Volume: 8  Issue: 1 - 2018
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Page I
DOWNLOAD

2.Contents

Pages II - III
DOWNLOAD

REVIEW
3.Breastfeeding and Sustainable Development
Özden Özilice, Türkan Günay
doi: 10.5222/buchd.2018.001  Pages 1 - 7
Emzirmenin ana-çocuk sağlığı üzerine kısa ve uzun dönemde olumlu etkileri bulunmaktadır. Çocukluk çağı enfeksiyonları ve maloklüzyona karşı koruyucu olan emzirmenin; çocuklarda zekâyı arttırdığı ve obeziteyi azalttığına dair birçok çalışma vardır. Anneler açısından bakıldığında ise, uzun süreli emzirme kadınları meme ve over kanserinden korumakta, doğum aralıklarını açarak sonraki gebeliği ertelemektedir. Emzirme, ana-çocuk sağlığı yararlarının ötesinde küresel sürdürülebilir kalkınma için de önemli bir bileşendir. Ülke gelir gruplarına göre emzirme değerlendirildiğinde ‘’ilk bir saat ‘de emzirmeye başlama’’ göstergesi dışında diğer tüm göstergeler için ülke gelir grubu arttıkça emzirme oranları azalmaktadır. Türkiye’de beş yaş altı çocukların %96’sı bir süre emzirilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün ‘’İlk altı ay sadece anne sütü’’ önerisine rağmen Türkiye’de altıncı aydaki bebeklerde bu oran %4.7 ile beklenen düzeyin çok altındadır. Ocak 2016’da gerçekleştirilen Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde, 2015’te sona eren Milenyum Kalkınma Hedeflerinin yerini almak üzere Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri belirlenmiştir. Emzirme temelde tüm hedefler ile ilişkilendiriliyor olmakla birlikte bu derlemede emzirme ile en fazla ilişkilendirilen sekiz hedef (1, 2, 3, 4, 5, 8, 10, 12) üzerinde durulmuştur.
Breast-feeding has substantial short and long term positive influences on maternal and infant health. It is highly protective against childhood infections and malocclusion, enhances intelligence and decreases the obesity. Prolonged breast-feeding provides a natural protection for women against breast and ovarian cancer while postponing the next pregnancy by means of extending the birth intervals. Breast-feeding, beyond its benefits on maternal and infant health, is a substantial component for sustainable development, prosperity and welfare on a global scale. When breast-feeding is assessed based on country’s income brackets, for other entire indicators apart from the indicator of “commencing breast-feeding in the initial one hour”, the higher the income bracket is the less the breast-feeding gets. Although breast-feeding in Turkey varies, 96% of the children under five years of age are subject to breastfeeding for a while. Notwithstanding with the “Exclusive Breastfeeding up to six months of age” recommendation of the World Health Organization, this rate of 4.7% within the babies of six months of age in Turkey is way below the expected level. World Sustainable Development Summit was held in January 2016 and Sustainable Development Goals spearheaded by the United Nations were determined in order to replace the Millennium Development Goals which was ended in 2015. Breast-feeding is more or less essentially associated with the entire goals, in this compilation, emphasis shall be laid on eight goals (1, 2, 3, 4, 5, 8, 10, 12) that are mostly associated with the breast-feeding.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
4.Hepatitis A, B, C and HIV seroprevalence among young health care workers: A cross-sectional study
İlker Ödemiş, Şükran Köse, Bengü Gireniz Tatar, İlkay Akbulut, Hazal Albayrak
doi: 10.5222/buchd.2018.008  Pages 8 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Tüm dünyada viral hepatitlerin ve HIV’in sıklığı gün geçtikçe artmaktadır. Bu etkenlere bağlı gelişen hastalıklar hem toplumun genelinde hemde sağlık çalışanlarında ciddi morbidite ve mortaliteye neden olmaktadır. Mesleki sebeplerle viral hepatitlerin ve HIV’in sağlık çalışanlarına bulaşma riski daha yüksektir
Bu çalışmada, bir devlet hastanesindeki stajyer hemşirelerde ve acil tıp teknisyenliği stajyerlerinde Hepatit B, Hepatit A, Hepatit C ve HIV infeksiyonu seropozitifliğinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde Ağustos 2015 – Kasım 2015 arasında çalışan enfeksiyon hastalıkları polikliniğine tarama amacıyla başvuran 326 öğrencinin öyküsü alındı. Verileri retrospektif olarak incelendi. Serum örneklerinde ELISA yöntemiyle, HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti-HAV ve anti-HIV çalışıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 326 öğrencinin yaş ortalaması 16,4 yıldır. Öğrencilerin 245 (%75.1)’i kızdır. Öğrencilerin dördünde (%1.3) HBsAg, birinde (%0.4) anti-Hbc ve anti-Hbs, 294 (%90.1)’inde izole anti-Hbs, 52 (%15.9)’sinde anti-HAV IgG ve birinde (%0.4) anti-HCV pozitif bulunmuştur. Hiçbir öğrencide anti-HIV pozitifliği saptanamamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Genç sağlık çalışanları mesleki tecrübesizlikleri nedeniyle viral hepatitler ve HIV bulaşı yönünden risk altındadır. Ülkemizde çocukluk aşı programıyla Hepatit B bağışıklığının yüksek oranda sağlandığı çalışmamızda saptanmıştır. Aynı zamanda Hepatit C’nin çok nadir, HIV’in ise hiç saptanamamış olması çalışmamızın başka bir sevindirici bulgusu olmuştur. Hepatit A bağışıklığının düşük olması ilerleyen yıllarda ciddi bir soruna yol açabilir. Sağlık çalışanlarına bilgilendirme, tarama ve aşılama programları uygulanmasıyla viral hepatitler ve HIV gibi virüslerin bulaşının azaltılabileceği düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Globally, the incidence of viral hepatitis and HIV increases day by day. Diseases originating from these agents causes serious morbidity and mortality both in general population and healthcare professionals. Transmission risk of viral hepatitis and HIV for healthcare professionals is higher due to occupational reasons.
In this study, we aimed to investigate the seropositivity rate of Hepatitis B, Hepatitis A, Hepatitis C and HIV infection in intern nurses and intern emergency medical technicians in a public hospital.
METHODS: Medical histories of 326 students who worked in our hospital between August 2015 and November 2015 and admitted to the infectious disease outpatient clinic for screening were recorded. Their data were retrospectively reviewed. HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti-HAV and anti-HIV were studied by ELISA method in the serum samples.
RESULTS: Mean age of the patients included in the study is 16.4 years. 245 (75.1%) of the students are female. HBsAg was found positive in 4 (1.3%) students, anti-HBc and anti-HBs in one (0.4%) student, isolated anti-HBs in 294 (90.1%) students, anti-HAV IgG in 52 (15.9%) students and anti-HCV in one (0.4%) student. No student was found positive for anti-HIV.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Young healthcare professionals are at risk for transmission of viral hepatitis and HIV due to their inexperience in the job. Informing the healthcare professionals and applying screening and vaccination programs for them may potentially reduce the transmission of viruses such as viral hepatitis and HIV.
Abstract | Full Text PDF

5.Examining the factors affecting quality of life in children and adolescents with Beta-Thalassemia
Sibel Serap Ceylan, Bengü Çetinkaya, Seher Sarıkaya Karabudak, Necibe Becit, Selda Kahraman
doi: 10.5222/buchd.2018.015  Pages 15 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışma talasemili çocukların yaşam kalitesi düzeylerini ve etkileyen faktörleri belirlemek amacıyla yürütülmüştür.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipte olan araştırmanın verileri Ege Bölgesinde bulunan ve izin alınabilen talasemi merkezlerinde yürütülmüştür. Örneklem seçimine gidilmeyip, çalışmaya katılmayı kabul eden 8-18 yaş arası tüm Beta-talasemili çocuk ve adölesanların çalışma kapsamına alınması planlanmış ve çalışma toplam 98 katılımcıyla yürütülmüştür. Veriler, Talasemili Çocuk ve Adölesanları Tanıtıcı Bilgi Formu ve Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeğinin çocuk formu (Pediatric Quality of Life Inventory TM 4.0) aracılığıyla yüz yüze görüşme tekniğiyle toplanmıştır. Değişkenler arasındaki ilişkinin belirlenmesi için independent t test uygulanmıştır.
BULGULAR: Katılımcıların %50’si 8-12 yaş grubunda, diğer %50’si ise 13-18 yaş grubundadır. Çalışma eşit oranda kız ve erkek katılımcıyla yürütülmüştür. Beta-talasemili çocukların ve adölesanların yaşam kalitesi puan ortalamaları ile tanı alma yaşı, transfüzyon sıklığı, hb ve ferritin değerleri, endokrin, işitme, kalp, ve ağız diş sağlığı sorunu olması arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır. Katılımcıların yaşam kalitesi puan ortalamaları ile okula devamsızlık durumu ve hastalıkla ilgili eğitim alma durumu arasında anlamlı bir fark bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalıkla ilgili bir sağlık personelinden eğitim alan ve okul devamsızlığı bulunmayan çocuk ve adölesanların yaşam kaliteleri daha iyidir.
INTRODUCTION: The study was conducted in order to determine factors affecting quality of life in children and adolescents with Beta-Thalassemia
METHODS: The data of the research, type of which was descriptive, was conducted in thalassemia centers in Aegean region and from which permission could be taken. No sample selection was made and the plan was to incorporate all voluntary children and adolescents with thalassemia aged between 8 and 18 to the scope of the study and the study was conducted with totally 98 participants.
Data was collected by face to face interview technique with the help of informative form for children and adolescents with thalassemia and Pediatric Quality of Life Inventory TM 4.0. Independent t test was applied for determining the relation between variables.

RESULTS: 50% of the participants were in 8-12 age group while the remaining 50% were in 13-18 age group. The study was conducted with equal number of boy and girl participants. No significant relation could be determined between quality of life score averages of children and adolescents with beta-thalassemia and their age of diagnosis, transfusion frequency, hb and ferritin values, their possible problems with endocryne, hearing, heart and mouth - teeth health. A significant difference was determined between quality of life score averages of participants and their status of absence in school and having education about sickness.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The qualitiy of life of children and adolescents having education about sickness from a health personnel and having no absence in school are better.
Abstract | Full Text PDF

6.The Evaluation Of Ventrikular Function Of Newly Diagnosed Idiopatic Generalized Epileptic Children With Tissue Doppler Imaging
Ceren Yılmaz, Önder Doksöz, Aycan Ünalp, Timur Meşe, Utku Karaaslan
doi: 10.5222/buchd.2018.023  Pages 23 - 30
GİRİŞ ve AMAÇ: Epileptik deşarjlar santral otonomik alana yayılarak, vital kardiyak fonksiyonlar üzerindeki normal otonomik kontrolü değiştirebilir. Biz de çalışmamızda yeni tanı almış ve henüz tedavi başlanmamış idiopatik jeneralize epilepsili çocuk hastalarda sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarının doku doppler görüntüleme (DDG) ile değerlendirilmesini amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 1981 ILAE sınıflamasına göre yeni tanı almış ve henüz tedavi başlanmamış idiyopatik jeneralize epilepsili yenidoğan dönemi hariç 1 ay-18 yaş arası 31 çocuk alındı. Kontrol grubu ise yaş ve cinsiyet bakımından bu hastalara benzer 29 sağlıklı çocuktan oluşturuldu. Olguların transtorasik iki boyutlu ve Doppler ekokardiyografik incelemeleri yapıldı.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 7.42 (3.52) saptandı. Olgu ve kontrol grupları arasında konvensiyonel ekokardiyografi ile değerlendirilen değişkenler arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Olgu ve kontrol grubunun DDG ile yapılan sağ ventrikül ölçümlerinde izovolemik kontraksiyon zamanı (İVCT) hasta grubunda kısa bulundu ve hasta ile kontrol grubu arasında İVCT yönünden karşılaştırıldığında değerlerin istatiksel olarak anlamlı olduğu görüldü. Olgu ve kontrol gruplarında ölçülen medial duvar annulus sistolik tepe akım hızları arasındaki fark (p<0.05) ve izovolemik kontraksiyon zamanları arasındaki fark (p<0.05) anlamlı bulundu. Ölçülen bu parametreler sistolik fonksiyonları göstermekle birlikte İVCT düşüklüğünün sistolik disfonksiyon olarak yorumlanabilmesi için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçta, hasta grubunda sol ventrikül diyastolik disfonksiyonu saptanmamış olmakla birlikte hastalarımızın yaş ortalamasının küçük, tanı alma süresi ve nöbet sıklığının az olmasının hastalarımızda henüz diyastolik fonksiyonlarını etkilememiş olabileceğini düşünmekteyiz. Bu nedenle çocuklarda epilepsinin diyastolik fonksiyon üzerine etkilerini göstermek için özellikle dirençli epilepsili çocuklarda olmak üzere, daha fazla hasta sayısı ile daha uzun süreli geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: We are aimed to evaluate the left ventricular diastolic function of the patients who are newly diagnosed and not yet treated with idiopathic generalized epilepsy by using tissue doppler eimaging.
METHODS: The study was included the 31 patients who were newly diagnosed as idiopathic generalized epilepsy and not yet treated. In this study 29 healthy children enrolled as control group who were similar in age and gender of the patients.In this study 29 healthy children enrolled as control group who were similar in age and gender of the patients. Transthoracic two-dimensional and Doppler echocardiographic examinations of patients was performed.
RESULTS: There was not significant differences between patients and control groups were assessed with conventional echocardiographic variables (p> 0.05). Measurement of right ventricular isovolumic contraction time of case and control groups with tissue doppler imaging was found shorter in the patient group and comparing with the control group in terms of İVCT values were found statistically significant. Measurements of the differences between medial wall of the annulus systolic peak velocity and the differences between IVCT (p <0.05) were significant in case and control groups. These parameters for explaining the lowness of İVCT as sistolic dysfunction, we need more comprehensive studies.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The diastolic functions in our patients may have not yet affected because the mean age of our patients is younger, and the diagnosis time of seizure frequency is newly. Therefore to show the effect of epilepsy on diastolic function in children,more comprehensive at longer duration studies with drug resistant epileptic children are needed.
Abstract | Full Text PDF

7.Does vitamin D deficiency increase severity of atopic dermatitis?
Ahmet Şener, Özlem Bostan Gayret, Hikmet Tekin Nacaroğlu, Meltem Erol, Şahin Hamilçıkan, Özgül Yiğit
doi: 10.5222/buchd.2018.031  Pages 31 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Atopik dermatit çocukluk çağının en sık görülen kronik, kaşıntılı inflamatuvar cilt hastalığıdır. Son yıllarda hastalığın patogenezinde immünmodülatör etkileri ile D vitamininin rolü tartışılmaktadır. Çalışmamızda D vitamini eksikliği ile atopik dermatit hastalık varlığı ve hastalığın şiddeti ile arasındaki ilişkinin araştırılması planlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Alerji Polikliniğinde atopik dermatit tanısı alan 5 yaş altı 62 hasta çalışmaya alındı. Kontrol grubunu hastanemiz çocuk sağlığı polikliniğine başvuran aynı yaş grubunda sağlıklı 30 çocuk oluşturdu. Atopik dermatitli olguların hastalık ile ilgili eozinofil, total IgE, spesifik IgE düzeyleri hasta dosyalarından kaydedildi. Hastalık şiddeti SCORAD indeksi kullanılarak değerlendirildi. SCORAD indeks puanı <25 olanlar hafif, 25-50 olanlar orta, >50 olanlar ağır hastalık grubunu oluşturdu. 25(OH)D düzeyi ≥30 ng/ml yeterli, 21-29 ng/ml yetersiz, ≤20 ng/ml eksiklik olarak kabul edildi. İstatistiksel analizde p<0.05 değeri anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Atopik dermatitli olgular ile kontrol grubu arasında yaş, cinsiyet dağılımı açısından anlamlı fark saptanmadı. Olguların %22,6 (n=14) D vitamini eksikliği saptanırken sağlıklı çocukların %3'ünde (n=10) D vitamini eksikliği vardı. SCORAD indeksi hafif olanların 25(OH)D vitamini ortalaması 39,47±18,49, orta olanların 25(OH)D vitamini ortalaması 25,07±13,74 olup her iki grup arasında fark saptanmadı (p=0,059).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda D vitamini düzeyi ile atopik dermatit varlığı ve şiddeti arasında ilişki bulunmamıştır.
INTRODUCTION: Atopic dermatitis is the most common chronic inflammatory skin disease of childhood. Role of vitamin D due to its immunomodulatory effects about pathogenesis of the disease are being discussed recently. In our study, we planned to investigate the correlation of vitamin D deficiency and development and severity of atopic dermatitis.
METHODS: Sixty-two patients under the age of five, admitted to Bagcilar Training and Research Hospital Pediatrics Allergy outpatient clinic with the diagnosis of atopic dermatitis were included in the study. Control group consisted of thirty healthy children admitted to the pediatrics outpatient clinic of the same hospital. Atopic dermatitis patients’ files were investigated and eosinophil counts, total IgE and specific IgE levels were recorded. Disease severity was evaluated with SCORAD index. Patients with <25 points were classified as mild, patients with 25-50 points as moderate and patients with >50 points as severe. 25(OH)D levels ≥30 ng/ml were accepted as sufficient, 21-29 ng/ml as not sufficient and ≤20 ng/ml as deficiency. P<0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: There were no significant differences in age and sex between the two groups. %22.6 (n=14) of atopic dermatitis patients and %3 (n=10) of the control group had vitamin D deficiency. Average 25(OH)D vitamin levels of patients with mild SCORAD index was 39.47±18.49 and of patients with moderate SCORAD index was 25.07±13.74. Though, no statistically significant difference was found between the groups (p=0.059).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we found no correlations between vitamin D levels and atopic dermatitis development or disease severity.


Abstract | Full Text PDF

8.Investigation of changes in vWF expression in rabbit carotid artery collar model
Mehmet Zuhuri Arun, Gülnur Sevin, Günay Yetik Anacak, Ceren Gönen Korkmaz, Levent Üstünes
doi: 10.5222/buchd.2018.037  Pages 37 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Tavşan karotid arteri çevresine yaka yerleştirilmesi ateroskleroz gelişiminin en önemli basamaklarından biri olan intimal kalınlaşmaya neden olur. Yakanın on dördüncü günde subendotelyal alanda von Willebrand faktör (vWF) birikmesine yol açtığı daha önce yapılan çalışmalarda bildirilmiştir. Bu çalışmada yaka modelinde vWF ekspresyon düzeylerinin yedinci ve on dördüncü incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İnert, yumuşak silikon yaka sol karotid arter çevresine yedi veya on dört gün süre ile yerleştirilmiştir. vWF ekspresyonu RT-PCR yöntemi ile incelenmiştir. Her bir arterin intima/medya (indeks) oranları ölçülmüştür.
BULGULAR: Yedinci gün ile on dördüncü gün kıyaslandığında indeks değerinin on dördüncü günde daha arttığı görülmüştür. Yaka vWF ekspresyon düzeyinde artışa neden olmuştur. Yakanın neden olduğu vWF düzeylerindeki artış incelenen her iki günde de aynı düzeyde bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde ettiğimiz bulgular yaka modeli ile oluşan intimal kalınlaşma da vWF’ün önemini vurgulamaktadır.
INTRODUCTION: Placement of a soft silicone collar around the carotid arteries of rabbits induces intimal thickening which is a considered as a crucial step in the development of atherosclerosis. It has been reported that collar causes deposition of von Willebrand Factor (vWF) in the extracellular space of intimal thickening at day 14. In this study we investigated vWF expression levels on day 7 and 14 after collar placement.
METHODS: A soft inert silicon collar placed around the left carotid artery for 7 and 14 days. vWF expression was examined by quantitave RT-PCR. In each artery (collar or sham) cross-sectional areas of intima, media were measured and intima/media ratio was calculated.
RESULTS: The intimal thickening was more pronounced on day 14 compared to day 7. However collar caused increase on vWF expression was seen at same level both day 7 and 14.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Therefore we suggested that an increase in expression of vWF may have a role on collar-induced intimal thickening.
Abstract | Full Text PDF

9.Serum Leptin Concentration In Children With Chronic Renal Failure
Emel Ataş Berksoy, Harika Alpay, Nurdan Yıldız, Yasemen User
doi: 10.5222/buchd.2018.043  Pages 43 - 50
GİRİŞ ve AMAÇ: Üremik iştahsızlıkta çeşitli faktörler sorumlu tutulmaktadır. Serum leptin düzeylerinde artış ve üremik toksinler melanokortin hormon reseptörlerini uyararak enerji tüketimini artırıp, yiyecek alımını azaltırlar. Bu çalışmada kronik böbrek yetmezliği olan çocuklar ile sağlıklı kontrollerin serum leptin konsantrasyonlarını karşılaştırarak leptinin böbrek yolu ile atılımını araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kronik böbrek yetmezliği nedeniyle takip edilen toplam 33 çocuk hasta ve kontrol grubunu oluşturan 29 sağlıklı çocuğun serum leptin, leptin/VKİ, albümin, glikoz, kreatinin, üre, trigliserid ve kolesterol düzeylerini değerlendirdik.
BULGULAR: Kız hastalarda ortalama serum leptin düzeyi (18,49±28,55), leptin/VKİ (0,94±1,36) kontrol grubu leptin (7,73±5,65) ve leptin/VKİI (0,94±1,36) değerlerine göre yüksekti (p>0,05). Erkek hastalarda ise serum leptin düzeyi (1,48±1,36; 4,88±3,70) ve leptin/VKİ kontrole göre (0,08±0,081; 0,25±0,16) düşük bulundu (p<0,01). Kızlarda hasta ve sağlıklı grupta serum leptin düzeyi VKİ ile anlamlı pozitif korelasyon gösterirken; erkek hasta grubunda leptin ile VKİ arasında korelasyon bulunmadı. Diyaliz erkek hasta grubu dışındaki tüm hastalarda leptin ile glomeruler filtrasyon hızı ve serum kreatin düzeyleri arasında korelasyon yoktu. Serum leptin düzeyleri ile yaş, hastalık tanı süresi, diyaliz süresi arasında da korelasyon bulamadık.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Serum leptin düzeyleri ile böbrek fonksiyonları arasında bir ilişkinin saptanmaması ve renal yetmezliği olan erkek hastalarda serum leptin konsantrasyonlarının sağlıklı erkek çocuklardan anlamlı olarak düşük bulunması, leptinin veya reseptör proteinlerinin sentezi veya etkinliğinde ya da böbrek dışı atılımında rol oynayan başka etkenlerin de bulunduğunu düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Various factors are responsible for uremic anorexia. Increase in serum leptin levels and uremic toxins stimulate melanocortin hormone receptors to increase energy consumption and reduce food intake. In this study, we compared renal excretion of leptin by comparing serum leptin concentrations of children with chronic renal failure with healthy controls.
METHODS: Serum leptin, leptin / BMI, albumin, glucose, creatinine, urea, triglyceride and cholesterol levels were eveluated in a total of 33 pediatric patients followed up for chronic renal failure and 29 healthy children in the control group.
RESULTS: Serum leptin levels (18,49 ± 28,55) and leptin / BMI (0,94 ± 1,36) in female patients were higher than leptin (7,73 ± 5,65) and leptin / BMI (0,39 ± 0,25) in control group (p> 0,05). In male patients, serum leptin levels (1,48 ± 1,36; 4,88 ± 3,70) and leptin/ BMI (0,08±0,081; 0,25±0,16) were found to be lower than control group (p<0,01). Serum leptin levels showed a significant positive correlation with BMI in chronic renal failure and healthy group in females; there was no correlation between leptin and BMI in the male patient group. There was no correlation between leptin and glomerular filtration rate and serum creatinine levels in all patients except in male dialysis group. There was no correlation between serum leptin levels with age, duration of disease diagnosis, and duration of dialysis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There might be other factors involved in the synthesis or activity of leptin or receptor proteins of it in the role of extrarenal catabolism.
Abstract | Full Text PDF

10.Assessment of psychopathology, quality of life and parental behaviours of children and adolescents with obesity
Arif Önder, Canem Kavurma, Gamze Çelmeli, Aslı Sürer Adanır, Esin Özatalay
doi: 10.5222/buchd.2018.051  Pages 51 - 58
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada obezite tanılı çocuk ve ergenlerdeki psikopatolojiyi, yaşam kalitesi algılarını, benlik saygılarını araştırmak, ayrıca ebeveyn tutumlarını ve başa çıkma stratejilerini ve bunların birbiriyle olan ilişkilerini araştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız AÜTF Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıları Anabilim Dalı Çocuk Endokrinoloji Bölümüne başvuran, 8-18 yaşında VKİ standart sapması ikinin üzerinde olan, zihinsel gelişim geriliği ve psikiyatrik başvurusu olmayan 30 hasta ile yürütüldü. Kontrol grubuna 8-18 yaşlar arasında herhangi bir tıbbi hastalık öyküsü olmayan ve daha önce herhangi bir nedenle çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvurmayan, hasta grubuyla yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş, gönüllü 30 çocuk ve ergen alındı.
Çalışmaya katılan tüm çocuk ve ergenlere Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu uygulandı. Benlik saygısını değerlendirmek için ise Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği kullanıldı. Çocuk ve ergenlerin yaşam kalitelerini değerlendirmeye yönelik, çocuk ve ergenlere ve ebeveynlerine Çocuklar İçin Yasam Kalitesi Ölçeği verildi. Ebeveynlerin çocuk yetiştirme tutumlarının ve stresle başa çıkma becerilerinin değerlendirilmesi için anne-babalarına Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutumu Ölçeği ve Başa Çıkma Stratejisi Ölçeği verildi.

BULGULAR: Ebeveyn tutumları ve Başa çıkma stratejileri açısından her iki grupta fark bulunmadı. Obez grupta yüksek oranda psikiyatrik hastalık saptandı.Ebeveynlerinin çocuklarıyla ilgili yaşam kalitesi algıları sağlıklı kontrollere göre düşük saptandı. Annede obezite açısından iki grup birbiri ile kıyaslandığında obez çocukların annelerinin daha yüksek oranda obez oldukları anlaşıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anne babaların aksine çocukların kendileriyle ilgili yaşam kalitesi algıları sorunun daha az farkında olduklarını göstermekteydi. Bu da gelecekte gelişebilecek rahatsızlıklarla ilgili riskin daha fazla olabileceğini göstermektedir.
INTRODUCTION: This study aims to investigate the psychopathology, quality of life, perception and self-image of children and adolescents who were diagnosed with obesity; as well as their parents behaviours, coping skills.
METHODS: Our study was conducted on 30 patients between the age of 8 -18 years.
Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Age Children was applied to both groups, The Quality of Life Scale for Children was applied to the children and adolescents as well as their parents. To determine the methods of child rearing and coping strategies with stress, parents were given the Family Life and Child Rearing Demeanours Scale and the Coping Strategies Scale.

RESULTS: There were no significant sociodemographic differences between the two groups except for parents’ educational level and socioeconomic status. While no differences were found on parenting styles and coping strategies, a higher percentage of psychiatric illnesses were detected and the quality of life perception of parents was found lower in the obese group. Self-image scores were not varied between obese children and healthy controls. When mothers of the two groups were compared, higher obesity was observed in the mothers of the obese children.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The perception of quality of life for obese children and adolescents seem alike with control groups’ perception. However, the fact that obese children and adolescents’ parents claim that their children’s quality of life is not equal to other groups shows that obese children and adolescents are less aware of health condition and following problems they have and might possible attain in the future.
Abstract | Full Text PDF

11.Prevalence of H pylorii In The Tonsillar Tissue of The Children With Giemsa Stain.
Ali Kurt, Rabia Demirtaş, Hilal Balta, Şenay Erdoğan Durmuş, Emre Akarsu
doi: 10.5222/buchd.2018.059  Pages 59 - 63
GİRİŞ ve AMAÇ: H. pyloriinin insan midesinde kolonize olduğu kanıtlanmasına karşın oral mukozada, tonsil ve adenoidler gibi organlarda da görüldüğü bildirilmiştir. Midedeki varlığı ile gatrit, ülser, adenokarsinom gelişiminde etkili iken, tonsillerde ve adenoidlerdeki varlığı ile MALT lenfoma gibi malign hastalıklara öncülük edebileceği bildirilmiştir. Bu nedenle tonsillerde H. Pylorii görülme sıklığını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Cerrahi yöntemle çıkartılarak kronik tonsillit patolojik tanısı alan çocuk ve genç hastalara ait tonsillektomi materyallerinde histokimyasal yöntemle H. pylorii varlığı araştırıldı. Hastanemiz patoloji laboratuvarına 1 Ağustos 2013- 1 Ağustos 2017 tarihleri arasında gelerek incelenen tonsil materyallerine Giemsa boyası uygulandı.

BULGULAR: Bulgular
Hastanemiz patoloji bölümünde son 4 yılda incelenen 1- 18 yaşlardaki 68 hasta ele alındı. Bunlardan 28’i (%41.2) kadın, 40’ı (%58.8) erkek cinstendi. Ortalama yaş 9 +/- 4.02 hesaplandı. Materyallerden hazırlanan kesitler Giemsa boyası ile boyanarak mikroskopta incelendi, H. pylorii arandı. 31 hastaya ait tonsil materyalinde H. pylorii pozitif bulundu. Bunlardan 13’ünde (%19.1) tek taraflı, 18’inde (%26.5) ise çift taraflı mevcuttu. Dişi cinsiyette mevcut 28 hastadan 12’sinde (%42.9) mevcut olup 4’ünde (%14.3) tek, 8’inde (%28.6) çift taraflı mevcuttu. Erkek cinsiyette 40 hastadan 19’unda (%47.5) mevcut olup 9’unda (%22.5) tek, 10’unda (%25) çift taraflı mevcut olduğu görüldü.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Kadın erkek önemli olmaksızın %45.6 H. pylorii varlığı ve cinsiyete göre bakıldığında hafif erkek predominansı saptandı. İstatistiksel olarak SPSS 20.0 kullanılarak uygulanan Ki kare testi ile 1-18 yaş grubu kronik tonsillit tanılı hastalara ait tonsillektomi materyallerinde H. pylorii varlığının yaş ve cinsiyetle doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığı sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: H. pylorii colonisation in the gastric tissue has been proven, and also H. pylorii has been reported to be seen at tonsillar and adenoid tissues. While its presence in the gastric tissue has coinsidence with gastritis, peptic ulcus and adenocarcinoma, it has been reported that its presence in tonsillar and adenoid tissue can lead to malignant diseases such as MALT lymphoma. Therefore, we aimed to investigate the prevalence of H. pylorii in tonsillar tissue.
METHODS: The presence of H. pylori was investigated histochemically in the tonsillectomy materials of children and young patients who were diagnosed with chronic tonsillitis. Giemsa stain was applied to the tonsillar specimens examined in our hospital pathology laboratory between August, 2013 and August, 2017.
RESULTS: 68 patients aged between 1 and 18 years who were examined in the Department of Pathology of the Erzurum Education and Research Hospital during the last 4 years were included. Of these, 28 (41.2%) were female and 40 (58.8%) were male. The mean age was 9 +/- 4.02. Giemsa staining was applied to the tissue specimens received and they were examined under the microscope to look for H. pylorii. H. pylori was positive in tonsillar tissue of 31 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, H. pylorii was detected in 45.6% of all cases with a mild male predominance. Chi square test was performed using SPSS 20.0. In the tonsillectomy materials of the patients with chronic tonsillitis 1-18 age group, the presence of H. pylorii was not found to be directly related to age and gender.
Abstract | Full Text PDF

12.Hemophagocytic Lymphohistiocytosis Single Center Experience
Ersin Töret, Yılmaz Ay, Tuba Hilkay Karapınar, Yeşim Oymak, Muhammet Bulıut, Canan Vergin
doi: 10.5222/buchd.2018.064  Pages 64 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemofagositk Lenfohistiyositoz (HLH) sitokin fırtınası sonucu gelişen kontrolsüz hemofagositozun görüldüğü nadir bir hastalıktır. Ateş, splenomegali, hiperferritinemi ve sitopeni sendromun en iyi bilinen bulgularıdır. Ailesel (primer) tetikleyen altta yatan bir hastalığın olduğu akkiz (sekonder) HLH olmak üzere sınıflandırılır. Akkiz nedenler arasında infeksiyonlar, maliyniteler, otoimmün hastalıklar ve bazı metabolik hastalıklar sayılabilir. Tedavinin temelini immünsüpresyon ve apopitotik kemoterapi oluşturmaktadır. Ailesel HLH veya ailesel olmayan persistan HLH’de küratif tedavi seçeneği kök hücre naklidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde tanı alan ve tedavi edilen 46 HLH olgusunu tanı kriterleri ve tedavi planları açısından retrospektif olarak irdeledik.
BULGULAR: Tanı kriteri olarak ateşin yanı sıra hiperferritinemi ve hemofagositozun en sık kaydedilen tanı kriterleri olduklarını belirledik. Olguların %46’sı dekzametazon, siklosporin A (CsA) ve etoposid’den oluşan HLH-2004 tedavi kılavuzundaki üçlü tedaviye gereksinim duyduğunu saptadık..
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak hektik-persistan ateşle başvuran çocuklarda HLH aramanın erken tanı ve tedavi için önemli olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Hemophagocytic lymphohistiocytosis (HLH) is a rare disorder which is one of the cytokine storm syndrome due to uncontrolled hemophagocytosis. Fever, splenomegaly, hyperferritinemia and cytopenias are well-known clinical manifestations of the disease. Hemophagocytic lymphohistiocytosis is classified as familial (primary/genetic) and secondary (acquired) HLH according to mostly infections, malignancies, autoimmune disorders and some metabolic disoreders. The basis of treatment for HLH is immunosuppression and apoptotic chemotherapy. The curative treatment of familial or non-familial persistan HLH are stem cell transplantation.
METHODS: We retrospectively analyzed 46 HLH cases diagnosed and treated in our clinic in terms of diagnostic criteria and treatment plans.
RESULTS: We identified the most frequent recorded diagnostic criterias fever, hemophagocytosis and hyperferritinemia. We found that 46% of the cases needed treatment consisting of dexamethasone, cyclosporine (CsA) and etoposide according to HLH-2004 treatment guideline.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result; the consideration of HLH in children hectic-peristant fever for early diagnosis and treatment is thought important.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
13.Coronary artery bypass graft in a 10-year-old child with familial hypercholesterolemia
Tülay Demircan, Özgür Kızılca, Nuh Yılmaz, Cüneyt Zihni, Bahattin Öncü, Mustafa Kır, Nurettin Ünal, Baran Uğurlu
doi: 10.5222/buchd.2018.069  Pages 69 - 71
Familyal hiperkolesterolemi 19. kromozomun kısa kolunda yer alan düşük yoğunluklu lipoprotein(LDL) reseptör genindeki defekt sonucu lipoproteinlerin dolaşımdan yeteri kadar temizlenememesi ile ortaya çıkan otozomal dominant bir hastalıktır. Homozigot ve heterozigot tipleri mevcuttur. Homozigot tiplerde erken ateroskleroza bağlı 1. dekadda koroner lezyonlar ortaya çıkmakta ve tedavisiz hastalar genelde 20’li yaşlarda kaybedilmektedir.
Familyal hiperkolesterolemi tanısından 6 ay sonra eforla göğüs ağrısı olan hasta kliniğimize başvurdu. Efor testi pozitif saptanan hastaya koroner anjiyografi yapıldı ve sol koroner arterde belirgin darlık saptandı. Hastamıza başarılı bir şekilde koroner bypass operasyonu yapıldı. Bu vaka hiperlipidemili hastalarda koroner lezyonların erken dönemde gelişebileceğine dikkat çekmek için sunulmuştur.
Homozygous familial hypercholesterolemia (HoFH) is a result of a disorder of LDL recepto function which is due to a gene abnormality located on the short arm of chromosome 19. Homozygous and heterozygous types available. In homozygous types emerge of coronary lesions due to early atherosclerosis in 1. decade.This untreatment patients are die nearly 20 years old.
After the six months of diagnosis of the familial hypercholesterolemia patient admitted to our outpatient clinic with the complaint of exertional chest pain. A coronary angiography was performed because of the patological exercise stress test. Significant stenosis was detected in the coronary artery. Then the patient has underwent successfully coronary bypass grafting. This case is presented to highlight the early development of coronary lesions in patients with hyperlipidemia.
Abstract | Full Text PDF

LETTER TO THE EDITOR
14.A rare cause of anaphylaxis; cold exposure
Sevgi Topal, Semiha Bahçeci, Sait Karaman, Hikmet Tekin Nacaroğlu, Canan Şule Karkıner, Demet Can
doi: 10.5222/buchd.2018.072  Pages 72 - 74
Abstract | Full Text PDF

15.Are All High Blood Prolactin Levels Pathological?
Hüseyin Anıl Korkmaz
doi: 10.5222/buchd.2018.075  Pages 75 - 76
Abstract | Full Text PDF