Cilt: 33  Sayı: 4 - 2017
Özetleri Gizle | << Geri
ARAŞTIRMA
1.
Velofaringeal yetmezlik nedeniyle faringeal flep cerrahisi geçirmiş hastalara uygulanan flep ayrılması sonrasında konuşma sonuçları etkilenmekte midir?
Does division of pharyngeal flap operated for correction of velopharyngeal insufficiency affects speech results?
Mert Çalış, Gökhan Sert, Mehtap Öztürk, Rıza Önder Günaydın, Maviş Emel Kulak Kayıkçı, Figen Özgür
doi: 10.5222/otd.2017.1098  Sayfalar 181 - 187
GİRİŞ ve AMAÇ: Yarık damak onarımına ikincil velofaringeal yetmezlik gelişen hastalarda günümüzde en sık başvurulan cerrahi tedavi faringeal flep prosedürüdür. Bu çalışmanın amacı gelişen obstrüktif sorunlarla faringeal flep ayrılması gereken hastaların preoperatif ve postoperatif konuşma sonuçlarının karşılaştırılarak flep ayrılmasının elde edilen konuşma kazanımlarını ne kadar etkilediğini ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Damak onarımına ikincil gelişen velofaringeal yetmezlik tedavisi amacıyla superior bazlı faringeal flep cerrahisi ile tedavi edilmiş ancak geç dönemde sebat eden obstrüktif yakınmalar nedeniyle flep ayrılması cerrahisi geçirmiş olan 9 hasta çalışmaya dahil edildi. Konuşma sonuçlarının objektif bulgularla değerlendirilmesi amacıyla postoperatif fiberoptik endoskop ile velofaringeal hareketlilik ve kapanma durumu anatomik olarak değerlendirilirken, nazometre ile foneme spesifik nazalans değerlerinin işlem öncesi ve sonrası değişimi karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Çalışma kapsamında değerlendirilen 9 hastanın 5 i (%55.5) kadın 4 ü (%44.5) erkek idi. Flep ayrılması geçiren kadın hastaların ortalama yaşı 22,25±8,22, erkeklerin ortalama yaşı 15,20±12,89 olarak tespit edilmiştir. Çalışmaya katılan hastaların faringeal flep cerrahisi sonrası flep ayrılmasına kadar geçen sürede ortalama takip süreleri 17,11±4,01 ay olarak belirlenmiştir. Preoperatif ve postoperative nazalans skorları arasındaki farklar değerlendirildiğinde flep ayrılması ile herhangi bir hece grubunun seslendirilmesinde anlamlı bir farklılık gözlenmemiştir (tüm hece gruplarında p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Obstrüktif yakınmalar nedeniyle geç dönemde gerçekleştirilecek faringeal flep ayrılması işlemi konuşma sonuçlarını olumsuz etkilememektedir. Bu konuda ve flep ayrılması ile eş seanslı olarak damak uzatma işlemlerinin gereksinimine yönelik daha geniş hasta serileriyle, ek çalışmalar yapılması önemli katkı sağlayacaktır.

INTRODUCTION: The first line treatment in correction of velopharyngeal insufficiency secondary to cleft palate repair is currently the pharyngeal flap procedure. The aim of this study is to demonstrate if the speech results are effected from the pharyngeal flap division applied to patients with obstructive complaints comparing the preoperative and postoperative speech results.
METHODS: 9 patients operated with superior based pharyngeal flap for correction of velopharyngeal insufficiency secondary to cleft palate repair were included in the study. In order to evaluate the speech results using objective criteria, postoperative motility and closure of the velopharyngeal unit was examined with nasopharyngoscope and preoperative and postoperative nasalance scores specific to certain phonemes were compared.
RESULTS: 5 patients (55.5%) included in the study were female whereas 4 of them (44.5%) were male. The mean age of the female patients operated for flap division was 22,25±8,22, and it was 15,20±12,89 years for male patients. The mean follow up patients from the pharyngeal flap surgery to division was 17,11±4,01 months. Comparison of the preoperative and postoperative nasalance scores of the patients did not demonstrate significant results (p>0.05 for all syllables).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Division of pharyngeal flap in the long term in respect to relief of obstructive complaints appears not to affect the speech results. Further studies related with this issue and necessity of simultaneous palatal lengthening procedures for optimizing the results would make great contribution.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

2.
Varus Gonartrozunda Medial Açık Kama Osteotomisi Tedavileri ve Uzun Dönem Sonuçları
Medial Open Wedge Osteotomy Treatments in Varus Gonarthrosis and Long Term Results
Ömer Özel, Müjdat Adaş
doi: 10.5222/otd.2017.1097  Sayfalar 188 - 193
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı varus gonartrozu’nun tedavisinde Puddu plak kullanılarak yapılan medial açık kama osteotomilerinin endikasyonları tekniği ve geç dönem sonuçları açısından değerlendirilmesi ve literatür ile kıyaslanmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaç doğrultusunda 2001 ve 2004 yılları arasında hastanemize diz ağrısı sebebiyle başvuran ve ameliyat edilen 27 hastanın 33 dizi değerlendirildi. Bu çalışmada hastaların 3’ü erkek 24’ü kadın idi. Hastaların şu anki yaş ortalamaları 59.54, vücut kitle indeksleri ortalama 30.58 idi.
BULGULAR: Hastaların ortalama takip süresi 6.7 yıldır. Preoperatif Lysholm skorları ortalama 52.6 idi. Preoperatif femur tibia arası mekanik aks ortalamaları ise 8.30 varus da bulundu. 2009 yılı takiplerinde Lysholm skorları ortalama 70.2 ve femur tibia arası mekanik aks ölçümleri ortalama 1,78 derece varus da ölçülmüştür. Hastaların preop ve son kontrollerindeki lysholm skoru ve femur tibia arası mekanik aks karşılaştırılması, istatiksel olarak anlamlı miktarda düzelme lehine bulunmuştur (p<0.01). Vücut kitle indeksi’nin Lysholm skorlaması ve femur tibia arası mekanik aks arasında anlamlı ilişkisi bulunamamıştır (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak medial osteokompartmantal artrozu olan uygun endikasyondaki hastalarda Puddu plak ile yapılan yüksek tibial osteotomi uygulaması kolay, semptomları ve patolojinin ilerleyişini azaltmayı amaçlayan bir tedavi metodudur.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to evaluate the medial open wedge osteotomy technique, indications for varus gonarthrosis and compare the results with literature.
METHODS: For this purpose 27 patient’s who administered to our clinic between years 2001 and 2004 with knee pain, 33 knee were evaluated. Three men and 24 women patients are evaluated for this study. Patients mean age was 59,54 years, mean body mass index was 30,58.
RESULTS: The mean follow-up period was 6.7 years. Preoperatively mean Lysholm score was 52,6. Preoperatively the angle between the mechanical axis of femur and tibia is 8,30 degrees at varus. The average follow-up lysholm scores at year 2009 was 70.2 and the mean angle between femur and tibia femoral mechanical axis was 1.78 degrees at varus. İt is founded statistically significant that there is a meaningfull improvement at the lysholm score and the angle between mechanical axis of femur and tibia between preoperative and final evaluations (p<0.01). No significant statistically relation founded between the body mass index and lysholm score and the angle between mechanical axis of femur and tibia (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, for the appropriate patients who has medial osteocompartmental arthrosis, the high tibial osteotomy with Puddu plate application is an easy procedure that aim to reduce symptoms and the progression of pathology.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Geç term gebeliklerde doğum indüksiyon başarısını etkileyen faktörler
Factors Affecting Labor Induction in Late-Term Pregnancies
Nuri Peker, Ahmet Demir, Zafer Bütün, Alper Biler, Savas Gündogan
doi: 10.5222/otd.2017.1120  Sayfalar 194 - 198
GİRİŞ ve AMAÇ: Kırk bir hafta ve üzeri gebeliklerin yönetiminde doğum indüksiyonu başarısını etkileyen faktörleri retrospektif olarak değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gebelik takibi ve doğumu yaptırılan 41 hafta ve üzeri gebelerin gebelik ve doğum kayıtları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Bishop skoru 7 ve üzerinde olan gebelerde indüksiyon sonrası vajinal yolla doğum yapma oranı (%93.1), bishop skoru 7’nin altında olanlardan (%60.7) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir (p: 0.003; p<0.01). Multipar gebelerde vajinal yolla doğum oranı (%79.7), nullipar gebeliklerden (%57.4) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir (p: 0.019; p<0.05). Amniyon maisi normal olan gebelerde vajinal yolla doğum yapma oranı (%73.2), oligohidroamniosu olan gebelerden (%43.8) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir (p: 0.037; p<0.05). Ek olarak amnion maisi normal gebelerde yenidoğan APGAR skorları oligohidroamniosu olan gebelere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir (p: 0.008; p<0.01) ve aynı gruptaki yenidoğanlarda yoğun bakım ihtiyacı görülme oranı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşüktür (p: 0.028; p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kırk bir hafta ve üzeri gebeliklerde indüksiyon başarısını etkileyen faktörler arasında bishop skoru, parite ve amnion mai miktarı bulunmaktadır. Bishop skoru 7’nin altında olan nullipar ve oligohidroamniyozu olan gebeliklerde fetal distres ve sezaryen ile doğum oranı artış göstermektedir.
INTRODUCTION: We retrospectively evaluated the factors affecting labor induction success in the management of pregnancies at or beyond 41 weeks of gestation.
METHODS: Gestational and obstetric records of 113 patients delivered at or beyond 41 weeks of gestation were retrospectively reviewed.
RESULTS: The rate of induced vaginal delivery was 93.1% (n=27) in patients with Bishop score ≥7 and 60.7% in patients with Bishop score <7 (n=84) and was significantly higher in patients with Bishop score ≥7 (p=0.003; p<0.01). The rate of induced vaginal delivery was 79.7% in multiparous women and 57.4% in nulliparous women and the rate was significantly higher in multiparous women (p=0.019; p<0.05). The rate of induced vaginal delivery was 73.2% in patients with normal AFI and 43.8% in patients with oligohydramnios and the rate was significantly higher in patients with normal AFI (p=0.037; p<0.05). Apgar score was significantly higher in the infants of the patients with normal AFI compared to patients with oligohydramnios (p=0.008; p<0.01) and the rate of NICU admission was higher in patients with oligohydramnios than in patients with normal AFI (p=0.028; p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Bishop score, parity, amniotic fluid index influence labor induction success in pregnancies at or beyond 41 weeks of gestation. Fetal distress and cesarean section rate was higher at patients with Bishop score <7 who were nulliparous and with oligohydroamnious.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Psoriasisli Hastaların Klinik ve Sosyodemografik Özelliklerinin Retrospektif Analizi
Retrospective Analysis of Clinical and Sociodemographic Features of Patients with Psoriasis
İlteriş Oğuz Topal, Ecenur Değirmentepe, Kübra Cüre, Utkan Kızıltaç, Nilgün Bahçetepe Hökenek, Emek Kocatürk
doi: 10.5222/otd.2017.07769  Sayfalar 199 - 205
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız psoriasisli hastalarda diğer ilişkili hastalıkların yanı sıra hastalık başlangıç yaşı, aile öyküsü, lezyonların dağılımı gibi klinik ve demografik özelliklerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013- Temmuz 2015 yılları arasında takip edilen 724 psoriasisli hasta çalışmaya dahil edildi. Klinik ve demografik özellikler hastaların kayıtlarından retrospektif olarak elde edildi.Yaş, cinsiyet, klinik tip, lezyonların dağılımı, hastalık başlangıç yaşı, aile öyküsü (1., 2. ve 3. derece), eşlik eden hastalıklar, sistemik ve lokal tedaviler kayıt edildi. Veriler istatistiksel olarak analiz edildi.
BULGULAR: Çalışma 724 psoriasisli hasta içermekteydi. Ortalama yaş 43±16,42 idi. Üç yüz yetmiş sekiz erkek, 346 kadın hasta vardı (erkek/kadın = 1,09: 1). Aile öyküsü hastaların %41,8’inde gözlendi. En sık klinik tip plak psoriasisdi. Psoriasisle ilişkili en sık tetkileyici faktör stres ve infeksiyondu. Psoriatik artropati hastaların %11,6’sında görüldü. Artropati klinik şiddetle koreleydi (p=0,024). Hastaların %51’si (374) eşlik eden bir hastalığa sahipti. En sık eşlik eden hastalıklar hipertansiyon, diyabet ve dislipidemiydi. Hastaların %32,9’u lokal tedavi alıyorken, %67,1’i sistemik tedavi alıyordu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak sonuçlarımız önceki çalışmalara benzerdi. Günümüzde psoriasis kronik immun-aracılı inflamatuvar bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden psoriasisli hastalar daha detaylı analiz edilmelidir. Bu hastalar değerlendiriliyorken, aile öyküsü ve ko-morbiditeler dahil çeşitli klinik özelliklerin göz önünde bulundurulması ve hastaların takibinin daha dikkatli yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: In this study, our aim is to evaluate of clinical and demographic features such as the age onset of the disease, family history, distribution of the lesions, gender, as well as the association with other disorders in patients with psoriasis.
METHODS: Seven hundred twenty four patients who were in follow-up for psoriasis, between the period of January 2013 and July 2015 were included in our study. The clinical and demographic features were obtained from the records of the patients retrospectively. Age, gender, type of the clinical disease, distribution of the lesions, age of onset, family history (in the first, second and third-degree relatives), accompanying diseases, systemic and topical treatments are recorded. Data was analysed statistically.
RESULTS: The study involved 724 patients with psoriasis. The mean age was 43±16.42. There were 378 males and 346 females patients (Male/female ratio = 1.09: 1). Family history of psoriasis was observed in 41.8% of patients. The most clinical type was plaque psoriasis. The most trigger factor associated with psoriasis were stress and infection. Psoriatic arthropathy was seen in 11.6% of patients. The arthropathy was correlated with clinical severity (p=0.024). Fifty one percent of the patients (374 patients) had an accompanying systemic disease. The most common accompanying diseases were hypertension, diabetes mellitus and dyslipidemia. Thirty two point nine percent of the patients were given local treatments while 67.1% had systemic treatments.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, our results were similar to former studies. Currently, psoriasis is accepted as a chronic immune-related inflammatuar disease. Hence, patients with psoriasis should be more detailed analysed. We think that various clinical features should be taken into consideration including family history and co-morbidites while these patients are examinated and follow-up of patients should be made more carefully.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Diz osteoartritinde trombositten zengin plazmanın ağrı ve fonksiyon üzerinde etkinliği
Efficiancy on pain and function of thrombocyt rich plasma in knee osteoarthritis
Murat Demiroğlu, Salih Soylemez
doi: 10.5222/otd.2017.1121  Sayfalar 206 - 212
GİRİŞ ve AMAÇ: Obezitenin giderek artması ve toplumda ortalama yaşam beklentisinin uzamasına bağlı olarak osteoartrit görülme sıklığı giderek artmaktadır. Son çalışmalarda 60 yaş üzeri toplumda insanların %13 ünde semptomatik osteoartrit(OA) görüldüğü bildirilmiştir. Son 20 yılda bu hastalarda ağrıyı azaltmak ve fonksiyonları koruyabilmek amacıyla minimail invaziv yöntemler kullanılarak uygulanabilen birçok ilaç geliştirilmiştir. Biz bu çalışmamızda Kellgren-Lawrence evrelemesine göre evre 2 ve 3 gonartrozu olan hastalarda trombositten zengin plazma (PRP) enjeksiyonunun ağrı ve diz fonksiyonları üzerine etkilerini incelemeyi amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma için PRP enjeksiyonu yapılan 73 hastanın medikal kayıtları retrospektif olarak incelendi. Kayıtları eksik olan veya takiplere gelmeyen 29 hasta çalışmaya dahil edilmedi. Çalışmaya dahil edilme kriterleri; Kellgren-Lawrence evre 2 veya 3 gonartrozu olmak, 50 yaşından büyük olmak, lomber herniasyon kaynaklı ağrısı olmamak ve medikal kayıtlarında değerlendirme formlarının tam olarak bulunmasıydı.
BULGULAR: Değerlendirme sonrasında hastaların 37 (84%) sinde VAS skorlarında iyileşme saptandı(p<0,001). Hastaların 5 (11%) i ağrılarında değişiklik olmadığını tariflerken 2 (5%) si ağrılarının dahada ilerlediğini bildirdi. KSS sonuçları değerlendirildiğinde hastaların 40 (90%) ında iyileşme saptandı(p<0,001). Hastaların 4 (10%) ünde ise değşiklik saptanmadı. Hastaların hiçbirinde KSS skorlarında kötüleşme saptanmadı
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak PRP enejksiyonu ile tedavi ucuz, kolay ulaşılabilir ve ağrıyı azaltan bir tedavi yöntemidir. PRP enjeksiyonu ile diz fonksiyonları orta-ileri evre gonartrozu olan hastalarda korunabilir. Kullanılacak enjeksiyon sayısı, sıklığı ve zamanı konusunda net sonuca varmak, kullanılacak trombosit konsantrasyon miktarının net olarak belirlemek adına ilerde daha fazla sayıda katılımcının birlikte çalıştığı, randomize ve karşılaştırmalı çok merkezli çalışmalar yapılmasını önermekteyiz.
INTRODUCTION: The incidence of osteoarthritis (OA) is rising, influenced by an aging population and the epidemic of obesity. Recent estimates suggest that symptomatic knee OA affects 13% of persons aged 60 years or older. In the last two decades, several agents, which can be introduced with minimal invasive means, have been developed to alleviate pain in these patients. To evaluate the effect of platelet rich plasma (PRP) therapy on pain and functions in Kellgren-Lawrence grade 2 and 3 gonarthrosis.
METHODS: Medical records of 73 individuals who have had PRP therapy were evaluated retrospectively. 29 individuals, whose records were either absent or were lost to follow up, were excluded from the study. Inclusion criteria were: suffering from Kellgren-Lawrence grade 2 and 3 primary gonarthrosis, age over 50, no pain originating from herniated nucleus pulposus, and having complete VAS and KSS scores at pre-injection and 6th month post-injection admittion. Visual analog scale (VAS) and knee society score (KSS) were used to evaluate changes in pain and function levels
RESULTS: Improvement in VAS scores was detected in 37 (84%) patients (p<0,001). Five (11%) patients reported no change in pain, and two (5%) patients reported minimal worsening (p=0,273). KSS scores were improved in 40 (90%) patients and showed no changed in four (10%) patients (p<0,001). Worsening was not detected in any of the patients.
Pre-injection mean KSS was recorded at 65, 41±7, 49 and post-injection was recorded at 82, 70 ±5, 64. Worsening in KSS scores was not detected; which means that knee functions were maintained by PRP therapy.

DISCUSSION AND CONCLUSION: PRP therapy is a cheap and attainable agent that can alleviate pain. Knee function can be maintained in patients suffering from mild to moderate gonarthrosis with PRP therapy. However, further studies will be needed to define exact doses, ideal concentration of platelets, and injection frequency of agents.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
İntrakranial kitlelerde kontrastlı T1 ağırlıklı spin eko sekansı ve kontrastlı T1 ağırlıklı FLAIR SENSE tekniğinin karşılaştırılması.
Comparison of contrast-enhanced T1 weighted FLAIR SENSE and T1 weighted Spin Echo sequence to detect cranial masses.
Hülya Kurtul Yıldız, Elif Evrim Ekin, Emel Yılmaz Şahin
doi: 10.5222/otd.2017.1092  Sayfalar 213 - 220
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada beyin lezyonlarının saptanmasında, sınırlarının belirlenmesinde ve artefaktların azaltılmasında kontrastlı T1A FLAİR SENSE tekniği ile kontrastlı T1A SE sekansı karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2012 ile Mart 2013 tarihleri arasında, intrakraniyal kitle tanısı ile başvuran 50 hasta kontrastlı T1A FLAİR SENSE ve kontrastlı T1A SE yöntemleri ile incelendi. Bu yöntemler ile lezyon sayısı, lezyon-zemin ve lezyon- beyin omurilik sıvısı (BOS) kontrast gürültü oranı (CNR) ve artefaktların şiddetleri değerlendirildi. Artefakt dereceleri, artefakt yok, hafif ve şiddetli olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: Kontrastlı T1A FLAİR SENSE yöntemi ile 23 fazla lezyon saptandı. Lezyon-zemin ve lezyon-BOS CNR değerleri karşılaştırıldı. Aralarında anlamlı fark saptanmadı (P>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada kontrastlı T1A FLAİR SENSE tekniğinin beyin lezyonlarının saptanmasında ve artefaktların azaltılmasında rutin incelemelerde yer alabileceği sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: In this study we aimed to compare contrast-enhanced T1-weighted FLAIR SENSE with contrast-enhanced spin-echo T1-weighted sequence to detect brain lesions, redacted of artifacts and determinated of the lesion boundaries.
METHODS: Between July 2012 and March 2013, 50 patients with a diagnosis of intracranial mass were examined with contrast-enhanced T1W FLAIR SENSE and contrast-enhanced T1W SE sequences. The number of lesions, lesion-background and lesion - cerebrospinal fluid (CSF) contrast-to-Noise Ratio (CNR), and the severity of the artifacts were assessed by with these two methods. The degrees of artifacts were classified as none, mild and severe.
RESULTS: More than 23 lesions were detected by contrast-enhanced T1-FLAIR SENSE when it was compaired with contrast-enhanced T1W SE. Lesion-background and lesion-CSF CNR were compared. There was no significant difference between them (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study we concluded that contrast-enhanced T1W FLAIR SENSE can take place in the routine eximinations to detect brain masses and to reduce artifacts.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Üreter Taşı Nedeniyle Lazer ve Pnömotik Litotriptör Kullanılan Hastalarda Komplikasyonların Modifiye Clavien Sınıflamasına Göre Karşılaştırılması
Comparison of The Using Pneumatic and Laser Lithotripter in Ureterorenoscopy According to the Modified Clavien Classification
Süleyman Sami Çakır, Emre Can Polat
doi: 10.5222/otd.2017.33600  Sayfalar 221 - 225
GİRİŞ ve AMAÇ: Pnömotik ve laser litotriptör kullanımının Modifiye Clavien derecelendirmesine göre komplikasyon oranlarına etkisini karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013 – Ekim 2016 tarihleri arasında üreter taşı nedeniyle URS yapılan 228 hastaya ait kayıtlar retrospektif olarak gözden geçirildi. Tüm hastalar operasyon öncesi ayrıntılı bir anamnez formu ile değerlendirildi. Genel dahili muayenesi yapıldı ve sistemik hastalık açısından sorgulandı. Hastalar operasyon öncesinde hemogram, seroloji, kan biyokimyası ve idrar kültürü ile değerlendirildi. 132 hastaya laser, 96 hastaya pnömotik litotripsi uygulandı. Komplikasyonlar Modifiye Clavien sistemine göre karşılaştırıldı.
BULGULAR: Distal üreter taşı olup lazer litotripsi uygulanan 72 hastanın 48’inde; pnömotik litotripsi uygulanan 52 hastanın 36’sınde; proksimal üreter taşı olup laser litotripsi uygulanan 60 hastanın 38’ünde, pnömotik litotripsi uygulanan 44 hastanın 26’sınde hiçbir komplikasyon gelişmedi. İki grup arasında tüm alt derecelendirmeler dahil edildiğinde komplikasyonsuzluk oranı bakımından anlamlı fark saptanmadı (p > 0,05). Alt gruplar incelendiğinde proksimal üreter taşlarında yalnızca derece 3b komplikasyonlar lazer litotriptör kullanılan grupta pnömotik litotriptör kullanılanlara göre anlamlı olarak daha az izlendi (p = 0,03).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Modifiye Clavien derecelendirmesine göre tüm alt gruplar dahil edildiğinde lazer ve pnömotik litotripsi yöntemlerinin komplikasyon oranları açısından birbirlerine üstünlükleri izlenmemiştir.
INTRODUCTION: Comparing pneumatic and laser lithotripter complication rates according to the Modified Clavien classification in ureterorenoscopy (URS).
METHODS: Records of 228 standard URS ferformed between January 2013 and October 2016, were evaluated retrospectively. All patients were evaluated with a detailed medical history form preoperatively. General examination was held and interrogated in terms of systemic disease. Patients’s preoperative blood count, serology, blood biochemistry and urine cultures were evaluated. 132 patients underwent laser, 96 patients underwent pneumatic lithotripter. Complications were compared according to the Modified Clavien classification.
RESULTS: No complication was seen in 48 of 72 patients who underwent laser lithotripter and 36 of 52 patients who underwent pneumatic lithotripter for distal ureter stone. Also no complication was seen in 38 of 60 patients who underwent laser lithotripter and 26 of 44 patients who underwent pneumatic lithotripter for proximal ureter stones. When all subgroups were included there was not any significant statistical difference seen between the two groups in terms of complication rates ( p > 0.05). Only in proximal ureter stone formers, degree of 3b complications were seen less in laser lithotripter group (p = 0,03 ).
DISCUSSION AND CONCLUSION: No superiority was observed in terms of complications between laser and pneumatic lithotripsy methods when all subgroups were included according to Modified Clavien classification except degree 3b in the proximal ureter stones.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
Dudak damak yarıklarının prenatal tanısı: Obstetrik ultrasonografinin yarık tipine göre isabet oranının değerlendirilmesi
Prenatal diagnosis of cleft lip and palate: Evaluation of the accuracy of obstetric ultrasonography depending on the cleft type
Mert Çalış, Mahmut Muhsin Yılmaz, Figen Özgür
doi: 10.5222/otd.2017.1093  Sayfalar 226 - 231
GİRİŞ ve AMAÇ: Dudak damak yarıklarının prenatal tanısının konuluması, ailenin bu konuda doğum öncesinde bilgilendirilmesi ve psikolojik olarak hazırlanmaları oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı obstetrik ultrasonografinin dudak damak yarıklarının prenatal tanısındaki isabet oranını değerlendirmek ve bu hastaların taşıdıkları etiyolojik risk faktörlerinin ve demografik özelliklerin gözden geçirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 477 primer dudak damak yarıklı hasta dahil edilmiştir. Anket yardımıyla ultrasonografi hikayesi, etiyolojik risk faktörleri ve demografik özellikleri kaydedilmiştir. Obstetrik ultrasonografiye ilişkin; yarığın tespit durumu, tespitin kaçıncı haftada olduğu, görüntülemenin nerede yapıldığı, ultrasonografik görüntülemeyi yapan hekimin uzmanlık alanı kaydedilmiştir. Prenatal ultrasonografik tespit; `başarılı`, `kısmi başarılı` veya `başarısız` olarak değerlendirildi.
BULGULAR: 477 hastanın, 223 tanesi (%46.8) kadın, 254 tanesi (%53.2) erkekti. 229 (%45.6) hastanın sahip olduğu yarık tipi dudak ve damak yarığı iken, izole damak yarığı %33.1, izole dudak yarığı %21.3 olarak tespit edilmiştir. Hastaların maruz kaldıkları başlıca etiyolojik faktörler açısından en yüksek oranda rastlanılan prenatal folik asit kullanımın yetersizliği olarak tespit edilmiştir. %15.1 oranında aile hikayesinin pozitifliği ve %11.8 oranında akraba evliliği saptanmıştır. Hastaların %43.0 oranında devlet hastanesinde, %40.7 oranında özel koşullarda ve %16.4 oranında üniversite hastanelerinde takip edildikleri görülmüştür. En yüksek başarı oranı %51.0 ile izole dudak yarığının tanısında konulurken, çarpıcı olarak en düşük başarı oranı %1.9 ile izole damak yarığının tanısında saptanmıştır. Dudak damak yarıklarının tespitinde istatistiksel olrak anlamlı düzeyde en başarılı sonuç %45.4 oranında başarılı tespit oranlarının gözlendiği özel kliniklerde elde edilmiştir (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dudak damak yarıklarının tanı, tedavi ve takibinde multidisipliner yaklaşım önemli olup, bu ekibin bir parçası da maternal fetal tıp uzmanı olmalıdır. Bu konuda ileri çalışmalar planlanmalı, dudak damak yarığı gibi doğumsal anomalilerin prenatal tanılarının gerçekleştirilmesinin gerek ailenin psikososyal hazırlığı, gerekse de bebeğin ideal beslenme ve gelişimi için önemli olduğu akılda tutularak, radyolojik görüntüleme modalitelerinde meydana gelecek gelişmeler, bu gibi doğumsal anomalilerin prenatal tanısı amacıyla yaygın olarak kullanılmalıdır.
INTRODUCTION: Prenatal diagnosis of cleft lip and palate is important in prenatal counselling and psychological adaptation of the parents. The aim of this study was to evaluate the accuracy of the obstetric ultrasonography and to document the etiologic risk factors and the demographic characteristics.
METHODS: 477 primary cleft patients were involved in this study. Details of obstetric ultrasonography, etiologic risk factors and demographics of the patients are recorded. For evaluation of the ultrasonography; cleft type, the timing of diagnosis, the center of follow up, speciality of the ultrasonographer are recorded. Prenatal evaluation was considered to be successful, partially successful or unsuccessful.
RESULTS: Among the 477 patients, 223 (46.8%) were female and 254 (53.2%) were male. 229 patient had cleft lip and palate, whereas 33.1% had isolated cleft palate and 21.3 % had isolated cleft lip. The leading risk factor that the patients possess was lack of preconceptional folic acid intake. 15.1% had positive family history and 11.8% had consanguinity. 43.0% had their obstetric evaluation in the public hospitals, whereas 40.7% had been evaluated in private conditions and 16.4% were followed up in university hospitals. The most accurate evaluation was among the isolated cleft lip patients (51.0%) and the diagnostic accuracy mong the isolated cleft palate was found to be 1.9%. The significantly most successful results are observed in the private conditions (45.4%) (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cleft lip and palate deformities should be followed in multidisciplinary manner with maternal fetal medicine specialist involved in the team. Further studies should be planned and it should always be considered that prenatal diagnosis of congenital deformities like cleft lip and palate provides both psychosocial adaptation of the parents and ideal feeding and development of the baby. Recent developments in the technology of the radiological imaging modalities should be used widely for prenatal diagnosis of such anomalies.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Sezaryen sırasında beklenmedik plasenta akreatayla karşılaşıldığında uterus korunabilir mi?
Can uterus be conserved in cases which unexpected placenta accreta is encountered during cesarean section ?
Barış Kaya
doi: 10.5222/otd.2017.1095  Sayfalar 232 - 240
GİRİŞ ve AMAÇ: Sezeryanda plasenta alınması sırasında farkedilen placenta akreatanın uterus koruyucu yönetimi
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2009-2013 yılları arasında Gaziantep Doğum Hastanesi’nde plasenta akreata tanısı sezaryen sırasında konulan, plasenta elle alındıktan sonra karşılaşılan kanamanın hemostatik sütürlerle, balon tamponadla ve bu yöntemler başarısız olduğunda eklenen internal iliak arter ligasyonu (İİAL) gibi uterus koruyucu yöntemlerle kontrol altına alınmaya çalışıldığı olguların dosyalarının geriye dönük olarak incelenmesi.
BULGULAR: Toplam 18 plasenta akreata vakası plasenta alındıktan sonra uterus koruyucu tekniklerle yönetilmiştir. 10 hastada uterus korunmuştur (%55.5).18 hastanın sekizine (%44.4) ilk önce uterus alt segmente hemostatik sütürler uygulanmışken on (%55.5) tanesinde ilk önce balon tamponad uygulanmıştır. Tek başına balon tamponad veya hemostatik sütürlerle başarı oranı düşükken (%12.5) bu tekniklere İİAL eklendiğinde başarı oranları sırasıyla %50 ve %62.5’e yükselmiştir. Plasenta previa/akreataya bağlı kanamayı durdurmada hemostatik sütür ve balon tamponad tek başlarına veya İİAL ile beraber uygulanan hastalar arasında başarı açısından istatistiksel fark bulunmamıştır (p< 0,005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Beklenmedik Plasenta akreatanın uterus koruyucu yönetiminde plasenta çıkarıldıktan sonra kanamanın massif olmadığı, hastanın hemodinamisinin uygun olduğu olgularda cerrahi ekip deneyinliyse hemostatik sütür uygulaması veya balon tamponada İİAL eklenerek uterus koruyucu teknikler denenebilir. Ancak bu olguların yaklaşık yarısında yine histerektomi gerekebileceği unutulmamalıdır.
INTRODUCTION: The method of uterus conserving when placenta accreta is discovered as the placenta is being removed during cesarean
METHODS: Retrospective study of the patients who were diagnosed with placenta accreta during cesarean section and managed with uterus conserving methods such as hemostatic sutures, balloon tamponade and when these techniques failed, the addition of internal iliac artery ligation (IIAL)
RESULTS: 18 placenta accreta cases were managed with uterus conserving methods after the placenta was removed. Uteri of 10 women were conserved (55.5%). Eight of the 18 patients (44.4%) were initially managed with hemostatic sutures (55.5%) whereas 10 of them were initially menaged with balloon tamponade. While success rates of balloon tamponade and hemostatic sutures were low when they were used by themselves (12.5%) adding IIAL techniques to these increased the rates of success to 50% and 62.5% respectively. No difference was observed between the women who managed with hemostatic sutures and balloon tamponade alone and the ones which were treated with hemostatic sutures, balloon tamponade and IIAL (p< 0,005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Uterus conserving methods such as hemostatic sutures or adding IIAL to the balloon tamponade may be tried in selected cases however it should be noted that half of these phenomena might still require hysterectomy.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Türk Kadınlarının Gebelikten Korunma Yöntem Tercihleri
Preferences for Contraception Methods in Turkish Women
Güler Bağbozan Ateşer, Esra Güzel, Serdar Kaya, Derya Sivri Aydın, Nazife Şahbaz, Meral Kurt Durmuş
doi: 10.5222/otd.2017.1094  Sayfalar 241 - 246
GİRİŞ ve AMAÇ: Türk kadınlarının gebelikten korunma yöntemleriyle ilgili tercihlerini öğrenmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gebe polikliniğimizde takip olan 349 kadın çalışmaya katılmıştır. 26 sorudan oluşan bir anketi çalışmasıdır.
İstatistiksel analiz: SPSS 15.0 for windows kullanıldı. Mann Whitney U ve Chi square testleri ile değerlendirmeler yapıldı. alfa değeri p<0,05 alındı
BULGULAR: Gebelerin yaş ortalamaları 28,4±5,7, ortalama evlilik süresi 5,80+4.98 yıldı. Yöntem kullanma oranı %70,5 di. Kullanılan yöntemler %26,1 geri çekme, %16,3 prezervatif, %14,6 spiral, %11,2 OK ve %2,4 diğer yöntemlerdi. Ortalama kullanım süresi 29,4±36,2 aydı. Gebelikten korunma eylemini % 50.7 oranında eş yükleniyordu.
%75,1’i çocuk istediği, %3,4’ü korunurken gebe kaldığı, %0,9’uı yan etki nedeniyle kontrasepsiyonu bırakmıştı. %20,6sı bir nedeni olmadan kontrasepsiyondan vazgeçmişti.
Kullanılan yöntemden memnun olma oranı %11.5.
İstenilen çocuk sayısı ortalama 2.44+0.87di. % 60.5 inin bu gebeliğini planlamıştı. %90.5i doğum sonrası bir koruyucu yöntem kullanmaya başlıyacaktı. Yeterli çocuk sayısına ulaşıldığında kadınların %24.1 kalıcı sterilizasyon yöntemi tercih edebileceğini, %10.9 da eşinin bunu gerçekleştirebileceğini ifade etti.
Modern yöntem kullanan kadınların %53.02 harcama yaparak yönteme ulaşıyordu. Fakat tüm kadınların %88.8 bu hizmete ücretsiz ulaşabilmeyi istiyordu.
Gençler doğum kontrol hapları ve kondomu tercih ederken yaş ilerledikçe RİA daha çok tercih ediliyordu. 20 yaş altındakiler hariç, geri çekme yöntemi tüm yaş gruplarınca başlıca kullanılan yöntemdi. 30-35 yaş arası grupta korunma yöntemi kullanmama oranı %5 düşüyordu.
Yöntem kullanmayan ve geri çekme yöntemi kullanan hastaların sağlık tesislerine başvurma alışkanlıkları düşük oranda, RİA ve doğum kontrol hapı kulanan kadınlarda ise bu oran daha yüksekti (p<0.001).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Korunma yöntemlerine kolay ve ücretsiz ulaşmayı sağlayacak bir nüfus planlama hizmeti, modern yöntemlerin daha yüksek oranda kullanılmasını sağlıyabilir

INTRODUCTION: The aim of the study is to learn the preferences of Turkish women about the methods of protection from pregnancy.
METHODS: 349 women participated in our study. It is a questionnaire study consisting of 26 questions.
SPSS 15.0 for windows was used. Mann Whitney U and Chi square tests were used to evaluate the patient’s data. p <0,05 was taken.

RESULTS: The average age of pregnancies is 28.4 ± 5.7, the average marriage duration is 5.80 + 4.98 year. Method use rate is 70.5%.- 26.1% withdrawal, 16.3% condom, 14.6% IUD, 11.2% oral contraceptives and 2.4% other methods. The average duration of use is 29.4 ± 36.2 months. 50.7% of contraception were co-loaded.
The rate of satisfaction with the method was 11.5%.
The average number of children desired was 2.44 + 0.87. 60.5% of them planned this pregnancy. 90.5% of them will start contraception after birth. When a sufficient number of children reached, 24.1% of women would prefer permanent sterilization and 10.9% of their husband could do it.
53.02% of the women using the modern method had reached the method by spending.However, 88.8% of all women wanted to be able to access this service free of charge.
Young couples prefer oral contraceptives and condoms, and as age progressed, IUD was preferred. Except for those under 20, withdrawal was the principal method used in all age groups. In the group of 30-35 year-olds, the rate of non-use of protection decreased by 5%
Patients who did not use any of this methods and use withdrawal method have a low habit of applying to health facilities. This rate was higher in women who were using IUD and contraceptive pill (p <0.001).


DISCUSSION AND CONCLUSION: A population planning service which provides easy and free access can lead to higher use of modern methods

Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Postmenapozal Osteoporozlu Hastalarda Zoledronik Asit İnfuzyonunun Olumsuz Etkileri
Adverse effects of zoledronic acid infusion in patients treated for postmenopausal osteoporosis
Ersin Kuyucu
doi: 10.5222/otd.2017.57625  Sayfalar 247 - 252
GİRİŞ ve AMAÇ: Kemik metastazlı kanser hastalarında uygulanan zoledronik asit sonrası renal toksite ve hipokalsemi sık rastlanan olumsuz yan etkilerdir. Postmenapozal osteoporozlu hastalarda ise zoledronik asit infuzyonu ile oluşabilecek bu yan etkiler açısından yetersiz veri mevcuttur. Bu çalışma ile amacımız postmenapozal osteoporozlu hastalarda yıllık zoledronik asit uygulaması sonrası hepatik ve renal fonksiyonları incelemektir. Aynı anda bu ilacın uygulanması ile oluşabilcek biyokimyasal değişiklikleri de saptadık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: postmenapozal osteoporoz tanısı almış ve yıllık zoledronik asit (5 mg ) infüzyonu uygulanan hastaları elektronik medikal kayıtlar üzerinden tarandı. Serumda ki kalsiyum,fosfor, alkalin fosfat, kreatinin, kan üre azotu, alanin ve aspartat transaminazlar bazal değerlere göre değişimi değerlendirildi. yan etki (olumsuz) ile ilgili verilerde elektronik kayıt sistemleri kullanılarak tarandı.
BULGULAR: Klasiyum dışındaki tüm parametreler zoledronik asit uygulamasından önce ve sonra değerlendirildiğinde istatiksel olarak anlamlı değişiklik saptanmadı. Serum kalsiyum seviyesinde istatiksel olarak anlamlı şekilde azalma mevcuttu, uygulama öncesi 9.6±0.6 mg/dl ikne uygulama sonrası 9.4±0.9 mg/dl idi.Zoledronik asit uygulaması sonrası görülebilecek grip benzeri sendrom(6), myalji(4), artralji(4), baş ağrısı(4), kaşıntı(3) gibi yan etkilere rastlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: postmenapozal osteoporoz hastalarında kullanılan yıllık zoledronik asit infüzyonu renal ve hepatik yan etki açısından istatiksel olarak anlamsız bulunmuştur.
INTRODUCTION: Renal toxicity and hypocalcemia are two commonest adverse effects of zoledronic acid reported in cancer patients with bone metastasis. Similar data are lacking in postmenopausal women with osteoporosis treated with zoledronic acid infusion. We aimed to evaluate the effects of annual treatment of postmenopausal osteoporotic women with intravenous infusion of zoledronic acid on their renal and hepatic functions. The effects of the drug on the biochemical parameters of the patients were also assessed.
METHODS: We reviewed the electronic medical records (EMRs) of postmenopausal women with osteoporosis treated with 5mg of zoledronic acid once in a year. Changes in the serum levels of calcium, phosphorus, alkaline phosphatase, creatinine, blood urea nitrogen (BUN) as well as alanine and aspartate transaminases were determined after infusing zoledronic acid relative to the base line results. Information about the documented adverse effects of zoledronic acid were extracted from the EMRs.
RESULTS: All the biochemical parameters, except calcium, demonstrated no statistically significant changes in their serum levels when the results, before and after treatment with zoledronic acid, were compared. The serum Ca level slightly and significantly decreased from 9.6±0.6 mg/dl (before treatment) to 9.4±0.9 mg/dl (after treatment) (p= 0.018). A few but important adverse effects associated with zoledronic acid infusion in the patients were influenza-like symptoms (6), myalgia (4), arthralgia (4), headache (4), and pyrexia (3).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The once in a year use of zoledronic acid infusion for osteoporosis in postmenopausal women was not associated with a statistically significant renal and hepatic adverse effects. Among the biochemical parameters evaluated, only serum calcium level decreased slightly and statistically significantly after using zoledronic acid infusion, despite prophylactic calcium use before treatment
Makale Özeti | Tam Metin PDF

12.
Tip 2 Diyabetik Sıçan Karaciğerinde Ghrelin Tedavisinin Hücre Sağkalımı ve İnflamasyonu Üzerine Etkileri
The Effect of Ghrelin Treatment on Cell Survival and Inflammation in Type 2 Diabetic Rat Liver
Zeynep Mine Coşkun, Alisa Bahar Beydogan, Sema Bolkent
doi: 10.5222/otd.2017.1099  Sayfalar 253 - 260
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Çalışmamızın amacı tip 2 diyabet modeli sıçan karaciğerlerinde ghrelin uygulamasının hücre sağkalımı, inflamasyon ve oksidatif stres düzenlenmesi üzerine etkilerinin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gereç ve Yöntemler: 21 adet Sprague-Dawley sıçanlar (8-10 haftalık) üç gruba ayrıldı: kontrol, tip-2 diyabet (T2D) ve T2D+Ghrelin (25 μg/kg iki hafta boyunca intraperitoneal (i.p.) olarak enjekte edildi). Tip-2 diyabet %10 fruktoz solüsyonunun iki hafta boyunca içme suyuna katılmasını takiben tek doz i.p. streptozotosin (40 mg/kg) enjekte edilmesi ile oluşturuldu. Kontrol hayvanlara çeşme suyu verildi. Deney sonunda karaciğer doku örnekleri alındı. Glutatyon (GSH), lipid peroksidasyonu (LPO) ve protein karbonil (PCO) seviyeleri karaciğer dokusunda ölçüldü. Matriks metalloproteinaz (MMP-2 ve MMP-9), nuklear faktör kappaB (NF-κB), peroksizom proliferatör-aktive reseptör gama (PPAR-γ), interlökin 6 (IL-6), ve prolifere hücre nukleus antijeni (PCNA) ekspresyonları immunohistokimyasal metod ile belirlendi.
BULGULAR: Bulgular: MMP-2, MMP-9, NF-κB, PPAR-γ ve IL-6 immünpozitif hücre sayısı diyabetik sıçan karaciğerinde kontrole göre arttı. Ghrelin tedavisi diyabetik sıçan karaciğerindeki MMP-2, MMP-9, NF-κB, PPAR-γ ve IL-6 immünpozitif hücre sayılarını önemli derecede azalttı. Fakat ghrelin uygulanan diyabetiklerde PCNA immünpozitif hücre sayısı arttı. Sıçan karaciğerinde ghrelinin tedavi edici etkisi GSH ve LPO parametreleri için anlamlı bulunmadı fakat PCO seviyesi azaldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Bulgularımıza göre, ghrelin tedavisi karaciğerdeki diyabetin neden olduğu inflamasyonu önleyebilir. Fakat bu tedavi diyabetik sıçanlarda oksidatif stresi yeterince etkilemedi.
INTRODUCTION: Objective: The aim of the study is to investigate the effect of ghrelin treatment on regulation of cell survival, inflammation and oxidative stress in the rat liver of type-2 diabetes model.
METHODS: Materials and Methods: Twenty-one male Sprague-Dawley rats (8-10 weeks old) were divided into three groups: control, type-2 diabetes (T2D) and T2D+Ghrelin (25 μg/kg with intraperitoneal (i.p) injection for two weeks). Type-2 diabetes was induced by feeding 10 % fructose solution in drinking water for 2 weeks and followed by a single i.p injection of streptozotocin (40 mg/kg). Control animals received tap water. The liver samples were obtained from rats at the end of experiment. Glutathione (GSH), lipid peroxidation (LPO) and protein carbonyl (PCO) levels were measured in liver tissue. Matrix metalloproteinases (MMP-2 and -9), nuclear factor kappa B (NF-κB), peroxisome proliferator-activated receptor gamma (PPAR-γ), interleukin 6 (IL-6) and proliferating cell nuclear antigen (PCNA) expressions were determined by immunohistochemical methods.
RESULTS: Results: The number of MMP-2, MMP-9, NF-κB, PPAR-γ and IL-6 immunopositive cells increased in the diabetic rat liver as compared to control. The ghrelin treatment significantly reduced the numbers of MMP-2, MMP-9, NF-κB, PPAR-γ and IL-6 immunopositive cells in diabetic rat liver. However, the number of PCNA immunopositive cells increased in diabetic rats treated with ghrelin. Therapeutic effect of ghrelin was not shown in terms of the biochemical parameters including GSH and LPO but PCO levels decreased in the liver.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusions: According to our findings, ghrelin treatment could prevent diabetes-induced inflammation in the liver. However, this treatment did not adequately affect oxidative stress in diabetic rats.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

13.
Beyaz Önlük Hipertansiyonu ve Esansiyel Hipertansiyonda MİR-125a ve MİR-155 Düzeylerin Araştırılması
The Investigation of MiR-125a and MiR-155 Levels in White Coat Hypertension and Essential Hypertension
Hakan Yavuzer, Chayar Ali, Aylia Yeşilova, Mahir Cengiz, Serap Yavuzer, Adnan Levent Yaldıran
doi: 10.5222/otd.2017.1109  Sayfalar 261 - 264
GİRİŞ ve AMAÇ: Beyaz önlük hipertansiyonu (BÖH) yüksek kardiyovasküler risk faktörü olup, hastalığın sebebi ve patofizyolojisi iyi bilinmemektedir. Çalışmamızın birinci amacı; hipertansiyon ile epigenetik ve moleküler ilişkisi daha önce gösterilmiş mikroRNAlardan miR-125a ve miR-155’in plazma ekspresyon seviyelerini BÖH, hipertansiyon ve normotansif hasta gruplarında araştırmak ve karşılaştırmaktır. Çalışmamızın ikinci amacı; bu mikroRNA seviyelerinin klinik ve ambulatuvar kan basıncı ölçümleri ile ilişkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Seçilmiş iki mikroRNA miR-125a ve miR-155 30 seviyesi hipertansif ve 30 BÖH’lü hastalar ile 30 normotansif sağlıklı kontrolde çalışıldı. miR-125a ve miR-155 ’in ekspresyon düzeyleri kantitatif qRT-PCR (reverse transcription-polymerase chain reaction) ile analiz edildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan gruplar arasında miR-125a ve miR-155 ekspresyon seviyeleri karşılaştırıldığında anlamlı farklılık saptanmadı. Tüm gruplar içerisinde miR-125a ile miR-155 (r=0,861, p<0,001) arasında anlamlı pozitif yönde korelasyon saptandı. miR-125a ve miR-155 ile klinik, laboratuvar ve kan basıncı ölçümleri arasında ilişki görülmedi. miR-155 ile bel çevresi arasında anlamlı olarak ters yönde korelasyon saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada hipertansiyon ve BÖH’ün etiyopatogenezine epigenetik yönden araştırmayı amaçladık. Hipertansiyon ve BÖH hastalarının mikroRNA ekspresyon düzeylerinin literatür verileri ile uyumlu olarak tutarlı olduğu ve aynı yönde değişim gösterdiği görülmüştür. Ancak vaka sayısının az olması nedeni ile istatistiksel anlamlı bir ilişki saptamadık. Bu sonuçların ışığında gelecekte mikroRNA’ların hipertansiyon ve BÖH’lü hastaların tanı, tedavi ve takiplerine önemli katkılar sağlayabileceğini ve klinik kullanıma girebileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: White coat hypertension (WCH) is a high cardiovascular risk condition and a fundamental understanding of the cause and pathophysiology of the disorder is still lacking. Recent studies demonstrated that microRNAs (miRNAs) are involved in hypertension. However, the roles of miRNAs in WCH are not known. The first aim of this study was to investigate the levels of miR-125a and miR-155 plasma expression levels in the WCH, hypertension (HT) and normotensive(NT) groups and compare the levels between the groups. The second aim was to evaluate the relationships between these miRNA levels and the measurements of clinical and ambulatory blood pressures.
METHODS: The expressions of miR-125a and miR155 were validated independently in plasma samples from 30 HT patients, 30 WCH and 30 NT healty subjects. The expression levels were analyzed by quantitative reverse transcription-PCR.
RESULTS: There was found any significant difference according to the expression levels of miR-125a and miR-155 between all the groups. miR-125a levels were significantly positively correlated with miR-155 levels in all groups (r=0,861, p<0,001). No significant diffrences were observed between the levels of miR-125a and laboratory findings, clinical and ambulatory blood pressure measurements. The levels of miR-155 were only significantly negatively correlated with the measurements of waist circumference.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results were correlated with the literatüre, however we could not determine statistically significant relationships because of the small number of groups. It was observed that the miRNAs expression levels were positively correlated between HT and WCH patient. These results suggest that the miRNAs might have important role in the epigenetic aspect of ethiopathogenesis of HT and WCH for our understanding.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

14.
Antioksidan Enzim ve Oksidatif Biyobelirteçlerin Psöriasiste Klinik Değeri
Clinical Value of Antioxidant Enzymes and Oxidative Biomarkers in Psoriasis
Hatice Ataş, Fatmanur Hacınecipoğlu, Müzeyyen Gönül, Yasin Öztürk, Mustafa Kavutçu
doi: 10.5222/otd.2017.1100  Sayfalar 270 - 280
GİRİŞ ve AMAÇ: Psöriasis patogenezinde oksidatif strese katkıda bulunan klinik risk faktörlerine ek olarak, süperoksit dismutaz (SOD), katalaz (CAT) ve glutatyon-S-transferaz (GSH-ST) gibi anti-oksidatif enzim aktiviteleri ile malondialdehid (MDA) ve iskemik modifiye albümin (IMA) gibi oksidatif biyobelirteç düzeylerinin incelenmesi ve sağlıklı bireylerle bunların karşılaştırılmasını amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Psöriasisli hastaların (n=31, Erkek/Kadın: 17/14) ve kontrollerin (n=31, Erkek/Kadın: 15/16) demografik özellikleri kaydedildi. SOD, CAT, GSH-ST enzim aktiviteleri, MDA ve IMA düzeyleri Shimadzu UV-1601 spektrofotometre kullanılarak 25 ° C'de absorbansta ki son nokta değişimlerin sürekli olarak izlenmesi ile ölçülerek karşılaştırıldı. Psöriasiste ki klinik özelliklerin, enzim ve oksidan biyobelirteçlerin oksidasyonda ki etkileri regresyon analizi ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama SOD, CAT, GSH-ST enzim aktiviteleri ve MDA ve IMA düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı düzeyde yüksekti (SOD: 2.6±0.6 vs. 1.8±0.6 U/mL, p<0.0001; CAT: 32.9±8.3 vs. 25.1±5.9 IU/mL, p<0.0001; GSH-ST: 3.4±1.1 vs. 2.5±0.6 IU/mL, p=0.002; MDA: 29.3±7.7 vs. 23.6±4.2 nmol/mL, p=0.001; IMA: 0.58±0.03 vs. 0.52±0.02 ΔABSU, p<0.0001). Antioksidan enzim aktiviteleri, oksidatif ürün düzeyleri, PAŞİ skoru ve hastalık süresi arasında pozitif korelasyon vardı. Psöriasiste ki oksidatif stresi göstermede IMA (p<0.0001, OR=3.9) SOD ve MDA etkin belirteçlerdi. Antioksidan sistem üzerine hastalık süresi, PAŞİ skoru, cinsiyet, MDA ve IMA, oksidan sistem üzerine PAŞİ, yaş ve hastalık süresi etkili bağımsız faktörler olarak bulundu. Psöriasiste ki oksidatif stresin belirlenmesinde IMA’nın kapasitesi istatistiksel olarak anlamlı bulundu. (Eğri altında kalan alan[EAA]: 0.96, %95 Güven Aralığı: 0.90-0.99, p<0.0001). 0.55 serum absorbans ünitesi (ΔABSU) olan IMA için duyarlılık, özgüllük, pozitif öngörü ve negatif öngörü değerleri her biri için %94 olup diğer çalışılan biyobelirteç ve enzim aktivitelerinden daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Oksidatif stres psöriasis patogenezinde etkilidir. Psöriasiste oksidatif stres koşullarında IMA tespit edilebilir ve diğer incelenen belirteçlere kıyasla psöriasiste ki oksidatif stresin biyolojik belirteci olarak büyük bir potansiyele sahiptir. Özellikle uzun hastalık süresi, yüksek PAŞİ skoru, kadın cinsiyet, artmış yaş ve yüksek oksidan ürün düzeyleri gibi durumlarda antioksidan desteğin düşünülmesi faydalı olabilir.
INTRODUCTION: To investigate the significance of oxidative stress in the pathogenesis of psoriasis through an evaluation of biomarkers such as IMA, MDA, SOD, CAT, GSH-ST, and contributing clinical risk factors.
METHODS: Enzyme activities of SOD, CAT, GST and levels of IMA and MDA were compared with effective clinical factors between patients with psoriasis (n=31, Male/Female: 17/14) and controls (n=31, Male/Female: 15/16).
RESULTS: Mean enzyme activities of SOD, CAT, GST and levels of MDA and IMA in patients with psoriasis were statistically significant higher than in controls (SOD: 2.6±0.6 vs 1.8±0.6 U/ml, p<0.0001; CAT: 32.9±8.3 vs 25.1±5.9 IU/mL, p<0.0001; GSH-ST: 3.4±1.1 vs 2.5±0.6 IU/mL, p=0.002; MDA: 29.3±7.7 vs 23.6±4.2 nmol/mL, p=0.001; IMA: 0.58±0.03 vs 0.52±0.02 ΔABSU, p<0.0001). Antioxidant enzyme activities, oxidative product levels, PASI scores and disease duration were positively correlated with each other. Disease duration, PASI scores, gender, MDA and IMA on the antioxidant system and PASI, age, disease duration on the oxidant system were found as an independent effective factors. The capacity of IMA was found significant statistically and the sensitivity, specificity and positive and negative predictive values which were 94% for each at a cut-off level of 0.55 ΔABSU were higher than other studied biomarker and enzyme activities (AUC: 0.96, 95% CI: 0.90-0.99, p<0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Oxidative stress is effective in the pathogenesis of psoriasis. IMA can be detected in the condition of oxidative stress in psoriasis; it has great potential as a biomarker of oxidative stress in psoriasis, when compared to other studied biomarkers. In particular, it may be useful to consider antioxidant support in some conditions such as long disease duration, high PASI score, female gender, increased age, very high level of oxidant products.
Makale Özeti | Tam Metin PDF