Cilt: 13  Sayı: 1 - Nisan 2015
Özetleri Gizle | << Geri
TEKNIK NOT
1.Henüz tamamlanmamış! (Türkçe)
Henüz tamamlanmamış! (İngilizce)
Galenos Yayınevi, Melek Tulunay
Sayfalar 1 - 4
Makale Özeti

DERLEME
2.
Abdominal Kompartman Sendromu
Abdominal Compartment Syndrome
Pınar Zeyneloğlu
Sayfalar 5 - 15
İntraabdominal hipertansiyon ve abdominal kompartman sendromu yoğun bakım hastalarında morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Zamanında tanı ve tedavi organ fonksiyonlarını iyileştirebilmektedir. İntraabdominal basınç monitörizasyonu hastaların değerlendirilmesi ve tedavi algoritmalarında temel unsurdur. İntraabdominal hipertansiyon ve abdominal kompartman sendromunun insidans, tanım ve risk faktörleri, klinik prezantasyon, tanı ve yönetimi bu derlemede özetlenmektedir.
Intraabdominal hypertension and abdominal compartment syndrome are recognized as causes of morbidity and mortality in critical care patients. Timely diagnosis and treatment may improve organ functions. Intraabdominal pressure monitoring is vital during evaluation of the patients and management algorithms. The incidence, definition and risk factors, clinical presentation, diagnosis and management of intraabdominal hypertension and abdominal compartment syndrome are reviewed here.
Makale Özeti

ORJINAL ARAŞTIRMA
3.
Yoğun Bakım Hastalarında RIFLE Sınıflaması ile Akut Böbrek Hasarı İnsidansı ve Risk Faktörleri
Acute Kidney Injury Incidence According to The RIFLE Criteria and Risk Factors in Critically Ill Patients
Pınar Karagöz, Arzu Kefi, Pınar Erbay Dündar, Serpil Canan, Melek Çivi
Sayfalar 16 - 25
AMAÇ: Çalışmamızda yoğun bakım hastalarında RIFLE sınıflamasıyla akut böbrek yetmezliği gelişme insidansı, böbrek yetmezliği açısından komorbid durumlar, yatış öncesi ve sonrasındaki kritik durumları, varsa genetik yatkınlıkları, ilaç kullanımı, yatış günü skorları gibi risk faktörleri ve mortalite ile olan ilişkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Anesteziyoloji ve Reanimasyon Yoğun Bakım Ünitesine 1 Mart 2012-31 Mart 2013 tarihleri arasında yatan 200 hasta prospektif olarak incelendi. Bilinen kronik böbrek yetmezliği olan, daha önce diyaliz tedavisi almış olan, 18 yaş altı, yoğun bakım ünitesinde 48 saatten az kalmış hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi (VKİ), yatış nedenleri, operasyon öyküsü, sigara kullanımı, aldığı medikasyonlar, yoğun bakımda yatış süresi, mekanik ventilasyon süresi, yatış günü SOFA ve APACHE II skoru değeri, yatış süresindeki en kötü RIFLE değeri, çıkış şekli kaydedildi. Serum kreatinin değerinde anlamlı yükseklik saptanmayan, GFR ve idrar çıkışında anlamlı azalma olmayan hastalar RIFLE dışı olarak kabul edildi.
BULGULAR: RIFLE sınıflaması ile anlamlı ilişki bulunan veriler; yaş, VKİ, yatış nedeni, sigara kullanımı, kronik hastalık varlığı ve süresi, analjezik, antibiyotik, diüretik kullanımı, kanama ve hipotansiyon varlığı, mekanik ventilasyon süresi, yoğun bakım ünitesinde kalış süresi, giriş SOFA ve APACHE II skoru idi. Cinsiyet, operasyon varlığı ve tipi, kronik hastalık tipi, glukokortikoid kullanımı, HES kullanımı, radyokontrast madde kullanımı, böbrek taşı varlığı, ailede böbrek hastalığı öyküsü varlığı; RIFLE sınıflaması ile istatistiksel olarak ilişkili bulunmadı. Artmış RIFLE sınıfı mortalite ile ilişkili bulundu.
SONUÇ: Böbrek hasarı/yetersizliği ile ilişkili faktörlerin bilinmesinin ve günlük değerlendirmelerde RIFLE sınıflamasının kullanılmasının böbrek hasarı konusunda farkındalığı arttırıp; mortalite ve morbiditenin azaltılmasına katkıda bulunacağı görüşüne varılmıştır.
OBJECTIVE: In our study, we aimed to investigate the relationship between RIFLE classification and the risk factors such as acute renal failure incidence, kidney failure in terms of comorbid conditions, critical conditions before and after hospitalization, if any, genetic predispositions, drug use, scores on administration day to the hospital and mortality in intensive care unit patients.
METHODS: A total of 200 patients hospitalized in Anesthesiology and Reanimation intensive care unit (ICU) from 2012, March 1st to 2013, March 31st were prospectively evaluated.The patients with a history of established chronic renal failure or hemodialysis, less than 18 years old and the patients hospitalized in ICU less than 48 hours were exluded. The patients data were recorded according to age, sex, BMI, diagnosis at the hospitalization, history of any operation, cigarette smoking, medications, duration of ICU stay and mechanical ventilation, SOFA and APACHE II scores on day 1st, the worst RIFLE score during the hospitalized time interval, medical status at the end. The patients whom creatinine levels were not increased significantly and/or GFR and urine output were not decreased had been accepted as out of RIFLE.
RESULTS: Age, BMI, diagnosis at the hospitalization, cigarette smoking, chronic disease presence and duration, analgesia, antibiotic and diuretic usages, bleeding and hypotension episodes, mechanical ventilation and total ICU hospitalization durations, SOFA and APACHE II scores on the day 1st were found to be significantly related to RIFLE classification. Sex, operation history and type of operation, chronic disease type, glucocorticoids, HES, radiocontrast drug administration, renal stone disease, familial renal disease history were not found significant. Increased RIFLE scores suggested increased mortality.
CONCLUSION: We concluded that recognizing the factors leading to renal injury/failure and usage of RIFLE classification in daily care of patients are important to decrease mortality and morbidity of ICU patients.
Makale Özeti

4.
Basınç Ülserleri Sürveyans Raporu
Pressure ulcers surveillance report
Zehra Esin Gencer, Özlenen Özkan
Sayfalar 26 - 30
AMAÇ: Basınç ülseri kronik bir yaradır. Yaşlı ve hareket kısıtlılığı olan bireylerin yaşam kalitesini düşürür. Hastanede kalış süresini uzatır. Komplikasyon gelişme riskini artırır. Maliyeti oldukça yüksektir. Basınç ülserlerinden korunmak için önleyici faaliyetlerin geliştirilmesi, protokol ve standart bakımın planlanması temel hedefler arasındadır.
YÖNTEMLER: Araştırma, 2012 Mayıs-2013 Mayıs arasındaki bir yıllık süreçte, Akdeniz Üniversitesi hastanesi klinikleri ve yoğun bakımlarında takip edilen basınç ülserli hastaları kapsamaktadır. Araştırmanın evreni n: 569 hastadan oluşturmaktadır. Hasta verileri SPSS 16 for Windows programına kayıt edildi. İstatistikî olarak analizleri retrospektif yöntemle yapıldı. Çalışmaya katılan BÜ’li hastaların demografik özellikleri frekans ve tanımlayıcı istatistik olarak analiz edildi. Prevelans ve insidans hesaplamaları yapıldı.
BULGULAR: Yatan hastaların %58 ‘i erkek, %42 si kadın olarak tespit edildi. Hastaların % 36 sının yaş Aralığı 61-80,Ortalama kalış gün sayısı 42,9 dur. Çalışmadaki hastaların %70’lik kısmını 2. ve 3. evre hastaları oluşturmaktadır. Hastaların %15’inde yatışlarının ilk günü basınç ülseri oluşurken, hastaların yaklaşık %59 unda 2 ile 10 gün arasında basınç ülseri gelişmektedir. Genel Prevelans oranı %2.5,insidans %019,yoğun bakım ünitesi prevelans oranı %5.9 dur.
SONUÇ: Basınç ülserlerini önlemek tedavisinden daha kolaydır.
OBJECTIVE: Pressure ulcer is a chronic created. The elderly and individuals with restricted range of motion, reduces the quality of life. Prolongs hospital stay. Increases the risk of complications.
The cost is quite high. Preventive actions for the prevention of pressure ulcers should be developed. Planning protocols and standards of care are among the main targets.
METHODS: Research on one-year period between 2012 May-2013 May, Akdeniz University Hospital clinics and intensive care patients with pressure ulcers who were followed up in the covers.
The research population consisted of 569 patients. Patient data were recorded in SPSS 16 for Windows program. In statistical analyzes were performed with retrospective methods. The demographic characteristics of patients with pressure ulcers were analyzed as frequency and descriptive statistics. Prevalence and incidence of one year were calculated.
RESULTS: 58% of patients were male, 42% were identified as females. 36% of patients in the age range 61-80, average length of stay is 42,9.
70% of patients with stage 2 and 3 patients constitute part. In 15% of patients with pressure ulcers occurred on the first day of hospitalization. Pressure ulcers developed in 59% of patients between 2 and 10 days. Prevalence rate of 2.5%, the incidence of 019%, the prevalence rate is 5.9% in the intensive care unit.
CONCLUSION: It is easier to prevent pressure ulcers from treatment.

Makale Özeti

5.
Sedasyon Altındaki Yoğun Bakım Hastalarında Magnezyum Düzeyleri ve Deliryum Gelişmesi Üzerine Olan Etkileri
Effect of Magnesıum Level to The Development of Delirium in Patıents Under Sedation in Intensıve Care Unit
Zümrüt Ela Aslan, Evren Şentürk, Perihan Ergin Özcan, Günseli Orhun, Lütfi Telci, Figen Esen
Sayfalar 31 - 36
AMAÇ: Deliryum, yoğun bakımda kritik hastalıkların neden olabileceği, akut beyin disfonksiyonu ile seyreden, ciddi sonuçlara yol açabilecek ihmal edilmemesi gereken bir durumdur Magnezyum (Mg) beyni etkileyen birçok fizyolojik olayda önemli rol oynamaktadır. Yoğun bakım (YB) hastalarında magnezyum düzeyleri ve deliryum gelişme sıklığı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Retrospektif olarak yoğun bakıma kabul edilen hastalar magnezyum düzeylerine göre (<0.7 hipomagnezemi, >0.7 normomagnezemi) iki gruba ayrılmıştır. Hastaların takipleri sırasında Richmond Ajitasyon Sedasyon Skalası (RASS) ve Yoğun Bakım için Konfüzyon Değerlendirme Metodu (CAM-ICU) kullanılarak yapılan deliryum değerlendirmeleri kaydedilmiştir. Ayrıca deliryum için risk faktörleri olarak belirtilen mekanik ventilasyon, uygulanan sedasyon miktarı, yaş, cinsiyet, sepsis, şok, onkolojik hastalık, operasyon sonrası YBÜ’ ye alınma durumu, giriş SOFA ortalaması, giriş APACHE II ortalaması, giriş Mg ve ortalama Mg düzeylerinin deliryum gelişmesi üzerine olan etkilerini hasta kayıtlarından ikincil çıktılarımız olarak belirledik.
BULGULAR: Değerlendirilen 178 hastadan 72 hastada deliryum pozitif bulunmuştur. Hipomagnezemik hastaların %45’ inde deliryum gelişirken, bu oran normomagnezemik grupta %25 olarak bulunmuştur. Deliryum gelişen grupta YB kalış süresi, mekanik ventilasyon süresi ve mortalite oranları yüksek bulunmuştur.
SONUÇ: Retrospektif olarak yaptığımız çalışmamızda deliryumun kritik hastalarda azımsanmayacak ölçüde çok görüldüğünü ve bunun gerek morbidite gerekse mortalite oranları üzerine etkili olduğunu diğer çalışma bulgularına paralel olarak bir kez daha göstermiştir
OBJECTIVE: Delirium is a state not to be neglected which can cause severe consequences that is related to critical illness in intensive care unit with acute cerebral dysfunction. In this study, we investigated retrospectively the incidence of delirium development and its relationship to the serum magnesium levels.
METHODS: Patients who admitted to Intensive Care Unit (ICU) were divided in to two groups according to their serum Mg levels (<0.7 hypomagnesaemia, > 0.7 normomagnesemia). Delirium was assessed using Richmond Agitation Sedation Scale and Confusion Assessment Method for ICU. We have identified duration of mechanical ventilation, applied sedation, age, gender, sepsis, shock, malignancy, ICU requirement after operation, admission SOFA score, admission APACHE II score, admission Mg and mean Mg levels as secondary outcome measures whether they affected delirium incidence.
RESULTS: 178 patients were assessed, 72 of them were found delirium positive. The incidence of delirium was found 45% in patients with hypomagnesaemia; this was found 25% in patients with normomagnesaemia. Duration of mechanical ventilation, ICU stay, and mortality rate were found higher in patients with delirium than without delirium.
CONCLUSION: We retrospectively investigated delirium incidence in critically ill patients and the percentage was found remarkably high. Our findings were parallel with the other studies that, delirium has an negative impact on morbidity and mortality rates.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
6.
Noninvaziv mekanik ventilasyon ile başarılı bir şekilde tedavi edilen bir ARDS olgusu
An ARDS patient successfully treated with noninvasive mechanical ventilation
Yusuf Savran, Tuğba Başoğlu, Güntuğ Güngör, Sevgi Öztürk
Sayfalar 37 - 40
Halen tartışmalı olması ve literatürde sık rastlanmaması nedeniyle noninvaziv mekanik ventilasyon ile başarılı bir şekilde tedavi ettiğimiz akut respiratuar distress sendromu olgumuz ile ilgili tecrübelerimizi paylaşmak istiyoruz.
26 yaşındaki Burkitt lenfoma tanılı erkek hasta kemoterapi sonrası nötropenik ateş ve sepsis ilişkili akut respiratuar distress sendromu tanılarıyla yoğun bakıma yatırıldı.Hastanın bilincinin ve kooperasyonunun iyi olması sebebiyle PO2/FiO2=114.2 olmasına rağmen noninvaziv mekanik ventilasyon başlandı. Noninvaziv mekanik ventilasyon destek basınçları ve spontan solunum denemeleri, aralıklı arteriyel kan gazı sonuçlarına göre başarılı bir şekilde yönetilerek 72 saat sonunda noninvaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı kalmadı. Özellikle erken dönem akut respiratuar distress sendromu ve uygun seçilmiş vakalarda entübasyondan önce noninvaziv mekanik ventilasyon denenmelidir ancak noninvaziv mekanik ventilasyon ile hasta iyileşmiyor,kötüleşiyorsa invaziv mekanik ventilasyon uygulaması geciktirilmemelidir.
Since, still controversial and not often applied we would like to share our acute respiratory distress syndrome patient successfully treated with noninvasive mechanical ventilation. 26 year-old male patient with the diagnosis of Burkitt lymphoma was admitted to our intensive care unit because of neutropenic fever and sepsis-induced acute respiratory distress syndrome after chemoterapy. Although PO2/FiO2=114.2,we started noninvasive mechanical ventilation because the patient was conscious and cooperative. We applied noninvasive mechanical ventilation for 72 hours by manipulating the pressures and time periods according to the arteriel blood gas results and successfully weaned the patient. Especially in the early phases of acute respiratory distress syndrome and in selected patients noninvasive mechanical ventilation should be tried before intubation but should not be insisted if the patient deteriorates.
Makale Özeti

7.
Hastanede uzun süreli yatma sonucu gelişen Tako-tsubo Kardiyomiyopatisi: Olgu sunumu
Tako-tsubo cardiomyopathy due to long-term hospital stay: Case report
Cahide Uğur Erol, Mehmet Akif Yaşar, Alp Akay
Sayfalar 41 - 45
Tako-tsubo kardiyomyopatisi (TK); koroner arterlerinde anlamlı darlık olmadan, sol ventrikülün genellikle apikal bölgesini tutan, balonlaşma ile karakterize, akut başlangıçlı, sol ventrikülün geçici sistolik disfonksiyonudur. Nadiren ciddi ventrikül yetmezliği kardiyojenik şoka neden olarak ölümle sonlanır. Her ne kadar patofizyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte artmış katekolamin seviyeleri önemli rol oynamaktadır. Kliniği akut koroner sendromu taklit eden ani başlayan göğüs ağrısı, dispne, senkop, elektrokardiografi (EKG) değişiklikleri, kardiak enzimlerde hafif artış saptanabilir. Sıklıkla koroner yoğun bakım ünitesinde izlenen bu hastalar solunum sıkıntısı nedeni ile genel yoğun bakım ünitesine alınırlar.
Hipertansiyon ve diabet tanıları mevcut olan, 78 yaşında, kadın hasta, 116 gün başka bir hastanede pnömoni tanısı ile yatarak tedavi görmüş. Sıvı reprasmanı ile CVP: +10 mmHg çıkartılmasına rağmen TA yükselmeyen hastaya koroner angiografi (KAG) yapılmış. Koroner arterlerde darlık olmadığı, apeks’de balonlaşma olduğu saptanmış ve TK tanısı konulmuştur. Solunum sıkıntısı başlayan hasta, hastanede yatışının 18. saatinde YBÜ’mize transfer edilmiştir.
Literatürde, uzun süre hastanede yatışın neden olduğu strese bağlı olarak TK geliştiğine dair bir olguya rastlamadık. Bu nedenle TK sendroma değinmek istedik.
Tako-tsubo cardiomyopathy (TK) is acute and transient dysfunction of the left ventricle, and characterized by ballooning usually involving the apical region of the left ventricle without significant stenosis in coronary arteries. Although it is rare, cardiogenic shock and death may develop due to severe ventricular dysfunction. Although its pathophysiology is not fully understood, increased cathecolamine levels are suggested to play an important role. Sudden onset chest pain mimicking acute coronary syndrome, dyspnea, syncope, ECG alterations, slight increase in myocardial enzymes may be detected. Such patients in coronary intensive care unit often necessitate transfer to the general intensive care unit for respiratory support.
A 78 years old female patient with hypertension and diabetes mellitus was transferred to our intensive care unit due to respiratory distress following 116 days of treatment for pneumonia in another hospital. The patient underwent coronary angiography because low blood pressure despite fluid replacement and increase in central venous pressure over 10 mmHg. Coronary angiography revealed no stenosis in coronary arteries but ballooning at the apex, so that the final diagnosis was TK. The patient had to be transferred to the general intensive care unit 18 hours after the onset of respiratory distress.
To the best of our knowledge, there has been no TK syndrome in the literature, which develops in a patient under intensive stress due to an extraordinary long term hospitalization.
Makale Özeti

8.
Valproik asid ve meropenem arasındaki ilaç etkileşimi: Olgu sunumu
Drug interaction between valproic acid and meropenem: case report
Murat Yaşar Özkalkanlı, Fulya Yılmaz Duran, Günay Yıldız, Orhan Kılıç, Onur Okur
Sayfalar 46 - 48
GİRİŞ: Meropenem ve antiepileptik ilaçlar arasında olası bir etkileşim nedeniyle, epileptik nöbetin kontrolünün zor olduğu olgu bildirilmektedir. OLGU SUNUMU: daha önceden sağlıklı olduğu bildirilen 21 yaşında bayan hasta, ateş ve ense sertliği bulgularıyla acil servise başvurdu. Glasgow Koma skalası E3M5V4. Fizik muayenesinde bilinç uykuya meyilli, gözler kapalı, pupiller normal boyutlarda ve reaktif. Menenjit şüphesiyle meropenem ve vankomisin tedavisi başlandı. Antibiotik tedavisinin 3. Gününde jeneralize tonik klonik nöbet aktivitesi gözlendi. Fenitoin ve intravenöz tiopental tedavisi başlatıldı. Olgu entübe edilerek, mekanik ventilatörde izleme alındı. EEG’ de generalize epileptiform aktivite gözlendi. Daha sonraki günlerde nöbet aktivitesi devam etti. Tedaviye sırasıyla levetirasetam, karbamazepine ve valproik asit (VPA) ilave edildi; fakat nöbet aktivitesi devam etti. Meropenem tedavisinin 20. Gününde karbenepenem grubu ilaçlarla, antiepileptik ajanlar arasındaki ilaç etkileşiminden şüphelenildi. Antibiotik tedavisi sonlandırıldı. Sonraki birkaç gün içinde VPA seviyesi artarak, terapötik sınırlara ulaştı. 21. Günde ekstübe edildi. Sonraki 48 saat içinde nöbet aktivitesi gözlenmedi. Kan antiepileptik ilaç konsantrasyonları normal sınırlarda olarak, yoğun bakım ünitesinden taburcu edildi. TARTIŞMA: Karbapenemler nöbet aktivitesini indüklerler ve serum antiepileptik ilaç düzeyini düşürürüler. Klinisyenler ciddi yan etki oluşturabilecek bu potansiyel etkileşimin farkında olmalıdırlar. SONUÇ: Status epileptikus önemli nörolojik acillerden biridir ve nöbet süresi uzadıkça terapötik kontrolü zorlaşır. Antiepileptik ajanlarla birlikte karbapenem grubu antibiotik kullanan olgular, bu iki ilaç arasındaki olası ilaç etkileşiminden dolayı yakın takip edilmelidir.
OBJECTİVE: To report a probable interaction between meropenem and antiepileptic drugs that resulted in poor control of epileptic seizures.
CASE SUMMARY: A previously healthy 21 y.o. woman admitted to emergency department with fever and stiff neck. Her Glasgow Coma Scale score was E3M5V4 Physical examination revealed consciousness tend to fall asleep, closed eyes and normal-sized, normally reactive pupils. Meropenem and vancomycin were started an initial for menengitis. On 3rd day of the antibiotic theraphy generalized tonic clonic seizures were observed. Phenytoin and intravenous (IV) thiopental were started. The patient was intubated and mechanically ventilated. EEG revealed generalized epileptiform activity. In the following days, seizure activity continued. Levetirasetam, carbamazepine and VPA were added for treatment respectively, but seizures continued. On the 20th day of meropenem theraphy, interaction of carbapenems and anti-epileptic agents was suspected. Antibiotherapy was discontinued. Serum concentrations of VPA increased over the next days to achieve therapeutic levels. On day 21 she was extubated, no seizures had occured over the following 48 hours. She was discharged from the ICU, with blood anti epileptic concentrations within the therapeutic range.
DISCUSSION: Carbapenems have a potential effect of inducing seizures and may also lower serum levels of antiepileptic drugs. Clinicians should be aware of this potential interaction that may be associated with a serious adverse effects.
CONCLUSION: Status epilepticus is one of the most important neurologic emergencies, and therapeutic control becomes more difficult as its duration becomes longer. Patients receiving antiepileptics and carbapenem group antibiotics concominantly should be closely monitored due to possible drug interaction between these agents.
Makale Özeti