Volume: 9  Issue: 2 - 2019
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH ARTICLE
1.Volumetric Paranasal Sinus Tomography in Pediatric Patients: How much can We Decrease the Dose?
Gonca Koc, Mehmet Dogan
doi: 10.5222/buchd.2019.00378  Pages 81 - 86
GİRİŞ ve AMAÇ: Paranazal bölge komşuluğunda tiroid bezi ve gözler gibi oldukça radyosensitif organlar bulunmaktadır. Özellikle pediatrik hastalarda paranazal bilgisayarlı tomografi (BT) sırasında maruz kalınan radyasyon dozu büyük önem taşımaktadır. Pediatrik hastalarda tanısal değeri düşürmeden ne kadar düşük dozda paranazal BT görüntüleme yapabiliriz sorusuna cevap aradık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Paranazal BT tetkiki için yönlendirilmiş 30 hastadan (10 kız, 20 erkek) iki hasta grubu oluşturuldu. Olgular 320 dedektörlü BT cihazı (Aquilion ONE, Toshiba Medical Systems Corporation, Japonya) ile görüntülendi. Birinci hasta grubunda kiloya göre ayarlanmış standart görüntüleme protokolü (100-120 kV, 100-120 mAs) ikinci hasta grubunda düşük doz parametreleri (100-120 kV, 25-30 mAs) uygulandı. Diğer parametreler iki grup için de sabit tutuldu (rotasyon süresi: 0.5 sn, kolimasyon: 0.5x200-320). 3 mm kesit kalınlıklı koronal reformat görüntüler elde edildi ve hasta-doz bilgileri uzaklaştırılıp picture archiving ve computing sisteme (PACS) gönderildi. 2 pediatrik radyolog birbirinden bağımsız olarak görüntüleri tanısal kalitesi açısından 5 puanlı bir skorlama sistemine göre değerlendirdi.
BULGULAR: Ortalama DLP değeri standart protokol için 326±292 mGy*cm iken düşük doz protokolü için 30.1±4.4 mGy*cm olarak saptandı. Efektif dozun düşük doz protokolünde %72 oranında azaldığı tespit edildi (0.6±0.2 mSv ve 0.11±0.1 mSv, p<0.05). Düşük ve yüksek dozla elde edilmiş görüntüler arasında tanısal kalite açısından anlamlı bir farklılık saptanmadı (p>0.05). Radyologlar arasında düşük ve standart dozla elde edilmiş görüntülerin değerlendirilmesinde iyi derece uyum mevcuttu (k=0.87).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediatrik hastalarda sadece tüp akımı azaltılarak ortalama iki waters grafisi dozunda, tanısal kaliteden ödün vermeden, paranazal sinüs BT tekiki elde etmek mümkün gözükmektedir.
INTRODUCTION: In the paranasal region, there are radiosensitive organs as thyroid gland and eyes. The dose to be given during paranasal computed tomography (CT) is particularly important in pediatric patients. We sought to answer the question of how much we could decrease the radiation dose during paranasal CT imaging in pediatric patients without compromising on diagnostic quality.
METHODS: Thirty patients (10 females, 20 males) referred for paranasal CT formed two patient groups. Patients were scanned with a 320-row-detector CT device (Aquilion ONE, Toshiba Medical Systems Corporation, Japan). The weight-adjusted standard imaging protocol (100-120 kV, 100-120 mAs) was applied for the first group, the low-dose parameters (100-120 kV, 25-30 mAs) were implemented to the second group. Remaining parameters were kept constant (rotation time: 0.5 s, collimation: 0.5x200-320). Coronal reformat images with 3 mm slice thickness were obtained and sent to picture archiving and computing system following removing patient-dose information. 2 pediatric radiologists evaluated the images independently for the diagnostic quality with a 5-scale scoring system.
RESULTS: The mean DLP value was 326±292 mGy*cm and 30.1±4.4 mGy*cm for the standard and low dose protocols. The effective dose was reduced by 72% in the low-dose protocol (0.6±0.2 mSv and 0.11±0.1 mSv, p<0.05). There was no significant difference of diagnostic quality in image sets (p >0.05). There was good agreement between radiologists in the evaluation of images sets (k=0.87).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Paranasal sinus CT may be obtained at two waters graphy dose without compromising on diagnostic quality solely by reducing the tube current in pediatric patients.
Abstract | Full Text PDF

2.The Prevalence of Aortic Arch Anomalies in Children Who Underwent Cardiac Catheterization: A Single-center Experience
Ferit Kulalı, Utku Örün, Tamer Yoldaş, Selmin Karademir, Vehbi Doğan, Senem Özgür
doi: 10.5222/buchd.2019.90217  Pages 87 - 92
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada; çocukluk çağında çeşitli nedenlerle kalp kateterizasyonu ve anjiyografi uygulanan hastalarda aortik ark anomalilerinin prevalansının saptanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanısal veya girişimsel kardiyak kateterizasyon ve anjiyokardiyografi uygulanan 1928 hasta retrospektif olarak değerlendirildi ve bu hastaların 198’inde aortik ark anomalisi saptanarak çalışmaya alındı. Tanı‚ transtorasik ekokardiyografi ve anjiyografi ile konuldu.
BULGULAR: Aortik ark anomalisi saptanan 198 hastanın (89’u kız, 109’u erkek) yaşları 1 gün ile 192 ay arasında (ortalama 37,7 ± 42,8 ay) olup, bu süre boyunca kalp kateterizasyonu uygulanan 1928 hastanın % 10,3’ünü oluşturmaktaydı. ). Bu hastaların % 36.9’unda Fallot tetralojisi,% 23.8’inde ventriküler septal defekt, % 12.2’inde çift çıkımlı sağ ventrikül, % 6.6’ında büyük arterlerin transpozisyonu ve % 20.5’inde diğer anomaliler bulunmaktaydı. En önemli semptom ve bulgular; siyanoz, üfürüm duyulması, hışıltı ve tekrarlayan akciğer enfeksiyonu idi. En sık saptanan fizik inceleme bulgusu ise üfürümdü. En sık görülen arkus aorta anomalileri % 61,1 oranında sağ aortik ark ve % 23,2 oranında normal sol aort arkı ve varyasyonlarıydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aortik ark anomalilerinin prevalansı, cinsiyete ve eşlik eden doğumsal kalp hastalıklarına bağlı olarak değişiklik göstermektedir.
INTRODUCTION: We aimed to determine the prevalence of aortic arch anomalies in children who underwent cardiac catheterization and angiography for various reasons.
METHODS: 1928 patients who underwent diagnostic or interventional cardiac catheterization and angiocardiography were retrospectively evaluated and 198 patients who had aortic arch anomalies were included in our study. Diagnosis was established by transthoracic echocardiography and angiography.
RESULTS: Of 1928 patients who underwent diagnostic or interventional cardiac catheterization, 198 (10.3%) had aortic arch anomalies. Ages of 198 patients (10.3%) with aortic arch anomalies ranged from one day to 192 months (mean 37.7 ± 42.8 months). Of these patients, 36,9% had tetralogy of Fallot, 23.8% had ventricular septal defect, 12.2% had double outlet right ventricle, 6.6% had transposition of the great arteries, and 20.5% had other anomalies. The commonest symptoms were cyanosis, murmur, wheezing, and recurrent lung infections. On physical examination, the most common sign was a murmur (95.5%). The commonest aortic arch anomaly was the right aortic arch (61.1%) followed by the normal left aortic arch and its variations (23.2%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prevalence of aortic arch anomalies varies depending on gender and accompanying congenital heart disorders.
Abstract | Full Text PDF

3.Acquired Demyelinating Syndrome: Single Center Experience
Hepsen Mine Serin, Erdem Şimşek, Seda Kanmaz, Sanem Yılmaz, Gül Aktan, Hasan Tekgül, Sarenur Gökben
doi: 10.5222/buchd.2019.59023  Pages 93 - 100
GİRİŞ ve AMAÇ: Edinsel demiyelinizan sendromlar, santral sinir sisteminin immün aracılı demiyelinizan bozukluğudur. Klinik spektrum; akut dissemine ensefalomiyelit, optik nörit, transvers miyelit, klinik izole sendrom ve nöromiyelitis optikayı kapsar. Bu çalışmanın amacı multiple skleroz dışı demiyelinizan hastalık tanısı ile izlenen hastaların klinik özelliklerini ve tedavi deneyimlerimizi sunmaktır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013 ile Ocak 2018 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı’nda takip edilen 30 edinsel demiyelinizan hastalık tanılı hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Demografik veriler, başvuru yakınmaları, klinik bulgular, laboratuvar tetkikleri, nörogörüntüleme sonuçları, oftalmolojik bakı ve uygulanan tedaviler kaydedildi

BULGULAR: Hastaların yaşı 3-15 yaş arasında değişmekte olup, yaş ortalaması 8,76±3,59 idi. Akut dissemine ensefalomiyelit en yaygın tanı idi. Başvuru yakınmaları sıklık sırasına göre ataksi, baş ağrısı, ensefalopati, pleji (mono+parapleji), bulanık görme ve görme kaybıydı. Akut enfeksiyon öyküsü, transvers miyelit, akut dissemine ensefalomiyelit ve optik nörit olgularında görüldü. Tüm hastalarda oligoklonal bant ve anti-aquaporin-4 antikoru negatif saptandı. Yedi hastada anti-miyelin oligodendrosit antikoru pozitif bulundu. Bu hastalardan bir tanesinde hem anti-aquaporin 4 hem de anti-miyelin oligodendrosit antikorları pozitif bulundu. Nörogörüntülemede serebral beyaz cevher, spinal kord ve optik sinir tutulumuyla uyumlu bulgular mevcuttu. Tüm hastalara atak sırasında yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı ve idame oral steroid ile devam edildi. Relapsları olan hastalarda uzun dönem tedavide azatioprin ve aylık IVIG tedavileri uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Çocukluk çağı edinsel demiyelinizan hastalıkları multiple sklerozun ilk atağı olabileceğinden hastaların takibi ve ayırıcı tanı için başvuruda ayrıntılı serolojik testlerin, BOS incelemelerinin yapılması önemlidir.
INTRODUCTION: Acquired demyelinating syndromes are immune-mediated demyelinating disorders of the central nervous system. Clinical spectrum includes acute disseminated encephalomyelitis, optic neuritis, transverse myelitis, clinically isolated syndrome, and neuromyelitis optica. Aim of this study is to present the clinical features of patients demyelinating disease other than multiple sclerosis and our therapeutic experience.
METHODS: Data of 30 patients with acquired demyelinating disease followed up in Ege University Department of Child Neurology between January 2013 and January 2018 were evaluated retrospectively. Demographic data, complaints, clinical and neuroimaging findings, laboratory results, ophthalmologic findings and treatment were recorded.
RESULTS: The age of the patients ranged between 3-15 years and mean age was 8.76 ± 3.59 years. The most common diagnosis was acute disseminated encephalomyelitis. The most common complaints were ataxia, headache, encephalopathy, pleome (mono + paraplegia), blurred vision and visual loss respectively. Tests were negative for oligoclonal banding in all patients. Anti-myelin oligodendrocyte antibody was positive in seven patients. One of these patients was double positive for both anti-aquaporin 4 and anti-myelin oligodendrocyte antibodies. Neuroimaging revealed findings consistent with cerebral white matter, spinal cord and optic nerve involvement. All patients were given intravenous pulse methylprednisolone therapy for the acute period
DISCUSSION AND CONCLUSION: Since childhood acquired demyelinating diseases may be the first episode of multiple sclerosis, it is important to perform detailed serological tests and CSF examinations for follow-up and differential diagnosis.
Abstract | Full Text PDF

4.Evaluation of fetal and neonatal autopsy results: 5-year experience
Duygu Ayaz
doi: 10.5222/buchd.2019.76094  Pages 101 - 106
GİRİŞ ve AMAÇ: Bölümümüzde 5 yıllık süre içinde yaptığımız fetal ve neonatal otopsilerin geriye dönük olarak irdelenmesi
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bölümümüzde 5 yıllık süre içinde yapılan 587 otopsi olgusu çalışmaya alınmıştır. Anne yaşı, olguların cinsiyet dağılımı, otopsi tanıları, saptanan anomalilerin dökümü yapılmıştır.
BULGULAR: Bölümümüzde yıllık ortalama fetal ve neonatal otopsi sayımız 117’ dir. Fetal otopsi tanılarının dağılımına bakıldığında ilk sırada olguların %53.7’sinde doğumsal anomaliye rastlanmıştır. Hidrops fetalis %6.2’lik oranla ikinci sırada, anoksiye bağlı değişiklikler ise %4.4 oranında ve üçüncü sırada izlenmiştir. Olguların 87’sinde (%14.8) otoliz nedeniyle kısıtlı bir değerlendirme yapılabilmiştir. %13.7 olguda herhangi bir patoloji saptanmamıştır. En sık oranda ( %32.9 ) merkezi sinir sistemi anomalileri saptanmıştır. Bunu % 11.5 oranla iskelet sistemi ve % 10.7 oranla üriner sistem anomalileri izlemektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Perinatal otopsi, perinatal ve neonatal dönemdeki ölümlerin nedenlerinin ortaya konmasında, gelecekteki gebeliklerin izlenmesi ve hastalıkların tekrarlanma risklerinin saptanmasında önemli bilgiler verir.
INTRODUCTION: To analyse fetal and neonatal autopsies in a period of 5 years in our department..
METHODS: In our pathology department 587 fetal and neonatal autopsies performed in 5 years were analysed and documented according to maternal age, sex distribution, fetal autopsy diagnosis and congenital anomalies.
RESULTS: The average annual number of neonatal and neonatal autopsies performed in our department is 117. When the distribution of fetal autopsy is examined, 53.7% of the cases were found to have congenital anomalies. Hydrops fetalis was the second most common with 6.2%, and anoxia-related changes were seen in 4.4% and third. In 87 (14.8%) cases, a limited evaluation was made due to autolysis. No pathology was found in 13.7% of the cases. Central nervous system anomalies were found in the most frequent rate (32.9%). This is followed by skeletal system with 11.5% and urinary tract anomalies with 10.7%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Perinatal autopsy provides important information in determining the causes of deaths in the perinatal and neonatal period, and in monitoring future pregnancies and determining the risk of recurrence of diseases.
Abstract | Full Text PDF

5.The Relationship Between Scoliosis and Wheelchair Use In Patients With Duchenne Muscular Dystrophy
Filiz Meryem Sertpoyraz, Mehtap Turanoglu
doi: 10.5222/buchd.2019.04935  Pages 107 - 113
GİRİŞ ve AMAÇ: Duchenne Muskuler Distrofi(DMD), ilerleyici kas güçsüzlüğü ile karakterli, nöromuskuler skolyozun sık görüldüğü bir hastalıktır.
DMD ‘li hastalarda skolyozun ağrı ve yardimci cihazlardan tekerlekli sandalye kullanımıyla ilişkisini değerlendirilmeyi amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Klinik, laboratuar, genetik ve biyopsi bulguları ile kesin tanı almış 8-18 yaş arası, 71 erkek çalışmaya alındı. Tamamı steroid kullanan hastaların demografik verileri,klinik özellikleri ve skolyoz, ağrı ve yardımcı cihaz kullanımları kaydedildi.

BULGULAR: Yaş ortalaması: 10,95±5,32 ( 8-18 yaş) yıldı.
Yetmiş bir hastanın 37(%52)’in de skolyoz vardı. Skolyoz en sık dorsolomber bölgedeydi. Yaşla görülme sıklığı artmaktaydı. Hastaların %43,7’ünde omurga ağrısı vardı ve en sık sırt bölgesinde lokalizeydi.
Skolyozu olan 37 hastanın %87,1 ‘nin ağrısı vardı. Skolyoz ile ağrı arasında pozitif anlamlı ilişki saptandı (p=0.000).
Hastaların 35(%49) ‘i yardımcı cihaz kullanıyordu. En sık kullanılan yardımcı cihaz 33(%94) tekerlekli sandalye idi.
Yardımcı cihaz kullanan 35 hastanın %71,4‘inde skolyoz vardı.
Yardımcı cihaz kullanımı ile skolyoz arasında ilişki anlamlıydı (p=0.001).
Tekerlekli sandalye kullanımı olan 33 hastanın %94’inde kullanılan tekerlekli sandalye uygunsuzdu. Sadece %6’si uygundu ve sağlık profesyonelleri tarafından önerilmişti.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Skolyoza bağlı ağrı, DMD'de sık karşılaşılan bir semptomdur.
Skolyoz,yardımcı cihazlardan özellikle tekerlekli sandalye kullanımı ile de ilişkilidir. Uygunsuz tekerlekli sandalye, skolyoz progresyonuna ve ağrıya katkıda bulunabilir.

Bu nedenle DMD'li hastalarda skolyoza bağlı ağrının göz önünde tutulması, özellikle tekerlekli sandalye kullanımı olanlarda hastaya uygunluğunun düzenli araliklarla ve ayrıntılı olarak değerlendirilmesi gerekir.

INTRODUCTION: Duchenne Muscular Dystrophy (DMD) is a disorder characterized by progressive muscle weakness and commonly associated with neuromuscular scoliosis.
We aimed to investigate the relationship between scoliosis and wheelchair (assistive device) in patients with DMD
METHODS: The study included 71 men aged between 8 and 18 years who were diagnosed with DMD based on the clinical, laboratory, genetic, and biopsy findings and have been using steroids. Patients’ demographic data, clinical findings, scoliosis, pain, and use of assistive devices were recorded
RESULTS: The mean age was 10.95 ±5.32.
Thirty-seven patients (52% )had scoliosis. Scoliosis was most commonly found in the dorsolumbar region.
Thirty-one patients (43.7%) had spinal pain, most commonly located in the back region.
A significant relationship was found between scoliosis and pain; 27 (87.1%) of the 37 patients with scoliosis had pain (p=0.000).
Thirty-five patients used assistive devices. The most commonly used assistive device was the wheelchair (94%). Twenty-five of the 35 patients using an assistive device (71.4%) had scoliosis. There was a significant relationship between the use of assistive devices and scoliosis was (p=0.001).
Of the 33 patients using a wheelchair and 94% had unsuitable wheelchairs. Only 6% had a suitable wheelchair recommended by a health professional
DISCUSSION AND CONCLUSION: Scoliosis-related pain is a common symptom.
Scoliosis is also associated with the use of assistive devices, wheelchairs in particular. Improper wheelchairs may contribute to the progression of scoliosis and pain.Therefore, it is essential to take scoliosis-related pain into account in DMD and to evaluate the suitability of wheelchair regularly for the patients using them.

Abstract | Full Text PDF

6.Evaluation of Ophthalmology Consultations of Inpatients In A Tertiary Pediatric Hospital
Ali Güngör, Serkan Özmen, Aydan Sezgin Ersoy, esin eyican, Bahar Çuhacı Çakır, Cüneyt Karagöl, Alkim Öden Akman
doi: 10.5222/buchd.2019.46320  Pages 114 - 118
GİRİŞ ve AMAÇ: Göz akut enfeksiyonlardan, travmalardan, primer göz hastalıklarından etkilenebildiği gibi sistemik hastalıkların sekonder tutulumları sonucunda da etkilenebilmektedir. Bu çalışmada Ocak 2016 ile Aralık 2017 tarihleri arasında hastanemizde yatarak tedavi gören hastaların göz hastalıkları danışımlarının değerlendirilmesi ve kronik hastalığı olan hastalarda göz bulgularının belirlenmesi amaçlanmıştır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde yatarak tedavi gören hastalardan, göz hastalıkları bölümüne danışılan hastaların yaşı, cinsiyeti, tedavi gördüğü servis, kronik hastalığı olup olmadığı kaydedildi. Hastaların göz hastalıkları bölümüne danışılma sebebi ve göz muayene bulguları belirlenmeye çalışıldı.
BULGULAR: Ocak 2016 ile Aralık 2017 tarihleri arasında hastanemizde yatarak tedavi gören 28.556 hastanın 1514’ü (%5.3) göz hastalıkları bölümüne danışılmıştı. Bu hastaların 829’u (% 54.76) erkek ve ortanca yaş 63.5 aydı (ÇDA 8-154). Hastalardan 958’inin (%63.28) kronik bir hastalığı vardı. Tüm hastalar içinde anormal muayene bulguları olarak 92 (%6.08) hastada konjonktivit, 47 (%3.1) hastada refraksiyon kusurları, 44 (%2.91) hastada papil ödemi, 26 (%1.72) hastada ise preseptal selülit saptandı. Bunun dışında anterior lentikonus, Lisch nodülü, Kayser-Fleischer halkası, Japon bayrağı görünümü, üveit bulguları, hipertansif retinopati ve ROP saptanan önemli muayene bulgularıydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak gözün primer hastalıkları kadar, sistemik hastalıklara sekonder göz tutulumları da olabilmektedir. Kronik hastalığı olan hastalarda başlangıçta göz bulguları olmasa bile ilerleyen dönemlerde gelişebilecek tutulumları saptamak açısından düzenli göz muayenesinin yapılması önemlidir.
INTRODUCTION: The eye can be affected by acute infections, traumas, primary eye diseases and may be affected by secondary to systemic diseases. The aim of this study is to evaluate the ophthalmology consultations of inpatients in our hospital between January 2016 and December 2017 and to determine the ocular findings in patients with chronic disease.
METHODS: The age, gender, treatment, chronic disease of the patients whom consulted to the ophthalmology department were recorded. The reason for consultation to ophthalmology and examination findings were tried to be determined.
RESULTS: 1514 (5.3%) of 28.556 inpatients were consulted to ophthalmology department between January 2016 and December 2017. Of these patients, 829 (54.76%) were male and the median age was 63.5 months (range 8-154). Of the 958 (63.28%) patients had chronic disease. In all patients, 92 (6.08%) patients had conjunctivitis, 47 (3.1%) had refractive errors, 44 (2.91%) had papillary edema and 26 (1.72%) had preseptal cellulitis. In addition, the anterior lenticonus, Lisch nodule, Kayser-Fleischer ring, Japanese flag appearance, uveitis findings, hypertensive retinopathy and ROP were the important findings of the examination.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result the eye involvement may be secondary to systemic diseases as well as primary diseases of the eye. In patients with chronic disease, it is important to perform regular eye examination in order to determine the involvement that may develop in the later stages even if there are no ocular signs.
Abstract | Full Text PDF

7.A Retrospective Analysis of Mid-Term Paitent Follow-ups After Partial Atrioventricular Septal Defect Repair: A Unicenter Experience
Çağatay Bilen, Gökmen Akkaya, Osman Tuncer, Yüksel Atay
doi: 10.5222/buchd.2019.63626  Pages 119 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Parsiyel atrioventriküler septal defekt ostium primum atrial septal defekt olarak da bilinmektedir. Operasyon sonrası sol atrioventriküler kapak yetmezliği, pace-maker ihtiyacı olan komplet atrioventriküler nod blokları ve sol ventrikül çıkım yolu darlığı gibi sorunlarla karşılaşılabilinmektedir.
Biz de bu çalışmamızda parsiyel atrioventriküler septal defekt düzeltme operasyonlarının sonuçlarını, komorbidetelerini ve taburculuk sonrası orta dönem verileri bildirmeyi amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2005-2017 yılları arasında kliniğimizde parsiyel atrioventriküler septal defekt nedeni ile tam düzeltme operasyonu uygulanan kırkbir hasta dahil edildi. Hastaların hastane kayıtları retrospektif olarak tarandı. Hastaların operasyon öncesi, taburculuk sonrası birinci, üçüncü, altıncı ve on ikinci aylarda kontrol transtorasik ekokardiografi ve sonrasında yıllık takipleri ile uzun dönem yeniden cerrahi müdahale gerekliliği açısından izlendi.
BULGULAR: Hastane kalış süresi boyunca ve takip sırasında hastaların 1’i konjestif kalp yetmezliğinden kaybedildi. 1 hastaya total atrioventriküler nod bloğu nedeni ile kalıcı pace maker takıldı. Taburcu edildikten sonra sol atriyoventriküler kapak yetmezliğinde önemli derecede düzelme gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Parsiyel atrioventriküler septal defekt tanılı hastalarda cerrahi sırasında ileti yollarına dikkat edilmesi ve yeterli valvüler onarım yapılması uzun dönemde reoperasyon ihtiyacını önemli ölçüde azaltmaktadır.
INTRODUCTION: Partial atrioventircular septal defect is also known as ostium primum type atrial septal defect. Complications such as postoperative atrioventricular valve insufficiency, complet atrioventricular bundle blocks that requireing pace-maker and left ventricle outflow obstruction may occur in postoperative period. This study presents the surgical correction results of partial atrioventircular septal defect, thus we aimed to determine the comorbidities and mid-term outcomes.
In this study, we aimed to report the results of partial atrioventircular septal defect. correction operations, comorbidities and mid-term data after discharge.

METHODS: Overall 41 patients of who underwent surgical correction with the diagnosis of partial atrioventircular septal defect between 2005-2017 in our institute were included in this study. Hospital records were retrospectively analyzed. The patients were evaluated via transthoracic echocardiography in preoperatively and at first, third, sixth and twentieth months of postoperative period, afterwards, the examinations countinued by yearly interval.
RESULTS: Only one hospital mortality occured due to congestif heart failure while there was no mortality in postoperative period. A permenant pace maker had to insert owing to total atrioventricular block development. After discharge, left atrioventricular valve insufficiency was observed as significantly improved.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a consequence of paying maxiumum effort for to avoid bundle block development and to perform an adequate valve repair during surgical process, the reoperation requirements in long term follo-up may be considerably reduced in patients with partial atrioventircular septal defect.
Abstract | Full Text PDF

8.Clinical features of patients with allergic rhinitis and evaluation of adenoid hypertrophy as a comorbidity
Özlem Sancaklı, Halil Belverenli
doi: 10.5222/buchd.2019.47704  Pages 125 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Burun, anatomik ve fonksiyonel olarak gözler, paranazal sinüsler, nazofarinks, orta kulak ve alt solunum yolları ile bağlantılıdır. Bu nedenle alerjik rinitli hastalarda astım, kronik sinüzit, adenoid hipertrofi alerjik konjonktivit gibi komorbid hastalıklar sık görülmektedir. Çalışmamızda polikliniğimize alerjik rinit bulguları olan hastalarda komorbid hastalıkların sıklığını ve olguların klinik özelliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza Çocuk Alerji Polikliniği’mizde Eylül 2015-Mart 2016 arasında orta-ağır alerjik rinit tanısıyla izlenen 3-17 yaş arasındaki olgular dahil edildi. Hasta dosyaları retrospektif olarak incelendi; komorbid hastalıklar, aile öyküsü, eozinofil yüzdesi, total IgE düzeyi ve alerji testi sonuçları ve kullanılan ilaç sayısı kaydedildi.. Tedavinin ilk ayında semptomların skorlanması için görsel analog skala kullanıldı. İstatistiksel analizde p<0,05 anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya yaş ortancası 7,25 (5,13) [3,0 – 17,0] olan (33 kız 73 erkek) 106 olgu alındı. Hastalarımızın %84,9’unda deri testi pozitifti ve %69,8’inde semptomlar 2 yıldan daha fazla sürede devam etmekteydi. En sık eşlik eden komorbid hastalıklar astım (%52,8) ve adenoid hipertrofi ( %30,2) idi. Çalışmamızda deri testi negatif olan grupta adenoid hipertrofi sıklığı daha yüksek ve total IgE düzeyi daha düşüktü. (p=0,019, p=0,027).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda alerjik rinitli olgularda en sık eşlik eden komorbid hastalıkların astım ve adenoid hipertrofi olduğu, deri testi negatif olan grupta adenoid hipertrofinin daha sık olduğu bulundu.
INTRODUCTION: The nasal cavity is anatomically and functionally associated with eyes, paranasal sinuses, nasopharynx, middle ear and lower airways. Therefore, comorbid diseases such as asthma, chronic sinusitis, adenoid hypertrophy allergic conjunctivitis are common in patients with allergic rhinitis. In our study, we aimed to evaluate the frequency of comorbid diseases, clinical features of patients.
METHODS: The study included children aged between 3-17 years who were diagnosed with moderate to severe allergic rhinitis between September 2015 and March 2016 in our pediatric allergy outpatient clinic.Patient files were retrospectively reviewed; comorbid diseases, family history, eosinophil percentage, total IgE level and allergy test results and the number of drugs used were recorded. In the first month of the treatment, visual analog scale was used to score the symptoms.P <0.05 was considered significant in the statistical analysis.
RESULTS: A total of 106 patients (33 female, 73 male) with a median age of 7.25 (5.13) [3.0 - 17.0] were included in the study. In 84.9% of our patients, skin test was positive, and in 69.8% of the patients the symptoms persisted for more than 2 years. The most common comorbid diseases were asthma (52.8%) and adenoid hypertrophy (30.2%). In our study, the incidence of adenoid hypertrophy was higher and total IgE levels were lower in the skin test negative group (p = 0.019, p = 0.027).

DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, the most common comorbid diseases in patients with allergic rhinitis were asthma and adenoid hypertrophy, and in the skin test negative group adenoid hypertrophy was more frequent.
Abstract | Full Text PDF

9.Comparison of Two Different Endotracheal Aspiration Methods in Premature Infants
Gülsüm Kadıoğlu Şimşek, Mehmet Büyüktiryaki, Nilüfer Okur, H. Gozde Kanmaz Kutman, Fuat Emre Canpolat
doi: 10.5222/buchd.2019.09815  Pages 131 - 136
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, prematüre bebeklerde açık ve kapalı endotrakeal aspirasyon yöntemlerini, neonatal enfeksiyonlar ve prematüre morbiditeleri açısından karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yenidoğan yoğun bakım ünitemizde Ocak 2016-Aralık 2016 tarihleri arasında, doğum ağırlığı 1500 gr altında olan bebeklerin kayıtları retrospektif olarak tarandı. Yaşamın ilk 72 saatinde entübasyon ihtiyacı olup en az 24 saat mekanik ventilatör ihtiyacı olan bebekler çalışmaya dahil edildi. Bebeklerin demografik ve klinik verileri ile birlikte, prematüre morbiditeleri, hangi endotrakeal aspirasyon yönteminin kullanıldığı, toplam aspirasyon sayıları ve solunum destek süreleri kayıt edildi.
BULGULAR: Açık aspirasyon uygulanan 39, kapalı aspirasyon uygulanan 38 bebeğin verileri analiz edildi. Demografik bulgular iki grup açısından benzer olarak bulundu. Toplam aspirasyon sayısı, ekstübasyon başarısızlığı, solunum destek süreleri, bronkopulmoner displazi, ventilatör ilişkili pnömoni ve geç neonatal sepsis açısından iki grup arasında fark saptanmadı. Ayrıca diğer prematüre morbiditeleri, hastanede kalış zamanı ve mortalite açısından da fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda doğum ağırlığı 1500 gramın altında olan prematüre bebeklerde, açık veya kapalı endotrakeal aspirasyon yöntemi uygulanması ile prematüre morbiditeleri arasında ilişki saptanmamıştır.
INTRODUCTION: The aim of our study was to compare open and closed endotracheal aspiration methods in premature infants in terms of neonatal infections and premature morbidities.
METHODS: Between January 2016 and December 2016, the records of preterm infants with a birth weight under 1500 g were retrospectively reviewed in our neonatal intensive care unit. Infants in the first 72 hours of life with a need of intubation and at least 24 hours on mechanical ventilation were included in analysis. In addition to demographic and clinical data of infants, premature morbidities, total aspiration numbers and duration of respiratory support were recorded in which endotracheal aspiration method was used.
RESULTS: The data of 38 infants who underwent open aspiration and 39 with closed aspiration were analyzed. Demographic findings were similar in two groups. There were no differences between the two groups in terms of total number of aspirations, extubation failure, respiratory support durations, bronchopulmonary dysplasia, ventilator-associated pneumonia and late onset neonatal sepsis. In addition, there was no difference in terms of other prematurity morbidities, hospital stay and mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, premature infants with birth weight less than 1500 g were not found to be associated with premature morbidities with open or closed endotracheal aspiration.
Abstract | Full Text PDF

10.Evaluation of early and very early onset schizophrenic disorder cases in a child and adolescent psychiatric inpatient unit
Burcu Serim Demirgören
doi: 10.5222/buchd.2019.83723  Pages 137 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Erken başlangıçlı ve çok erken başlangıçlı şizofrenik bozukluk, 18 yaşından önce başlayan, düşünce, algı, duygu, hareket ve davranış bozukluklarına ait belirtilerle kendini gösteren, kronik seyirli bir bozukluktur. Bu çalışmada çocuk ve ergen psikiyatri yataklı servisinde tedavi görmüş erken ve çok erken başlangıçlı şizofrenik bozukluk tanılı olgulara ait sosyodemografik özellikler ve uygulanan tedavi yöntemlerinin yanı sıra olguların iyileşme düzeyinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek merkezli, geriye dönük, tanımlayıcı desende olan bu çalışmaya Ekim 2005-Ocak 2019 tarihleri arasında çocuk ve ergen psikiyatri servisinde yatarak tedavi görmüş ve planlı taburcu edilmiş 44 olgu dahil edilmiştir. Olgulara ait sosyodemografik veriler, uygulanan tedaviler, belirti şiddetlerine dair yatış ve çıkış Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS) puanları yanı sıra yatış ve çıkış sırasında genel işlevsellik düzeyini yansıtan Çocuklar İçin genel Değerlendirme Ölçeği (The Children’s Global Assessment Scale-CGAS) puanları çalışmanın verilerini oluşturmuştur.
BULGULAR: Olguların taburculukta yapılan PANSS puanları yatışa göre anlamlı düşme göstererek, erken ve çok erken başlangıçlı şizofrenik bozukluk tanısıyla yatan olguların yataklı tedaviden yarar gördüğü bulunmuştur. Ayrıca olguların taburculuk sırasındaki işlevsellik puanları da yatış işlevsellik puanlarına göre anlamlı yükselmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ciddi yeti yitimine neden olabilen ve kronik bir seyir izleyen erken ve çok erken başlangıçlı şizofrenik bozukluk tanılı olguların tedavisinde çocuk ve ergen psikiyatri yataklı servisinde uygulanan multidisipliner tedavinin etkin olduğu bulunmuştur.
INTRODUCTION: Early-onset and very early-onset schizophrenia is a chronic disorder characterized by symptoms of thought, perception, emotion, movement, and behavior that started before the age of 18. The aim of this study was to determine the sociodemographic characteristics and treatment modalities of early-onset and very early-onset schizophrenic disorder cases treated in a child and adolescent psychiatric inpatient unit as well as the level of improvement of the cases.
METHODS: A single-center, retrospective, descriptive study included 44 patients who were hospitalized in a child and adolescent psychiatric inpatient unit between October 2005 and January 2019. Sociodemographic data, treatment and symptom severity, and the Positive and Negative Syndrome Scale (PANSS), as well as the The Children’s Global Assessment Scale-(CGAS) were evaluated in the study.
RESULTS: The PANSS scores on discharge showed a significant decrease compared to admission PANSS scores and it was found that the patients who were hospitalized with the diagnosis of early-onset and very early-onset schizophrenic disorder had benefit from the inpatient treatment. In addition, the CGAS scores of patients during discharge increased significantly compared to admission CGAS scores.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Multidisciplinary treatment in children and adolescent psychiatric inpatient unit was found to be effective in the treatment of patients with early-onset and very early-onset schizophrenic disorder.
Abstract | Full Text PDF

11.Inborn errors of metabolism: a three-year experience
Ferit Kulalı, Melis Köse, Tuğçe Candan Çelik, Ezgi Yangın Ergon, Oğuz Han Kalkanlı, Rüya Çolak, Meral Yıldız, Senem Alkan Özdemir, Tülin Gökmen Yıldırım, Şebnem Çalkavur
doi: 10.5222/buchd.2019.62533  Pages 143 - 148
GİRİŞ ve AMAÇ: Metabolik yolaktaki bir enzim veya kofaktörün eksikliği ya da yokluğu sonucu özel bir metabolitin oluşamaması ya da birikimi Doğumsal Metabolik Hastalıklar (DMH)’ a neden olmaktadır. Doğumda genellikle sağlıklı olan bu bebekler, doğumdan sonra saatler ya da günler içinde aktivitede azalma, beslenememe, solunum güçlüğü, bilinç değişikliği veya nöbet gibi semptomlarla başvururlar. Bu semptomlar DMH’a özgü olmadığından erken tanı ve tedavi ile komplikasyonların ve ölümlerin önlenmesinde klinik şüphe varlığı önemlidir.
Bu çalışmada, yenidoğan döneminde tanı alan DMH’a sahip hastaların klinik ve biyokimyasal özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma, 01.02.2015 – 01.02.2018 tarihleri arasında Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde yapıldı. Hastaların demografik ve klinik özellikleri ile laboratuvar bulguları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya, DMH’ı saptanan 33 hasta alındı. Ortanca doğum ağırlığı 3000 (çeyrekler arası, 2865 - 3300) gr, ortanca gebelik haftası ise 39 (çeyrekler arası 38 - 40) hafta idi. En sık başvuru yakınması %45,5 ile beslenme güçlüğü ve taşipne idi. Başvuru sırasında olguların %36,4’ünde transaminaz yüksekliği, %36,4’ünde hiperamonemi, %33,3’ünde metabolik asidoz, %27,3’ünde ise hipoglisemi saptandı. En sık konulan tanılar galaktozemi (%21,2), Zellweger sendromu (%9,1) ve nonketotik hiperglisinemi (%9,1) idi. Hastaların %64,7’si klinik ve laboratuvar bulguları düzelerek taburcu edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ülkemiz gibi akraba evliliklerinin yüksek oranda olduğu bölgelerde, yenidoğan döneminde beslenememe, taşipne ve sarılık gibi nonspesifik semptomlarla başvuran, laboratuvar incelemelerinde metabolik asidoz ya da transaminaz yüksekliği saptanan olgularda DMH açısından dikkatli olunmalıdır.
INTRODUCTION: The deficiency or absence of an enzyme or cofactor in the metabolic pathway leads to the formation or accumulation of a specific metabolite resulting in inborn errors of metabolism (IEM).The neonate who is, usually, born healthy at birth, will present symptoms such as a reduced activity, nutritional disorders, difficulty in breathing, changes in consciousness, or seizures within hours or days after birth.Since these symptoms are not specific to IEM, a high degree of clinical suspicion is essential in diagnosing and treating the disease and to prevent complications and death.The aim of this study was to evaluate the clinical and biochemical characteristics of neonates diagnosed with IEM.
METHODS: Neonates who presented to the Neonatal Intensive Care Unit of X Hospital between 01.02.2015 and 01.02.2018 were included.Demographic and clinical features and laboratory findings of the neonates were retrieved from patients’ records.
RESULTS: Thirty-three patients with IEM were enrolled into the study.The median birth weight was 3000(interquartile range: 2865-3300) gr, the median gestational week was 39(interquartile range: 38 to 40). The most common presenting complaints were nutritional disorders and tachypnea with a rate of 45.5% which were followed by transaminase elevation(36.4%), hyperammonemia(36.4%), metabolic acidosis(33.3%) and hypoglycemia(27.3%).The most common diagnoses were galactosemia(21.2%), Zellweger syndrome(9.1%) and non-ketotic hyperglycinemia(9.1%).Overall, 64.7% of the patients were discharged with corrected laboratory values.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Nonspecific symptoms such as nutritional disorders, tachypnea, and jaundice, or nonspecific laboratory abnormalities such as metabolic acidosis or transaminase elevation should alert the physician for IEMs, particularly in countries where the prevalence of consanguineous marriages is high, such as Turkey.
Abstract | Full Text PDF

12.The Relation Between Serum Levels of Insulin-like Growth Factor-1 and Bronchopulmonary Dysplasia
Nükhet Aladağ Çiftdemir, Betul Acunas, Ülfet Vatansever Özbek, Rıdvan Duran
doi: 10.5222/buchd.2019.39306  Pages 149 - 154
GİRİŞ ve AMAÇ: Prematüre doğumun uzun vadedeki en önemli istenmeyen sonucu olan bronkopulmoner displazinin (BPD) nedeni henüz net olarak belirlenmemiştir. İnsülin benzeri büyüme faktörü-1 (IGF-1) hem prenatal, hem de postnatal akciğer gelişiminde rol oynar. Bu çalışmada amacımız postnatal serum IGF-1 düzeylerinin preterm bebeklerde BPD gelişimi ile ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 67 prematüre yenidoğan, BPD ile ilişkili risk faktörlerini araştırmak ve BPD ile serum IGF-1 düzeyleri arasındaki ilişkiyi saptamak amacıyla prospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya alınan bebekler, BPD gelişenler grup 1 (n=12), gelişmeyenler ise grup 2 (n=55) olarak ikiye ayrıldı. Her bebekten postnatal 1,7,14 ve 28. günlerde alınan venöz kanlardan serum IGF-1 düzeyleri ölçüldü.
BULGULAR: BPD gelişimini koriyoamniyonitin 12,3, antenatal kanamanın 6,3, normal doğumun 89,3, respiratuar distres sendromunun 15,3 ve postnatal sepsisin 28,7 kat arttırdığı saptanırken, antenatal steroidin ciddi şekilde azalttığı görüldü. Grup 1’in 1. gün serum IGF-1 düzeyleri grup 2’ye oranla istatistiksel olarak zayıf bir şekilde yüksek bulundu. Birinci ve 7. gün serum IGF-1 düzeylerinin özgüllük ve duyarlılığı BPD gelişimi riskini değerlendirmek için yetersizdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda serum IGF-1 düzeyleri ve BPD gelişimi riski arasında bir ilişki saptayamadık. Bu durumun nedeninin BPD gelişen bebek sayısının düşük olmasına bağlı olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Bronchopulmonary dysplasia (BPD) is the most important consequence of premature delivery at long term which remains obscure. Insulin-like growth factor-1 (IGF-1) is involved in both prenatal and postanatal lung growth. Our aim is to characterize postanatal changes in serum IGF-1 in relation to development of BPD in preterms.
METHODS: 67 preterm newborns were recruited prospectively to our study in order to investigate independent risk factors associated with BPD and to determine the relation between serum IGF-1 levels and BPD. Infants who developed BPD were designated as Group 1 (n=12) and those who did not as Group 2 (n=55). Serum IGF-1 levels were measured from venous blood samples of each infant on days 1, 7, 14 and 28 after birth.
RESULTS: Chorioamnionitis increased the risk of the development of BPD by 12.3 fold, antenatal bleeding by 6.3 fold, vaginal delivery by 89.3 fold, respiratory distress syndrome by 15.3 fold, and postnatal sepsis by 28.7 fold. However administration of antenatal steroid significantly reduced (odds ratio; 20) the development of BPD. The serum IGF-1 levels of infants in Group 1 on day 1 samples was higher than those in Group 2 with borderline significance. The sensitivity and specificity of day 1 and day 7 serum IGF-1 levels were found to be low in predicting the development of BPD.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We could not find any relation between BPD and serum IGF-1 levels in our study and concluded that the low number of newborn with BPD could have limited the evaluation of this association.
Abstract | Full Text PDF

13.Prevalence of Anemia Among Children in a Single University Hospital
Neslihan Karakurt, Özlem Terzi
doi: 10.5222/buchd.2019.34635  Pages 155 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Anemi özellikle gebelerde ve çocuklarda mortalite ve morbidite artışına yol açan yaygın bir halk sağlığı sorunudur. Dünya Sağlık Örgütü, Dünya genelinde okul öncesi çocuklarda anemi prevalansını %47,4 olarak bildirmiştir ve anemi insidansı giderek artmaktadır. Anemisi olan vakaların yaklaşık %50’sinden demir eksikliği sorumludur. Bu çalışmada referans hastaneye başvuran pediatrik hastalarda anemi prevalansı ve sebeplerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışma retrospektif olarak planlanmış olup evrenini Temmuz 2017 ile Temmuz 2018 tarihleri arasında, hastanemize herhangi bir nedenle başvuran ve tam kan sayımı yapılan 6 ay-15 yaş arasındaki çocuklar oluşturmuştur. Örnekleme bu hastalardan anemik olanlar, yani hemoglobin değeri 11 g/ dl’den küçük olanlar dahil edilmiştir.

BULGULAR: Anemi insidansı %8,2(n=4655) saptanmıştır. Anemik çocukların ortanca yaşı 3 yıl olup %54,4’ü erkektir. Yaş gruplarına göre dağılımları incelendiğinde en sık 2-5 yaş arası(%50,8) çocuklarda anemi olduğu belirlenmiştir. 0,5-1 yaş ve 2-5 yaş gruplarında erkek çocuklarında anemi sıklığı daha yüksekken, 10-12 ve 13-15 yaş gruplarında ise kız çocuklarında daha yüksektir ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır. Anemik çocukların ortanca hemoglobin değeri 10,2 (min- max: 2,8- 10,9) g/ dl ve MCV 74,5 (min- max: 46,9- 126,8) fl saptanmıştır.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Karadeniz Bölgesi’inde bir referans hastanede 0,5- 15 yaş aralığında anemi sıklığını %8 saptanmış olup laboratuvar bulguları muhtemel bir demir eksikliği anemisi tanısı ile uyumlu olarak değerlendirildi. Hastaların büyük çoğunluğunda (%64) hafif anemi saptandı. Hekimlerin anemiyi önleme ve tedavi etme konusunda hasta ailesiyle işbirliği içinde çalışması ve aileleri bilinçlendirmesi, çocuklarda önlenebilir bir zeka geriliği sebebi olan anemiden korunmada çok büyük önem arzetmektedir.
INTRODUCTION: Anemia is a common public health issue, causing an increase in mortality and morbidity, especially in pregnant women and children. WHO reported the prevalence of anemia in preschool children as 47.4%. Iron deficiency is responsible for approximately 50% of cases with anemia. This study aims to determine the prevalence of anemia and the underlying causes of anemia in pediatric patients who were admitted to the reference hospital.
METHODS: This cross-sectional study was planned retrospectively and children between 0.5-15 years of age who were admitted to our hospital for any reason between July 2017-July 2018 were included. Sampling included those with anemia, hemoglobin value less than 11 g/dl.
RESULTS: The incidence of anemia was 8.2%(n=4655). The median age of anemic children was three years, and 54.4% were male. Anemia was more common among 2-5 year-old-children (50.8%). The prevalence of anemia was higher in boys at age of 0.5-1 and 2-5 years old, while it was higher in girls at age of 10-12 years and 13-15 years old, and the difference was statistically significant. The median hemoglobin was 10.2(min-max: 2.8-10.9)g/dl, MCV was 74.5(min-max: 46.9-126.8)fl.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The incidence of anemia in a reference centre in Black Sea region of Turkey at 0.5- 15 years of age is 8%. The laboratory parameters were consistent with a probable diagnosis of iron deficiency anemia. The majority of patients(64%) had mild anemia. Physicians dealing and cooperating with parents in the prevention and treatment of anemia is critical in protecting children from anemia, which is a reason of preventable mental retardation.
Abstract | Full Text PDF

14.The Effect of Self-infusion and Patient Education on Treatment Compliance in Hemophilia Patients
Elif Güler kazancı, Mehmet Can Uğur, Yeşim Oymak, Kaan Kavakli
doi: 10.5222/buchd.2019.80269  Pages 160 - 163
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastaların belirlenen tedavi rejimlerine uyum sorunları hemofili tedavisinde güncel bir konudur. Bu sorunlar çok yaygın olarak bildirilmektedir. Biz de hemofili hastalarında selfinfüzyon ve hasta eğitiminin tedavi uyumu üzerine etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hemofili Federasyonu’nun 2019 yılındaki Gençlik Çalıştayı’na katılan Hemofili ve von Willebrand (vWH) hastalarına elektronik posta yoluyla Hemofili Federasyonu tarafından geliştirilen anket gönderildi. On beş gün içinde hastaların anketi yanıtlanması istendi. Anket verileri uygun istatistiksel yöntemlerle değerlendirildi.
BULGULAR: 74 ağır hemofili A, 20 ağır hemofili B, 3 vWH tanılı toplam 97 hastaya anket uygulandı. Hastalar Türkiye'nin 6 farklı bölgesinden çalışmaya katılmıştı. 8 hasta orta öğrenimi tamamlayamamıştı. 60’ı orta öğrenimi tamamlamış veya devam etmekteydi. 29’u ise yüksek öğrenim mezunuydu.
64 hasta tedaviye uyumlu, 33 hasta da tedaviye uyumsuzdu. Tedaviye uyum oranı %66 idi. Hastaların eğitim durumu ve tedavi uyumu karşılaştırıldığında anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.516). Tedaviye uyumlu hastaların yaş ortalaması 21.5, uyumsuz hastaların 20.6 bulundu (p=0.015). Tedavi uyumu ile self-infüzyon uygulayabilme,self-infüzyonu öğrenme kaynağı ve internet kullanım süresi arasından istatistiksel anlamlı ilişki yoktu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemofili gibi kronik hastalıkların takip ve tedavisindeki başarı, hekimler ve diğer sağlık personelinin eğitiminin yanı sıra hasta ve hasta yakınlarının da eğitimi ile artmaktadır.
INTRODUCTION: Compliance to treatment regimens is a current issue in the treatment of hemophilia. These problems are widely reported. We aimed to investigate the effect of self-infusion and patient education on treatment compliance in hemophilia patients.
METHODS: A questionnaire developed by Hemophilia Federation was sent to Hemophilia and von Willebrand (vWH) patients who participated in the Workshop of Hemophilia Federation in 2019. Within fifteen days, patients were asked to answer the questionnaire. Survey data were evaluated by appropriate statistical methods.
RESULTS: A total of 97 patients with severe hemophilia A, 20 severe hemophilia B and 3 vWH were included in the study. Patients were participated from six different regions of Turkey. 8 patients could not complete secondary education. 60 of patients completed or continue their secondary education. 29 of were graduated from a university. 64 patients were compatible to treatment and 33 patients were incompatible to treatment. The treatment compliance ratio was 66%. No significant relationship was found between the educational status and treatment compliance of the patients (p = 0.516). The mean age of the patients who were compatible to treatment was 21.5 years, and incompatible patients were 20.6 (p = 0.015). There was no statistically significant relationship between treatment compliance and self-infusion, self-infusion learning source and internet usage period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The success in the follow-up and treatment of chronic diseases such as hemophilia is enhanced by the training of physicians and other health personnel, as well as the education of patients and their relatives.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
15.A New Threat in Adolescence: Pregabalin Abuse
Betül Öztürk, İlknur Bodur, Aysun Tekeli, Ayla Akça Çağlar, Can Demir Karacan, Nilden Tuygun
doi: 10.5222/buchd.2019.66934  Pages 164 - 166
Pregabalin glutamat, noradrenalin ve madde P gibi nörotransmitterlerin salınımını azaltarak etki gösteren yeni jenerasyon bir gabapentinoiddir. Günümüzde nöropatik ağrı ve fibromiyalji tedavisi için kullanılmaktadır ve bazı durumlarda antikonvülsan, anksiyolitik ve analjezik özelliklere sahiptir. Bazı vaka raporları ve epidemiyolojik çalışmalar, kullanımının son on yılda önemli ölçüde arttığından pregabalinin suistimal edilme potansiyeli konusunda kaygı uyandırmıştır. Terapötik dozları aşan miktarda alındığında potansiyel öforik ve dissosiyatif etkileri olduğu için uyuşturucu bağımlıları pregabalini rekreasyon amaçlı kullanmaktadır. Kötüye kullanım potansiyeli ve suistimalin ardındaki mekanizmalar tam olarak bilinmemektedir. Ayrıca, istismar vakalarında yaş sınırı da kademeli olarak azalmaktadır. Bu çalışmada, çocuk acil polikliniğine başvuran ve pregabalin suistimali olan üç adölesan olgu sunuldu.
Pregabalin is a new generation gabapentinoid that exerts its effect by causing a decrease in release of neurotransmitters such as glutamate, noradrenaline, and substance P. It is currently used for neuropathic pain and fibromyalgia treatment and has anticonvulsant, anxiolytic, and analgesic effects in some cases. Several case reports and epidemiological studies have raised concern about pregabalin's abuse potential since its use has increased substantially over the last decade. Drug abusers arousing it for recreational purposes since it has potential euphoric and dissociative effects when taken in excess of therapeutic doses. Despite the abuse potential, the mechanisms behind abuse are not fully known. Furthermore, the age limit has gradually decreased in cases of abuse. In this study, we present three adolescent patients with pregabalin abuse.
Abstract | Full Text PDF