Cilt: 30  Sayı: 2 - 2014
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
Hemşirelik Bakış Açısıyla Prematüre Retinopatisi
Rethınopathy Of Prematurıty From The Vıew Of Nursıng
Özlem Metreş
doi: 10.5222/otd.2014.063  Sayfalar 63 - 67
Prematüre retinopatisi, prematüre bebeklerin gelişmekte olan retina damarlanmasında patolojik olarak seyreden ve görme kaybına neden olan multifaktöriyel bir hastalıktır. Gelişiminde birçok faktör suçlansa da etkinliği birçok uzman tarafından kabul edilen en önemli iki risk faktörü düşük doğum ağırlığı ve gestasyonel yaştır. Neonatolojideki ilerlemeler doğrultusunda daha düşük doğum ağırlığına ve gestasyonel yaşa sahip prematüre bebeklerin yaşatılır hale gelmesi şiddetli retinopati vakalarındaki artışı da beraberinde getirmektedir. Prematüre retinopatisi günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde güncel tedavi yöntemlerine rağmen çocuklardaki körlüğün en önemli sebepleri arasındadır.
Bu derleme makalesinde amaç; mevcut literatür bilgileri doğrultusunda retinopati gelişiminde etkinliğinden söz edilen risk faktörlerini tanımlamak ve önlenebilir risk faktörlerine yönelik hemşirelik bakımının özelliklerini ve önemini vurgulamaktır.
Retinopathy of prematurity which is a multifactorial disease and premature infants retinal vascularisation characterized pathologically causes loss of vision. There are many factors responsible for the development of rethinopathy of prematurıty. But two factors, low birth weight and gestational age, are the most important. İncreases in cases of rethınopathy of prematurıty is coming with very low birth baby and gestational age with improvements of neonatology. Retinopathy of prematurity in developed and developing countries is the most important causes of blindness among children in spite of the current treatment methods.
The aim of this study was the development of retinopathy in line with the existing literature to identify risk factors and preventable risk factors mentioned activity in accordance with the features and to emphasize the importance of nursing care.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Genel Anestezi ile Birlikte Uygulanan Epidural Levobupivakain+Morfin ve Levobupivakain+Fentanil Anestezi ve Analjezinin Karşılaştırılması
The Comparison of General Anesthesia Combined with Epidural Levobupivacaine+Morphine and Levobupivacaine+Fenthanyl Anesthesia and Analgesia
Mustafa Metin Akkaya, Ülkü Aygen Türkmen, Aysel Altan, Sevgi Kesici, Döndü Genç Moralar, Zekeriya Ervatan, Uğur Kesici
doi: 10.5222/otd.2014.068  Sayfalar 68 - 77
AMAÇ: Bu çalışmada, majör alt batın cerrahisi uygulanan hastalarda genel anestezi ile birlikte uygulanan, epidural levobupivakaine eklenen fentanil ve morfinin, peroperatif ve postoperatif hemodinamik yanıtları, postoperatif ağrı üzerine etkileri ile komplikasyonlarının karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEMLER: Çalışmaya katılan hastalar kapalı zarf usulü ile randomize edilerek Grup F (Levobupivakain + Fentanil grubu) ve Grup M (Levobupivakain + Morfin grubu) olarak iki gruba ayrıldı. Hastalara L3-4 veya L4-5 aralığından epidural katater yerleştirildikten sonra, Grup F’deki hastalara % 0.5 Levobupivakain + 2 µg.ml-1 Fentanil karışımından, Grup M’deki hastalara da % 0.5 Levobupivakain + 0.1 mg.ml-1 Morfin karışımından 0.1 cc.kg-1 kataterden yükleme dozu olarak verildi. Duyusal blok düzeyi T6 dermatomuna ulaştığında, hastalar propofol, cisatrakuyum ve fentanil indüksiyonu ile uyutuldu. Hava yolu açıklığı Proseal LMA ile sağlandı.
Peroperatif dönemde epidural kataterden Hasta Kontrollü Analjezi (HKA) cihazı ile Grup F’deki hastalara % 0.25 Levobupivakain + 2 µg.ml-1 Fentanil karışımı 5 ml.saat-1, Grup M’deki hastalara % 0.25 Levobupivakain 5 ml.saat-1 ve Morfin 0.1 mg.saat-1 dozunda sürekli infüzyon şeklinde verildi.
Postoperatif dönemde, Grup F’deki hastalara % 0.125 Levobupivakain + 2 µg.ml-1 Fentanil karışımı, Grup M’deki hastalara da % 0.125 Levobupivakain + 0.1 mg.ml-1 Morfin karışımı bazal infüzyon olmaksızın 5 ml bolus ve 20 dk kilit süresi ile Hasta Kontrollü Epidural Analjezi (HKEA) yoluyla uygulandı.
Çalışmada hastaların duyusal, sempatik ve motor blok düzeyleri genel anestezi indüksiyonundan önce sırasıyla pinpirick testi, sıcak-soğuk testi ve Bromage Skalası kullanılarak değerlendirildi. Peroperatif hemodinamik parametreler kaydedildi. Postoperatif Visual Analog Skalası (VSA) değerleri, duyusal ve motor blok dereceleri, toplam ilaç tüketimleri ve yan etkiler kaydedilerek karşılaştırıldı.

BULGULAR: Duyusal bloğun T10’a ulaşma zamanı karşılaştırıldığında Grup M (17.67 ± 4.14 dk.) Grup F’den (14.9 ± 5.98 dk.) daha uzun bulunmuştur. (p=0.037)
Grup F’nin Grup M’ye göre Sempatik blok ve Duyusal blok düzeyleri 5. ve 15.dk.da anlamlı düzeyde yüksek saptanırken, 30.dk da Grup F’de Sempatik blok düzeyi Grup M’ye göre düşük saptanmıştır. Duyusal blok düzeylerinde ise anlamlı fark yoktur. Grup M’nin postoperatif 6.saat Duyusal blok düzeyi Grup F’den yüksektir. (p=0.002)
Grup M’nin Grup F’ye göre Ortalama Arter Basıncı düzeyleri epidural sonrası 30.dk (p=0.021), genel anestezi indüksiyon öncesi (p=0.014) ve indüksiyon sonrası 0.dk. (p=0.011) ve peroperatif dönemde (p=0.036) anlamlı düzeyde yüksektir.
Grup M’nin 24.saat VAS dinlenme skoru, Grup F’den yüksek iken (0.63 ± 0.78; 0.45 ± 1.44; p=0.027) 30 dk., 2.-6.-12.saatler de anlamlı fark yoktur.
Grup M’nin 30.dk. VAS oturma skoru, Grup F’den yüksekliği anlamlıdır.(p=0.027)
Grup F’nin 6.saat (13.18 ± 4.06) ve 12.saat (20.82 ± 7.48) Epidural Bolus sayısı, Grup M’den (10.73 ± 4.03; 17.12 ± 7.01) anlamlı düzeyde yüksektir (p=0.017; p=0.042).
Grup M’de ki olgularda bulantı ve kaşıntı görülme oranı (%84.8; %63.6) Grup F’den (%42.4; %9.1) yüksektir (p=0.001).

SONUÇ: Majör alt batın cerrahisinde genel anesteziye eklenen, epidural Levobupivakain-Fentanil ve Levobupivakain-Morfin anestezisi ve postoperatif HKEA’sinin her ikisinin de analjezik ve hemodinamik etkilerinin benzer olduğu ancak, morfin yerine fentanil kullanımının daha az yan etkiye neden olduğu görüldü.
OBJECTIVE: In this study, the aim was to compare the effects of epidural fentanyl and morphine on postoperative pain as well as their hemodynamic responses and complications in patients who are planned to undergo major lower abdominal surgery with general anesthesia. These two different opioids are added to epidural levobupivacaine and administered together with general anesthesia.
METHODS: The study patients were randomly divided into two groups as Group F (Levobupivacaine + Fentanyl) and Group M (Levobupivacaine + Morphine). After the catheter was introduced at the L3-4 or L4-5 epidural space, 0.5 % Levobupivacaine + 2 µg.ml-1 Fentanyl mixture was administered to the patients in Group F and 0.5 % Levobupivacaine + 0.1 mg.ml-1 Morphine mixture was administered to the patients in Group M. Loading dose was 0.1 cc.kg-1 and it was administered through the catheter.
When sensorial block reached to T6 dermatome, the patients were anaesthetized through propofol, cisatracrium and fentanyl induction. Airway management was provided by ProSeal LMA.
In the peroperative period, using continuous infusions through an epidural catheter connected to the PCA device, 0.25 % Levobupivacaine + 2 µg.ml-1 Fentanyl 5 ml.h-1 was administered to Group F patients. Group M patients were given 0.25 % Levobupivacaine 5 ml.h-1 and, morphine 0.1 mg.h-1.
In the postoperative period, 0.125 % Levobupivacaine + 2 µg.ml-1 Fentanyl mixture was administered to Group F patients while Group M patients were given 0.125 % Levobupivacaine + 0.1 mg.ml-1 Morphine mixture with 20 min. lock-out time and 5 ml bolus through the PCEA without basal infusion.
Before the general anesthesia induction, sensorial, sympathetic and motor blockage levels of the study patients was assessed by pinprick test, hot-cold temperature testing and, Bromage Scale respectively. Peroperative hemodynamic parameters were recorded. Postoperative, Visual Analog Scale (VAS) values, sensorial and motor blockage levels, total drug consumption and adverse effects were recorded and compared.

RESULTS: Time to arrive T10 of sensory block is compared, it was founded between Group M (17.67 ± 4.14 min.) was longer than Group F (14.9 ± 5.98 min.) (p=0.037)
According to Group M;Levels of Group F's sensory block and sympathetic block, it was high determined in 5th and 15th min. significantly, according to Group M; level of Group F's sensory block was determined is low. There is no significant differences in levels of sensory block. Group M's 6th hours post-operative level of sensory block is higher than Group F. (p=0.002)
After epidural 30th min. (p = 0.021), before induction of general anesthesia (p = 0.014), after induction 0th min. (p = 0.011) and the perioperative period (p = 0.036) mean arterial pressure levels in Group M compared with Group F is significantly higher.
When recumbency VAS score of Group M in 24th hours was higher than Group F (0.63 ± 0.78; 0.45 ± 1.44; p=0.027), there is no differences in 30th min., 2th-6th-12th hours.
Sitting VAS score of Group M is clearly higher than Group F in 30th. min. (p=0.027)
Group F's the number of epidural bolus which 6hrs (13.18 ± 4.06) and 12.saat (20.82 ± 7.48),is clearly higher than Group M (10.73 ± 4.03; 17.12 ± 7.01) (p=0.017; p=0.042).
The incidence of nausea and pruritus in patients with Group M (%84.8; %63.6) is higher than Group F (%42.4; %9.1) (p=0.001).
CONCLUSION: Epidural Levobupivacaine-Fentanyl and Levobupivacaine-Morphine anesthesia added to general anesthesia in major lower abdominal surgery and postoperative PCEA both provided similar analgesic and hemodynamic effects. Nevertheless, less adverse effects were observed in the use of fentanyl instead of morphine.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Gonartroz Teşhisinde Rozenberg Grafileri Gerekli midir?
Are Rosenberg Graphics Necessery for the Diagnosis of Ghonarthrosis?
Melih Malkoç, İsmail Oltulu, Özgür Korkmaz, Hakan Turan Çift, Ali Şeker, Ahmet Murat Bülbül
doi: 10.5222/otd.2014.078  Sayfalar 78 - 81
AMAÇ: Gonartrozu olan hastalarda eklem aralığını değerlendirmede Rosenberg grafilerinin etkinliğini belirlemek.
YÖNTEMLER: Gonartroz nedeniyle kliniğimiz polikliniğine başvuran 38 hastanın 76 dizinin ayakta basarak direkt grafi ve Rosenberg grafileri çekildi. Her iki görüntüleme yöntemine göre hastaların medial ve lateral eklem aralıkları ölçüldü. Elde edilen sonuçlar T-test ve Mann-Whitney Testleri kullanılarak istatistiksel olarak değerlendirildi

BULGULAR: Ayakta basarak çekilen direkt grafilerde ortalama medial eklem aralığı 7,76 ±1,67(4,25-10,88)mm Rosenberg grafilerinde ortalama medial eklem aralığı 7,3±1,41 (4,5-10,06) mm olarak ölçülmüştür. Ayakta basarak çekilen direkt grafilerde ortalama lateral eklem aralığı 10,47±7,05 (7,85-14,94)mm, Rosenberg grafilerinde ortalama lateral eklem aralığı 10,03±7,77 (6,18-16,82) mm olarak ölçülmüştür. Her iki görüntüleme yöntemi ile eklem aralıkları ölçümlerinin arasında istatistiksel anlamlı bir fark tespit edilmedi.

SONUÇ: Gonartroz ön tanısı ile eklem aralığı radyolojik değerlendirme yapılması planlanan hastalarda ayakta basarak çekilen direkt grafi görüntüleme yeterlidir.
OBJECTIVE: To assess the range of joints in patients with gonarthrosis and determine the effectiveness of Rosenberg graphics
METHODS: 38 patients who admitted to our clinic because of ghonarhrosis, direct X-ray graphics in standing position and Rosenberg graphics were taken for 76 knees. Imaging of patients with both medial and lateral intervals of the knees were measured on X-ray graphics in standing position and Rosenberg graphics. Results were statistically evaluated with T-test and Mann-Whitney tests for both groups.
RESULTS: The mean medial joint space on plain radiographs in standing position and Rosenberg radiographs are measured average 7,76 ±1,67(4,25-10,88)mm and 7,3±1,41 (4,5-10,06)mm.The lateral joint space width is measured 10,47±7,05 (7,85-14,94) average on plain radiographs in standing position, the average lateral joint space width is measured 10,03±7,77 (6,18-16,82) mm in Rosenberg radiographs.There is no statistically significant difference between measurements of the joint ranges of both imaging method

CONCLUSION: Plain radiographs in standing position is enough for radiological evaluation of the joint space for the diagnosis of gonarthrosis.


Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Demir Eksikliği Anemisi ile Helikobakter Pilori Arasındaki İlişki
Relationship Between Iron Deficiency Anemia and Helicobacter Pylori
Muhammet Emin Erdem, Semih Keçici, Seydahmet Akın, Ersin Çetin, Salih Kılıç, Sinan Kazan, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5222/otd.2014.082  Sayfalar 82 - 85
AMAÇ: Helikobacter Pylori(HP), gram-negatif bir bakteridir. Fonksiyonel dispepsi, peptik ülser ve çeşitli ilişkili hastalıklar dışında gastrik adenokarsinom ve MALT(mukoza ile ilişkili lenfoid doku) lenfomaya neden olabilmektedir. Son yıllarda DEA(demir eksikliği anemisi) ile HP arasındaki ilişkiyi araştıran bazı çalışmalar mevcuttur. Biz de çalışmamızda HP ile DEA arasındaki ilişkiyi araştırdık.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda Şubat 2012- Temmuz 2013 tarihleri arasında iç hastalıkları polikliniğinde DEA etiyolojisi için üst gastrointestinal sistem(GİS) endoskopisi yapılan 64 kişi hasta grubu olarak, anemi dışı sebeplerle üst GİS endoskopi yapılan 57 kişi de kontrol grubu olmak üzere toplam 121 hasta çalışmaya alındı. Kontrol grubu anemisi olmayan üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılanlar arasından rastgele seçildi. Hastaların kan sayımları, endoskopik bulguları ve HP pozitifliği incelendi. Bu iki gruptaki hastaların HP pozitiflik oranları kıyaslandı.
BULGULAR: Hastalardaki HP pozitiflik oranı tespit edildi. Anemik grupta 41(%64) hastada HP pozitif iken, 23(%36) hastada negatif idi. Diğer grupta 30(%52) hastada HP pozitif iken, 27(%48) hastada negatif idi (Tablo 1)(p<0,05).
SONUÇ: DEA olan hastalarda, olmayanlara oranla HP pozitiflik oranı daha yüksekti.
OBJECTIVE: Helicobacter pylori(HP) is a gram-negative bacterium. As well as functional dyspepsia, peptic ulcer disease and some various related diseases, it may cause gastric adenocarcinoma and MALT(mucosa-associated lymphoid tissue) lymphoma. In recent years there are some studies investigating the relationship between iron deficiency anemia(IDA) HP. In this study we investigated the relationship between IDA and HP.
METHODS: In our study, we evaluated totally 121 patients of their 64 were performed upper endoscopy with the diagnosis of IDA in internal medicine outpatient clinic and 57 were performed upper endoscopy for reasons out of IDA. The control group selected randomly who performed upper gastrointestinal system endoscopy and without anemia. The patients' blood counts, endoscopic findings and HP positivity was examined. HP positivity rates were compared in these two groups of patients.
RESULTS: HP positivity rate was found in patients. 41(64%) patients were HP positive, while 23(36%) were negative in anemic group. 30(%52) patients were HP positive and 27(%48) were negative (Table 1)(p<0,05) in other group.
CONCLUSION: HP positivity was higher in IDA group than the other group.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Sindesmotik Yaralanmalarda Distal Tibio-Fibular Eklemdeki Anatomik Değişiklikler: Taze Kadavra Çalışması
The Anatomical Changes in the Distal Tibio-Fibular Joint in Syndesmotic Injuries: A Fresh Cadaveric Study
Hülya Gürbüz, Mehmet Kürşad Bayraktar, Müjdat Adaş, Murat Çakar, Ali Çağrı Tekin, Cem Zeki Esenyel
doi: 10.5222/otd.2014.086  Sayfalar 86 - 90
AMAÇ: Bu çalışmada taze ayak bileği kadavra piyeslerinde, sindesmoz ligamanlarının yaralanmalarında oluşan distal tibio-fibular eklem değişiklikleri araştırıldı.
YÖNTEMLER: On adet taze kadavrada yirmi ayak bilek piyesi rastgele iki eşit gruba ayrıldı. Sindesmozu oluşturan bağlar diseke edilip kesilerek ayak bileğindeki değişiklikler anatomik ve radyolojik olarak incelendi. İlk grupta anteriorden başlanarak,ikinci grupta ise posteriordan başlanarak sırası ile sindesmoz ligamanları diseke edildi. Distal tibio-fibular eklemdeki anatomik ayrışma ölçüldü. Bu sırada alınan dinamik skopi görüntüleri ile de radyolojik ölçümler yapıldı.
BULGULAR: Diseksiyonun her aşamasında anatomik olarak eklemde ayrışma saptandı. İki grup arasında anlamlı fark tespit edilmedi. Tek ligaman sağlamken radyolojik olarak belirgin bir değişim saptanmadı. Her iki seride de kesi anterior-posterior tüm katları içerdiğinde distal tibio-fibular ayrışmada belirgin artış görülmekle birlikte radyolojik olarak tibiofibuler açık alanda belirgin artış tespit edildi. Buna rağmen medial açık alan ve talo-krural açı değişimi saptanmadı.
SONUÇ: Sindesmoz ligamanlarından sadece bir tanesi kesildiğinde bile distal tibio fibuler eklem anatomisi laterale ayrışma şeklinde bozulmaktadır. Direkt grafi ile kısmi yaralanmalar saptanamadığından dolayı klinik şüphe varlığında MRG gibi radyolojik ilave tanı yöntemlerine başvurmak gereklidir.
OBJECTIVE: The aim of this study is to investigate the changes in the distal tibio-fibular joint during the syndesmotic ligamentous injuries in the fresh cadavers.
METHODS: Twenty below knee specimens of ten fresh cadavers were randomly divided in two equal groups. Anatomical and radiological changes of the ankle joint were examined via the dissection of syndesmotic ligaments. In the first group by the anterior approach and in the second group by the posterior approach syndesmotic ligaments were disected respectively. The anatomical dissociation in the distal tibio-fibular joint was measured. Radiological measurement were achieved by dynamic flouroscopic views.
RESULTS: In all steps of the dissection, anatomical dissociation was observed in the joint. There was no significant difference between two groups. When one of the ligaments was intact there was no significant change radiographically. In both series since the incisions included all of the layers anterior to posterior, significant increase of distal tibio-fibular joint seperation was observed. In the meantime a significant increase was measured in tibiofibuler clear space radiologically. Despite this, medial clear space and talo-crural angle changes were not detected.
CONCLUSION: Even when one of the syndesmotic ligaments is dissected, the anatomy of the distal tibio fibular joint is disrupted in the form of lateral separation which could not be imaged properly in X-Ray. Therefore, in the presence of clinical suspicion it is necessary to apply additional radiological diagnostic methods such as MRI.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Serebral Palsili Hastalarda Hareket Düzeyinin Kemik Mineral Dansitesi Üzerine Etkisi
The Effects of Mobility on Bone Mineral Density in Cerebral Palsy
İhsan Kafadar, İlknur Çağlar, Koray Yalçın
doi: 10.5222/otd.2014.091  Sayfalar 91 - 95
AMAÇ: Serebral palsi (SP), gelişmekte olan santral sinir sisteminin çeşitli nedenlerle etkilenmesi ve gelişiminin bozulmasından kaynaklanan; çocukluk çağının en sık görülen motor kısıtlılık formudur. Serebral palsili hastalarda, yaşam koşullarını en çok etkileyen, hasta bakımı ve tedavisini zorlaştıran durum spontan veya minimal travma sonucu oluşan kemik kırıklarıdır ve prevelansının %5-60 oranında olduğu bildirilmektedir. Azalmış kemik mineral dansitesi (KMD) kemik kırıklarının başlıca sebebidir,


YÖNTEMLER: Bu çalışmada hastanemiz Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Nörolojisi Polikliniği’nden takipli serebral palsili çocukların KMD ölçümlerini geriye dönük olarak incelenerek elde edilen sonuçlarla hareket durumu ile KMD arasındaki ilişki değerlendirmeyi amaçladık.
BULGULAR: Çalışmamızdaki mevcut sonuçlar serebral palsili hastalarda kırık riskini arttıran KMD düşüklüğü ile hareket düzeyi arasında çok önemli bir ilişki olduğunu göstermektedir.
SONUÇ: Bu nedenle serebral palsili hastaların hareketliliği mümkün olan en yoğun biçimde desteklenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: Cerebral Palsy is the most known motor disability of childhood. Cerebral Palsy is occured because of the various defects of developing central nervous system. Bone fracture is a serious problem for a child with cerebral palsy because of high morbidity ratios, low quality of life and high treatment costs. These fractures are mostly seen because of minimal traumas or spontaneously. Prevalance of bone fractures in cerebral palsy is between % 5 - 60 and the main reason of bone fractions is reduced bone mineral density.
METHODS: This study involves the cerebral palsy patients in Pediatric Neurology Clinic of Şişli Etfal Hamidiye Training and Research Hospital.
RESULTS: In this study, we analyze the bone mineral density results retrospectively and we aim to show the relationship between bone mineral density and mobility of children with cerebral palsy, presented to our pediatric neurology clinic. Our results strongly support this relation.
CONCLUSION: With this study, we want to make inferences about the care of this special patient group.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Nörofibromatozis Tip 1 Hastalarında Serebral Mikrostrüktürel Değişikliklerde Diffüzyon Manyetik Rezonansın Yeri
The Role of Diffusion MR Imaging in Detecting Cerebral Microstructural Changes: Initial Findings in Pediatric Patients with Neurofibromatosis Type 1
Sema Aksoy, Elif Hocaoğlu, Ercan İnci, Gülseren Yirik, Serap Doğan, Sibel Bayramoğlu, Tan Cimilli, İrem Erdil
doi: 10.5222/otd.2014.096  Sayfalar 96 - 100
AMAÇ: Nörofibromatozis tip 1’deki beyin lezyonları, optik gliomlar, serebral astrositomlar ve T2 ağırlıklı manyetik rezonans (MR) sekanslarında fokal hiperintens lezyonlardır (1). Difüzyon ağırlıklı MR görüntüleri ak madde anormalliklerini tespit etmede kullanılır. Bizim bu çalışmadaki amacımız NF-1 tanısı almış çocuklarda normal görünen beyin parankiminde, görünen difüzyon katsayısı (ADC) ile kontrol grubundaki aynı yaşta bilinen bir hastalığı olmayan çocukların ADC değerlerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEMLER: Nörofibromatozis tip 1 tanısı almış 3-15 yaş arası 10 çocuk hasta ve 10 kontrol olgu değerlendirildi. MR tekniği rutin sekanslar ve difüzyon ağırlıklı sekanslardan oluşturuldu. Frontal, parieto-ooksipital beyaz cevher, bazal ganglionlar, talamus, korpus kallozum ve beyin sapı yapıları ADC haritalamasında altı bölge olarak incelendi. ADC değerleri ROI kullanarak yapıldı.
BULGULAR: Olgu grubunun beyin sapı ve talamus ADC ortalaması, kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir (p<0.05).
SONUÇ: Difüzyon MR, konvansiyonel MR sekanslarında normal görünen alanlarda bile, NF-1 hastalarında mikrostrüktürel anomalileri tanımaya yardımcı olur. Bu durum NF-1 hastalığının tanı ve takibinde faydalı olabilir.
OBJECTIVE: Brain lesions in Neurofibromatosis type 1 include optic pathway gliomas, cerebral astrocytomas and focal hyperintense areas in T2-weighted MRI. MR with diffusion-weighted imaging (DWI) is used to detect white matter abnormalities. The purpose of this study was to evaluate the differences in apparent diffusion coefficient (ADC) values between normal appearing regions in the NF1 patients and control group.
METHODS: Ten children (3-15 years old) with NF1 and 10 control subjects were evaluated. The MRI examination consisted of routine imaging and diffusion weighted imaging (DWI). Six distinct locations (frontal and parieto-occipital white matter, basal ganglia, thalamus, corpus callosum and midbrain) were selected for the analysis. The ADC values were calculated directly from these automatically generated ADC maps with ROI.
RESULTS: There were statistically significant differences between normal appearing region in the NF1 patients and control group in the ADC values obtained from midbrain and thalamus.
CONCLUSION: Diffusion MRI allows the characterization of microstructural abnormalities even in some brain regions that appear normal in conventional MR sequences. This will be guiding us in the diagnosis and follow-up of NF-1 disease.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
8.
Yutulan İğnenin Karın İçindeki Hareketi: Olgu Sunumu
The motion in the abdomen of the swallowed needle: Case Report
Refik Bademci, Özlem Öndeş Bayar, Sezgin Zeren, Erman Sobutay, Arzu Akan, Giray Yavuz, Yavuz Eryavuz
doi: 10.5222/otd.2014.101  Sayfalar 101 - 104
Yabancı cisim yutulması dünyanın her yerinde yaygın olarak hastanelere başvuru sebepleri arasındadır. Çocuklarda erişkinlere göre daha sık olarak rastlanmaktadır. 4 ay - 4 yaş arasındaki çocuklarda sık rastlanmaktadır. Yetişkinlerde ise genellikle mental ya da psikiyatrik bozukluklar varlığında görülür.

Yabancı cisim yutmalarını insidans ve demografik özellikleri açısından ülkemizde yapılmış herhangi bir istatistiki çalışma olmamasına karşın hastanelerimize başvuran vakaların sayısı dikkati çekecek derecede fazladır. Ülkemizde bu sayının artmasında önemli bir nedeni de türban giyen kadınların eşarplarını tutturmak için kullandıkları toplu iğneleri istemeden yutmalarıdır. En sık yutulan yabancı cisimler arasında metalik para, oyuncak parçaları, saat pilleri, iğne, balık kılçığı ve tavuk kemikleri ilk sırada yer almaktadır.

Olgu sunumumuzdaki amacımız yabancı cisim yutulmasının hastalarda komplikasyonlara yol açabileceği bu sebeple yabancı cisim yutan hastalara daha dikkatli yaklaşılması gerektiğini vurgulamak istedik.
Swallowing of foreign body is one of the common reason for application of emergency patients to the hospitals. It is more common in children than adults. It is mainly seen between 4 months- 4 years children. In adults it is usually associated with mental or psychiatric failure.

In terms of incidence and demographic features, there is no statistically significant research about foreign body swallowing. However there is a significant increase in the patients who suffer from foreign body swallowing.One of the main cause of foreign body swallowing in our contry is swallowing of pin during puting on veil in religious women. Most common foreign bodies are; metalic coins,toy components, watch batteries, needles, fish bone and chicken bones.

In our case; We want to imply about the importance of the complications of foreign body swallowing and be more carefull while treating these patients.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Nevüs Zemininde Gelişen Regresyon Bulguları Olan Malign Melanom: Olgu Sunumu
Regression of Malignant Melanoma which Occured in the Basis of a Nevus: Case Report
Şenay Erdoğan, Çağlar Çakır, Enver Yarıkkaya, İlknur Mansuroğlu, Deniz Özcan
doi: 10.5222/otd.2014.105  Sayfalar 105 - 107
Malign melenomda spontan regresyon (radial büyüme fazında) sıktır ve kötü prognozla ilişkili olduğu bilinmektedir. Klinik bulgu olmadan da regresyon görülebilir. Komplet regresyonda melanom hücreleri epidermisden de kaybolur ancak kısmi regresyonda epidermiste melanom hücreleri bulunabilir. Olgumuzda nevüs zemininden gelişmiş regresyon bulguları içeren malign melanom olgusu sunulmaktadır.
Spontaneous regression of malignant melanoma (in radial growth phase) is a common feature. It has known that associated with poor prognosis. Regression can be seen without clinical signs.In complete regression; melanoma cells in the epidermis was lost, but in the partial regression; melanoma cells can be found in the epidermis. In our case, a malignant melanoma which occured in the basis of a nevused with regression features are presented.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Primer Üreter Karsinomu: Olgu Sunumu
Primary Ureteral Carcinoma: Case Report
Levent Verim, Alpaslan Akbaş
doi: 10.5222/otd.2014.108  Sayfalar 108 - 111
Üst Üriner Sistem Ürotelyal Hücre Tümörleri(ÜÜS-ÜHT), Alt Üriner Sistem Ürotelyal Hücre Tümörleri(AÜS-ÜHT)’ne göre nadir görülen urlardır. Primer Üreter Tümörleri (PÜT) ise daha da nadir görülen ürotelyal urlardır. AÜÜ-ÜHT’leri (özellikle mesane tümörleri) dünyada 4’ncü sıklıkta görülen kanserlerdir. PÜT ise çok nadir olup ÜÜS-EHT’lerin yaklaşık % 1’i kadardır. PÜT tanısı genellikle nonfonksiyone böbrek etyopatogenezinin araştırılmasında insidental olarak konulmaktadır. Bu yazıda,primer tümörün olağandışı yerleşim yeri, büyük bir tümör olmasına rağmen invazyon yapmamış olması ve göreceli olarak genç yaşta görülmesi nedenleriyle nadir ve ilginç olan bir olgu sunulmaktadır.
: Upper Urinary Tract Urothelial Cell Carcinomas (UUT-UCT’s) are relatively rare according to Lower Urinary Tract(bladder) Ephitelial Cell Tumors. Primary Ureteral Tumors(PUT) are more uncommon malignancy than the other urothelial tumors (1%). Bladder tumors are fourth common cancer on the world. PUT diagnosis generally accompanies with intermittent hematuria and disfunctioned kidney. Searching the etiology of hematuria is very important in the diagnosis of organ- confined urothelial malignancies. Here in; an unusual localization of huge and non-invasive PUT case was presented.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Multipl Biliyer Hamartom: Görüntüleme Bulguları
Multiple Biliary Hamartomas: Imaging Findings
Semra Duran, Sıdıka Çıray Yiğit, Mehtap Çavuşoğlu
doi: 10.5222/otd.2014.112  Sayfalar 112 - 116
Multipl biliyer hamartom veya von Meyenburg kompleksi intrahepatik safra duktuslarının nadir görülen benign malformasyonudur. Tipik olarak semptom oluşturmazlar veya karaciğer fonksiyon testlerini bozmazlar ve çoğunlukla rastlantısal olarak tanı alırlar. Bununla birlikte nadir olarak malign transformasyon gösterirler. Biz 78 yaşında biliyer hamartom tanısı alan olguyu görüntüleme bulguları eşliğinde sunmayı amaçladık.
Multiple biliary hamartomas or von Meyenburg complexes are rare benign
malformations of the intrahepatic bile ducts.They typically cause no symptoms or disturbance in liver function and thus in most instances they are diagnosed incidentally.However, they can rarely show malignant transformation.We aimed to present 78 years old patient with a diagnosis of biliary hamartomas with imaging findings.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

12.
Çocukluk Çağında Nadir Görülen Bir Karın Ağrısı Nedeni: Akut Pankreatit
A Rare Cause of Abdominal Pain in Childhood: Acute Pancreatitis
İhsan Kafadar, Seda Ocak, Emel Aytaç
doi: 10.5222/otd.2014.117  Sayfalar 117 - 119
Çocukluk çağında karın ağrısı çok sık karşılaşılan şikayetlerden biri olup etyolojisinde bir çok hastalık neden ayırıcı tanıda düşünülmektedir. Akut pankreatit de gerek erişkinde gerekse çocukluk çağında önemli akut karın ağrısı nedenlerinden biridir. Ancak çocukluk çağında görülme sıklığının diğer nedenlere göre göreceli olarak daha az olması nedeniyle önemli bir mortalite nedeni olabilecek olan akut pankreatit ayırıcı tanıda geri planda yer alabilmektedir. Akut karın ağrısı nedeniyle farklı sağlık kuruluşlarında farklı tanılar düşünülen ve akut pankreatit tanısı alan olgu, çocukluk çağında akut pankreatit kliniğine ve tanısına vurgu yapmak amacı ile sunulmuştur.
During childhood, the most encountered complaints are abdominal pains and in its etiology, it is thought to have caused differential diagnosis in many diseases. Acute pancreatitis is also an important cause of acute abdominal pain in both adulthood and in childhood. Because it is less likely to occur during childhood, acute pancreatitis, which is an important cause of mortality, can be uncommon in differential diagnosis. The case that was diagnosed with acute pancreatitis by different health organizations and different diagnosis of acuteabdominal pain, was submitted during childhood to an acute pancreatitis clinic and diagnosis to emphasize.
Makale Özeti | Tam Metin PDF