravidarum (HEG).
METHODS: This prospective study was conducted in the Department of Obstetrics and Gynecology at Near East University Hospital between July 2019 and March 2020. The patients that were defined as HEG should have the following symptoms: persistant nausea and vomiting, loss of >%5 of prepregnancy body weight, the presence of at least one positive ketonuria test in a random urine analysis, fetal heartbeat positivity at 6-13 weeks of gestation and singleton pregnancy. White blood cell (WBC) count, neutrophil count (NEU), lymphocyte count (LYM), hemoglobin (Hb), hematocrite ( Htc), platelet count (PLT), red cell distribution width (RDW), platelet distribution width (PDW) were analyzed from the patients’ total blood count. Neutrophil lymphocyte (NLR) and platelet lymphocyte ratios (PLR) were calculated.
RESULTS: 49 patients with HEG and 121 healthy women were evaluated in the first trimester of the pregnancy. The healthy pregnant women and HEG patients had similar age, gravida, parity, gestational weeks and body mass index. White blood cells, neutrophils, RDW, CRP and urinary keton levels were statistically higher in HEG group. There were no differences in terms of neutrophil/lymphocyte ratio or platelet/lymphocyte ratio.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Measurement of inflammatory markers, such as white blood cells, NLR, PLR and CRP levels might provide valuable knownledge in HEG diagnosis. NLR and PLR are acceptable, but CRP level is a better indicator for predicting the diagnosis and severity of the disease according to our study findings.
Makale Özeti

6.
18F-FDG PET/BT İle saptanan insidental tiroid lezyonlarında tiroid kanseri prevalansı ve riski
Thyroid cancer prevalance and risk in incidental thyroid lesions detected with 18F-FDG PET/CT
İbrahim Fatih Ceran, Filiz Özülker, Sevda Sağlampınar Karyağar, Tamer Özülker
Sayfalar 32 - 37
GİRİŞ ve AMAÇ: Herhangi bir endikasyonla kliniğimizde FDG PET/CT çekilen hastalarda insidental saptanan tiroid nodüllerinin tiroid kanseri ile ilişkisini araştırmak
YÖNTEM ve GEREÇLER: Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nükleer Tıp bölümünde 2015-2016 yıllarında tiroid kanseri dışında endikasyonla FDG PET/CT çekilen hastaların sonuç raporları tarandı. Bu vakaların yaş, cinsiyet, FDG/PET çekim endikasyonu, FDG tutulum şekli (fokal-diffüz), lezyonların SUVmax değerleri ve ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) veya cerrahi yapılmış olanların histopatolojisi kaydedildi. Bu değerlerin sonucuna göre insidental saptanan tiroid nodüllerinin tiroid kanseri ile ilişkisi ortaya konmaya çalışıldı.
BULGULAR: F-18 FDG PET/CT ile insidental tiroid nodülü saptadığımız ve çalışmamıza dahil ettiğimiz 50 kişilik çalışma grubumuzda İİAB veya total tiroidektomi ile 40 vaka benign tanısı alıp 10 vaka malign tanısı almıştır. Çalışma grubumuzun tanı sonucu malign grubun SUVmax ortalaması benign olan gruba göre daha yüksekti ancak SUVmax ortalamaları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunamadı. (p>0.05). Çalışma grubumuzun tanı sonucu malign grup ile benign grup arasında tümör boyutu dağılım oranları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunamadı.(p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tirod kanseri dışı nedenle F-18 FDG-PET/CT çekilen hastaların %4 ünde tiroid insidentaloması saptandı. F-18 FDG-PET/CT ile fokal FDG tutan tiroid nodülü olan hastaların %20 sinde tiroid malignitesi saptandı. Benign ve malign tanı alan gruplar arasında SUVmax ve lezyon boyutu açısından anlamlı bir fark saptanmadı. SUVmax değeri ile malignite arasında bir ilişki saptanmadığı için SUVmax için thresold değeri hesaplanamadı.
INTRODUCTION: Analyzing the relationship between thyroid nodules detected on patients who were examined in our clinic by any indication and had FDG PET/CT scanning and thyroid cancer.
METHODS: Results of the patients who had FDG PET/CT scanning by any indication else than thyroid cancer during the years 2015 and 2016 in Okmeydanı Research and Education Hospital were examined. Ages and genders of the patients, FDG PET scanning indications, FDG accumulation type (focal or diffused), SUVmax values of lesions, histology and pathology of the patient who had FNAB (Fine Needle Aspiration Biopsy) or surgery were recorded. According to the results obtained from these values,the relationship between thyroid nodules and thyroid cancer was analyzed.
RESULTS: Among the 50 patients group who were all detected to have thyroid nodule by F-18 FDG PET/CT scanning, 40 cases had benign diagnosis while 10 cases had malign diagnosis either by FNAB or total thyroidectomy. According to the diagnosis results, the SUVmax average of the malign group was higher than the SUVmax average of the benign group. However no statistically significant result was obtained (p>0.05). Results also showed no statistically significant association regarding tumor size between malign and benign groups (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Thyroid incidentaloma was detected among patients who had F-18 FDG PET/CT scanning for any reason else than thyroid cancer. Thyroid malignancy was detected on 20% of patients who were diagnosed to have thyroid nodules by F-18 FDG PET/CT with focal accumulation. No statistically significant result concerning SUVmax value and lesion size was obtained among groups having benign and malign diagnoses. Since no significant result was obtained between SUVmax value and malignancy, no thresold value for SUVmax was calculated.
Makale Özeti

7.
İnflamatuar barsak hastalığı olan hastalarda apendektomi ve tonsillektomi sıklığı ve klinik önemi.
Frequency and clinical significance of appendectomy and tonsillectomy in patients with inflammatory bowel disease.
Yasemin Gökden, Deniz Öğütmen Koç
Sayfalar 38 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Apendektomi ve tonsillektomi, inflamatuar bağırsak hastalığının (IBD) etiyolojisinde tartışmalı bir çevresel faktör olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada ülseratif kolit (ÜK) ve Crohn hastalığı (CH) olan hastalarda tonsillektomi ve apendektomi sıklığını araştırmayı amaçladık. Ayrıca tonsillektomi ve apendektominin İBH tanı yaşı, bağırsak tutulumu ve tıbbi tedavilere etkileri de araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya 131 IBH ( 90 ÜK, 41 CH) hastası ve 76 sağlıklı kontrol (SK) dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen IBD hastalarına ve kontrol grubu katılımcılarına ameliyat sırasındaki yaşları, apendektomi veya tonsillektomi olup olmadığı soruldu. Hastaların İBH tanı yaşı, tıbbi tedavileri, hastalığın yeri ve perianal tutulum özellikleri hastane kayıtlarından incelenerek kaydedildi.
BULGULAR: 90 ÜK hastasından ikisine 20 yaşından sonra ve ÜK tanısı konduktan sonra apendektomi yapılmış. Apendektomi operasyonu ve operasyon yaşı, sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel fark saptanmadı. CH grubundaki 41 hastanın 8'inde apendektomi vardı. Bu hastaların altısı 20 yaşından önce ve CH tanısından önce apendektomi olmuştu. Sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, apendektomi operasyonu ve ameliyat yaşı bakımından apendektomi CH insidansı ile ilişkiliydi. Tonsillektomi operasyonu bakımından gruplar arasında anlamlı ilişki yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Apendektomi CH riskini artırır, ancak ÜK riski üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Tonsillektomi, hem CD hem de ÜK için artmış bir risk oluşturmaz.
INTRODUCTION: Appendectomy and tonsillectomy remains a controversial environmental factor in the etiology of inflammatory bowel disease (IBD). In this study, we aimed to investigate the frequency of tonsillectomy and appendectomy in patients with IBH. In addition, the effects of tonsilektomi and appendectomy on IBD diagnosis age, intestinal involvement and medical treatments were also investigated.
METHODS: A total of 131 IBH patients and 76 healthy controls (HC) were included in this study. The IBD patients included in the study and the control group participants were asked whether they had an appendectomy or tonsillectomy, their age at the time of the operation. The age of diagnosis of IBD, medical treatments, disease location, and perianal involvement characteristics of the patients was examined from the hospital records and recorded.
RESULTS: Two of the 90 Ulcerative Colitis (UC) patients underwent appendectomy after the age of 20 and after the diagnosis of UC. Appendectomy operation and age of operation were not associated with UC compared to the HC. Eight of 41 patients in the Crohn Disease (CD) group had appendectomy. Six of these patients had undergone surgery before the age of 20 and before the diagnosis of CD. Compared to the HC, appendectomy operation and operative age were significantly associated with the incidence of CD disease. There was no significant relationship between the groups in terms of tonsillectomy operation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Appendectomy increases the risk of CD, but has no effect on the risk of UC. Tonsillectomy does not pose an increased risk for both CD and UC.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
8.
Olgu Sunumu: Parainfluenza İlişkili Akut Fulminan Myokarditte Ekstrakorporeal Membran Oksijenizasyonu
Extracorporeal Membrane Oxygenation Support on Acute Fulminant Myocarditis Associated with Parainfluenza Infection; a Case Report
Melis Akpınar, Fatih Aygun, Ahmet Irdem
Sayfalar 45 - 48
Akut fulminan miyokardit (AFM), ani başlangıçlı, hızlı ilerleyen ve kardiyojenik şoka, şiddetli konjestif kalp yetmezliğine, ciddi ritim bozukluklarına ve etkili klinik müdahaleye rağmen kardiyak arreste yol açabilecek klinik bir durumdur. Mekanik dolaşım desteği bu hastalarda etkili bir kalp desteği sağlamaktadır. Bu yazıda medikal tedaviye yanıt vermeyen kardiyojenik şok tablosunda ve VA-ECMO ile başarılı bir şekilde tedavi edilen ve nörolojik sekelsiz bir şekilde hastaneden taburcu olan, AFM'li 14 yaşında bir kız hastayı sunduk.
Acute fulminant myocarditis (AFM) is a clinical condition that can lead to sudden onset, rapidly progressing cardiogenic shock with significant arrhythmias and cardiac arrest. Mechanical circulation support provides effective cardiac support in patients with AFM. In this article, we aimed to present a case of a 14-year-old girl with AFM who had cardiogenic shock and resistant ventricular tachycardia unresponsive to medical treatment, and was successfully treated with VA-ECMO and discharged without neurological sequelae from hospital.
Makale Özeti

9.
Dolikoektatik Basiler Arter ile Troklear Sinirin İzole Aralıklı Kompresyonu
Isolated Finding of Intermittent Compression of the Trochlear Nerve by a Dolichoectatic Basilar Artery
Ezgi Akar, Tamer Altay
Sayfalar 49 - 51
Vertebrobaziler dolikoektazi, vertebrobaziler arterlerin uzaması ve tortuitesi ile karakterize nadir bir hastalıktır. Klinik bulgular iskemik inme, kraniyal sinirlerin ve beyin sapının progresif kompresyonu, beyin kanaması ve hidrosefali arasında değişebilir. Bu makalede, üç aydır olan, eğik bir baş pozisyonu ve aşağı bakış ile ilişkili aralıklı diplopi şikayeti olan bir vakayı sunuyoruz. Hastanın nöro-oftalmik muayenesi normal sınırlardaydı.
Manyetik rezonans ve anjiyografik görüntülerde, sağ lateral beyin sapını sıkıştıran dolikoektatik baziler arter mevcut idi. Vertebrobaziler dolikoektazi tedavisi tartışmalıdır ve hala etkili bir tedavi yoktur ve sadece komplikasyonlar tedavi edilebilir. Cerrahi seçenekler çok sınırlı durumlarda yararlı olabilir, ancak stent teknolojisindeki ilerlemeler vertebrobaziler dolikoektazi tedavisinde ümit vericidir. Bildiğimiz kadarıyla, literatürde vertebrobaziler dolikoektazinin aralıklı olarak troklear siniri sıkıştığı ve ilgili bulgulara yol açtığı başka bir vaka yoktur.
Vertebrobasilar dolichoectasia is a rare disease characterized by elongation, and tortuosity of the vertebrobasilar arteries. Clinical manifestations may vary from ischemic stroke, progressive compression of cranial nerves and brain stem to cerebral hemorrhage, and hydrocephalus. Here, we report a case with a complaint of intermittent diplopia when looking down associated with a tilted head position for three months. His neuro-ophtalmic examination was within normal limits. The magnetic resonance and angiographic images revealed a dolichoectatic basilar artery compressing the right lateral brainstem.
Vertebrobasilar dolichoectasia treatment is controversial and still there is no effective treatment, and only complications can be treated. Surgical options may be useful in very limited cases, but advances in stent technology are promising in the treatment of vertebrobasilar dolichoectasia. To our knowledge, there is no other case in the literature that vertebrobasilar dolichoectasia intermittently compresses the trochlear nerve and leads to related findings.
Makale Özeti

10.
Dowling Degos hastalığı: Olgu sunumu
Dowling Degos disease: A case report
Selma Şengiz Erhan, Tülin Yüksel, Pınar Engin Zerk
Sayfalar 52 - 55
Giriş: Dowling-Degos hastalığı fleksural bölgelerde simetrik olarak yerleşen, kahverenkli-siyah maküllerle karakterize otozomal dominant geçişli nadir bir genodermatozdur. Lezyonlar doğumsal değildir ve başlangıç yaşı çok değişkendir. Kadınlarda daha sık izlenir. Burada klinik ve histopatolojik özellikleri Dowling-Degos hastalığı ile uyumlu olan, aile öyküsü bulunan, tedavisinde fraksiyonel Er-YAG lazer uygulanan ve iyi klinik sonuç elde edilen erkek olguyu literatür bilgileri eşliğinde sunmayı amaçladık.
Olgu sunumu: 35 yaşında erkek hasta, fleksural bölgelerinde çocukluğundan beri var olan siyah lekeler tarzında lezyonları nedeniyle dermatoloji kliniğine başvurdu. Kaşıntı ve ağrı gibi subjektif şikayetlere neden olmayan simetrik lekeleri olan hastanın soygeçmişinde, anne ve teyze çocuklarında da benzer lezyonların olduğu öğrenildi. İnguinal bölgedeki lezyondan alınan punch biyopsinin histopatolojik incelemesinde; epidermisde ince filiform şeklinde dallanmalar ve birleşme eğilimi gösteren reteler ve rete uçlarında tomurcuklanmalar ile bu alanlarda hiperpigmentasyon izlendi. Bu alanlara komşu epidermis içinde keratin kistleri ile süperfisyel dermisde hafif perivasküler mononükleer iltihabi hücre infiltrasyonu gözlendi. Klinik bulgular eşliğinde olguya Dowling-Degos hastalığı tanısı verildi.
Sonuç: Dowling-Degos hastalığı fleksural bölgelerin hiperpigmente lezyonlarında ayırıcı tanıda akla getirilmelidir.
Introduction: Dowling Degos disease is a rare genodermatose inherited autosomal dominantly and characterized by brown to black coloured macules located symmetrically in flexural sites. Lesions are not congenital and age of onset is highly variable. It's more common in women. In this case report we will report a case of a male patient whose clinical and histopathological findings are consistent with Dowling Degos disease; who had a family history of the disease and fractional Er-YAG laser had yielded good clinical outcome, together with the knowledge of the literature.
Case Report: 35 years old male patient applied to dermatology clinic with black colored lesions in his flexural sites since his childhood. He had no subjective symptoms such as itching or pain in his symmetrically located lesions and he had a history of similar lesions in his mother and cousens. On the histopathological examination of the lesion taken from the inguinal region there was fine filiform branchings in the epidermis, rete showed tendency to merge and there was budding in the rete ridges which showed hyperpigmentation. The adjacent epidermis showed keratin cysts and mild perivascular mononuclear inflammatory cell infiltration in the superficial dermis. Regarding to these histopathological findings the diagnosis of Dowling Degos Disease is given to patient.
Conclusion: Dowling Degos disease should be kept in mind in the differential diagnosis of the hyperpigmented lesions in flexural sites.
Makale Özeti