Cilt: 28  Sayı: 2 - 2012
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
Kardiyometabolik Risk Parametrelerinin Asimetrik Dimetilarjinin Üzerine Etkileri
Effects of Cardiometabolic Risk Parameters on Asymmetric Dimethylarginine
Aytekin Alçelik, Sevim Karaçay, Ayşegül Alçelik
doi: 10.5222/otd.2012.059  Sayfalar 59 - 64
Ateroskleroz ve kardiyovasküler morbidite, mortalite ile alakalı risk faktörlerinin çoğunun endotel disfonksiyonu ile de alakalı olduğu bulunmuştur. Endotel disfonksiyonu ile yakından ilişkili olan ADMA konsantrasyonları, kardiyavasküler hastalığı olan ve kardiyovasküler hastalık riskini arttıran çoğu durumlarda artmaktadır. ADMA, endotel disfonksiyonu ve konjestif kalp yetmezliği için bağımsız bir risk faktörüdür. Günümüzde ADMA, kardiyometabolik risk parametrelerinin hemen hemen tümünde değerlendirilmiş bir belirteçtir. Burada ADMA’ nın bu paramerelerle olan ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.
Most of the risk factors related with atherosclerosis and cardiovascular mortality, and morbidity have been also found to be associated with endothelial dysfunction. Concentrations of asymmetric dimethylarginine (ADMA) which are in close relation with endothelial dysfunction increase in patients with cardiovascular disease and in most of the cases which increase cardiovascular risk factors. ADMA is an independent risk factor for endothelial dysfunction and congestive heart failure. Currently, ADMA has been evaluated in almost all of the cardiometabolic risk parameters. In this review article we aimed to assess the associations of ADMA with these parameters.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

2.
Tıbbi Bilimsel Makale Yazımında Temel Kurallar, Tercihler ve Seçenekler Nelerdir?
What are the Basic Principles, the Preferences and the Options to Write a Medical Scientific Article?
Özay Özkaya, Derya Bingöl, İlker Üsçetin, Tolga Aksan, Mehmet Karahangil, Mithat Akan
doi: 10.5222/otd.2012.065  Sayfalar 65 - 71
Bilimsel makale, özgün araştırma sonuçlarını tanımlayan, yazılmış ve basılmış rapordur. Bilim insanları için bilimsel iletişimin en geçerli yollarından biri bilimsel makale yazımıdır. Hekimler yeni tıbbi uygulamalar başlatmak veya mevcut olan tıbbi uygulamaları değiştirip geliştirme istekleri ile deneysel veya klinik bilimsel araştırmalar yaparlar. Literatürde yayınlanmış yayınların gerekliliklerini karşılayacak şekilde hazırlanmış olan yeni çalışma raporları bilimsel makale olarak yayınlanmaktadır. Bilimsel makalelerin yayınlanabilmesi için tariflenmiş kurallar içerisinde yazılması gerekmektedir. Akademik çalışmalara katkıda bulunmak isteyen hekimlerin, bilimsel makale hazırlamadan önce bu kuralları öğrenmeleri gerekmektedir. Özellikle hekimlik mesleğinin başlangıcında olan ve akademik çalışmalar ile klinik tecrübelerini geliştirip, pekiştirmek isteyen hekimlere bilimsel makale yazımı konusunda yol gösterici olması bilimsel makale yazım kurallarını incelemeyi amaçladık.
Scientific article is a written and published report describing the results of an original research. One of the most effective ways of scientific communication for scientists is writing scientific papers. Doctors launch experimental and clinical scientific researchs to practice new medical applications or to change and develop the existing ones. The results of the researches which are prepared to meet the requirements of the current publications are published as scientific articles. The scientific articles should be written within the defined rules of publication. Physicians who wish to contribute to the academic studies, should learn these rules before preparing scientific articles. Therefore, we aimed to examine the principles of writing scientific articles so as to propose guides especially for the physicians who are in the beginning of their medical profession and want to develop and strengthen their clinical experience with the academic studies.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
3.
Okmeydanı İnterlandinde Mandibula Kırıklarının Etiyolojik, Epidemiyolojik Özellikleri: Klinik Sonuçlarımızın Değerlendirilmesi
Epidemiology and Etiological Features of Mandibular Fractures in Okmeydani Interland: Evaluation of Our Clinical Results
Onur Egemen, Özay Özkaya, İlker Üsçetin, Tolga Aksan, Mithat Akan
doi: 10.5222/otd.2012.072  Sayfalar 72 - 78
AMAÇ: Mandibula, maksillofasyal travmalar sonrası nazal fraktürlerden sonra 2. en sık fraktür gelişen yüz kemiğidir. Çiğneme ve konuşma fonksiyonlarında yer almanın yanı sıra, yüzün 1/3 alt bölümünün estetik görünümünde oldukça büyük önemi mevcuttur. Mandibula kırıkları çeşitli şekillerde sınıflandırmakla birlikte bu sınıflandırma yöntemleri tedavinin planlanmasında da ayrı bir öneme sahiptir.Bu çalışmada, Okmeydanı bölgesinde mandibula fraktürleri gelişen hastaların etiyolojik ve epidemiyolojik bilgileri incelenerek, tedavi sonuçları hakkındaki deneyimlerimizi sunmayı, sonuçlarımızı literatürle karşılaştırmayı, mandibula kırıklarına yaklaşımı ve kırık tedavisini gözden geçirmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Kliniğimizde Ocak 2008-Şubat 2011 tarihleri arasında mandibula fraktürü nedeniyle yatırılarak tedavi edilen 57 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların epidemiyolojik bilgileri,etiyolojisi, eşlik eden travmalar, özel durumlar, tedavi şekli, sonuçlar ve komplikasyonlar değerlendirildi.
BULGULAR: Düşme %39 ile en sık etiyolojik nedeni oluştururken, ikinci neden %32 ile trafik kazalarıydı. 57 hastada toplam 95 kırık mevcuttu ve hastaların %48’inde birden fazla bölgede kırık bulunmaktaydı. Hastaların %32’sinde mandibula fraktürü dışında travmaya bağlı eşlik eden ek patolojiler mevcuttu. Hastaların 16 sında açık redüksiyon yapılarak yalnızca titanyum plak ve vidalar ile 15’indeaçık redüksiyon yapılarak titanyum plak-vida uygulamasının ardından intermaksiller fiksasyon uygulanarak rijit fiksasyon uygulandı. Post operatif dönemde komplikasyon oranı toplamda %8.7 olarak saptandı.
SONUÇ: Sık karşılaşılan mandibula kırıkları, dikkatlice incelenip, kırığın tipine en uygun tedavinin en kısa sürede uygulanması başarıyı etkileyen en önemli sebeplerdir. Seçilecek tedavide hastaya ait sebepler dışında hekimin tecrübesi de önemlidir. Uygun tedavi tecrübeli ekiplerce yapıldığında komplikasyon oranı daha az olabilmektedir.
OBJECTIVE: Mandibular fractures which are the second most common facial injuries after nasal fractures among maxillofacial traumas, do not only effect mastication and speech functions but also important for the aesthetic appearance of the lower 1/3 part of the face. There are many types of classification for mandibular fractures, and these classifications are very important for the selection of the best treatment method. In this study, we examined the patients who developed fractures of the mandible in Okmeydani district, and studied etiological and epidemiological characteristics of these patients. The aim of this study is to evaluate our clinic results, them with literature findings, and review the approach to, and the treatment of mandible fractures.
METHODS: A retrospective investigation on 57 in-patients with mandibular fractures was carried out in our clinics (Okmeydani Training and Research Hospital, Department of Plastic, Reconstructive and Aesthetic Surgery) between January 2008 and February 2011 regarding their etiology, epidemiology, exceptional conditions, treatment modalities, outcomes and complications.
RESULTS: Most common etiologic factor was falling from height (39 %) and followed by traffic accidents in 32 % of the patients. There were 95 fractures in 57 patients and 48 % of the patients had more than one fracture involving different bodily parts. Six-teen patients were treated with open reduction and miniplate fixation without intermaxillary, and 15 patients with open reduction and miniplate fixation with intermaxillary fixation procedure. Total postoperative complication rate was 8,7 %.
CONCLUSION: The success of treatment in mandible fractures depends on the detailed evaluation of the patients and rapid and proper therapy. Experience of the surgeon is also important for the selection of appropriate treatment. Complication rates can be reduced when the patients are treated correctly by an experienced team.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Yenidoğan Kalça Ultrasonografisi
Newborn Hip Ultrasonography: Not challenging with interest, knowledge, training and experience
Murat Tonbul, Nevzat Selim Gökay, Mehmet Demirok, Alper Gökçe
doi: 10.5222/otd.2012.079  Sayfalar 79 - 83
AMAÇ: Tüm yenidoğanlara uyguladığımız kalça ultrasonografisi sonuçlarımızı inceleyerek elde ettiğimiz verileri literatürle karşılaştırmayı ve konuya dikkat çekmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Tüm yenidoğanlar, tarama programına alınarak fizik bakı ve ultrasonografi ile kalça eklemleri incelendi. Ebeveynler, gelişimsel kalça displazisi (GKD) hakkında bilgilendirildi. Pediatrik Ortopedi Derneği’nce tavsiye edilen Kalça Ultrasonografi Kayıt Formu dolduruldu. Bebeklere, Graf’ın statik kalça ultrasonografi metodu uygulandı. Ortolani ve Barlow testleri yapıldı ve abdüksiyon kısıtlılığı, Allis bulgusu ve pili asimetrisi varlığı araştırıldı. Geç dönemde ilk bulgularımız hastaların tekrar değerlendirilmesiyle doğrulandı.
BULGULAR: Altmış bebeğin (29 erkek, 31 kız) 120 kalçası çalışmaya dahil edildi. Fizik bakıda hiçbir hastada patolojik veri elde edilmedi. Ultrasonografik incelemeler ortalama 3.5 dakika sürdü. Ortalama anne yaşı 25 (19-38) yıldı. Pozitif aile öyküsü ve kundaklama hikayesi oranları %3’tü. Ortalama hamilelik süresi 38.5 (35-40) haftaydı. Bebeklerin başvuru süresindeki ortalama yaşı 20 (1-153) gündü. Ultrasonografik inceleme sonucunda, tüm kalça tipleri Tip 1b olarak ölçüldü. Ortalama 4.5 yıl sonra telefonla röportaj ve radyolojik tetkiklerle kalçaların hiçbirinde patoloji saptanmadı.

SONUÇ: GKD erken tanısında kalça ultrasonografisi, fizik bakıyla beraber en güvenilir yöntemdir. Tüm yenidoğan kalçalarının ultrasonografik olarak taranması en idealidir. Ülkemiz koşullarında bunun maliyeti düşünüldüğünde en azından riskli yenidoğanların ve pozitif fizik bakı bulgusu bulunan bebeklerin kalça eklemleri kesinlikle ultrasonografik olarak incelenmelidir.
OBJECTIVE: We analyzed the results of hip ultrasonography we performed on all newborns in our institution, and tried to to compare our results with the literature, and to take attention to the subject.
METHODS: All newborns included in the screening program were evaluated by sonograms of their hip joints and physical examination. Parents were informed about developmental hip dysplasia (DDH). Hip Ultrasonography Registration Forms recommended by Pediatric Orthopedics Society, were filled. Static hip ultrasonography, introduced by Graf, were done to all babies. Ortolani and Barlow’s tests were applied and abduction restriction, Allis’ sign and pilli asymetry were sought. We verified our data with late term re-evaluations of the patients.
RESULTS: 120 hips of 60 babies (29 male, 31 female) were included in the study. Physical evaluation did not reveal any pathologic finding. The mean duration of the ultrasonographic examinations was 3.5 minutes. The mean maternal age was 25 (range, 19-38) years. Positive familial history, and evidence of swaddling were found in 3 % of the newborns. The mean gestational period was 38.5 (range, 35-40) months. The mean age of the babies examined by US was 20 (range, 1-153) days. Ultrasonographically, all hips were found to be type 1b. After a 4.5 year average follow-up there were no pathology in any hips as assessed by clinical and radiological evaluations.
CONCLUSION: Hip ultrasonography and physical examination are the most reliable methods in the early diagnosis of DDH. The most ideal method is US screening of all newborns. In our country, because of its costs, at least, newborns under risk and those with positive physical findings must be evaluated by ultrasonography.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
İyatrojenik Renal Hemorajilerde Transkateter Embolizasyon Ne Zaman ve Nasıl Yapılmalı? Yeni Bir Algoritm
How and When to Perform Transcatheter Embolization in Iatrogenic Renal Hemorrhage? A New Algorithm
Kosti Can Çalışkan, Sıtkı Mert Ulusay, Orhan Tanrıverdi, Emin Çakmakçı, Nurettin Cem Sönmez, Serdar Arısan
doi: 10.5222/otd.2012.084  Sayfalar 84 - 93
AMAÇ: Böbreğin cerrahi girişimlerinden sonra kanama komplikasyonu tedavisinde en ideal yol olan transkateter embolizasyon (TKE) kararı birçok merkezde değişkenlik göstermekte olup, literatürde endikasyon için net bir cut off değeri yoktur. Amacımız bu çalışmada literatürdeki Hb için endikasyon farklılıkları incelenmiş ve cerrahi işlem sonrası kanama komplikasyonun transkateter embolizasyon ile kontrolünü sağlamak için uygulanabilir basit bir algoritma bulunmaya çalışılmıştır.
YÖNTEMLER: 2006 ile 2010 yılları arasında böbreğe yönelik invaziv işlem sonrası gelişen hemorajik komplikasyon tedavisi için kliniğimize refere edilen ve TKE ile tedavi edilen toplam 21 olgu retrospektif değerlendirildi. Olguların 14’ü perkutan nefrolitotomi (PNL), 2’si perkutan böbrek biopsisi, 2’si nefrostomi, 2’si açık parsiyel nefrektomi, 1’i laparoskopik parsiyel nefrektomi sonrası gelişen hemorajik komplikasyonlardı.
Değerlendirme kriteri olarak olgu başına yapılan toplam kan transfüzyonu miktarları, operasyon sonrası TKE tedavisine alınma süreleri, endikasyon anındaki hemoglobin düzeyleri alındı. Girişimler tüm olgularda sağ kasıktan seldinger yöntemi ile girilerek superselektif çekim sonrası kanayan vasküler yapı uygun embolizan ajanla kapatıldı.

BULGULAR: Olguların 14’u erkek 7’i kadın olup yaş ortalaması 39,8±11,4 idi. TKE tedavisine alınma süreleri 24 saat ile 14 gün arasında değişmekte olup ortalama 4,52±3,86 gündü. TKE tedavisine refere edilen olguların hemoglobin değerleri 11 mg/dl ile 5 mg/dl arasında olup, ortalama 8,8±1,3 mg/dl idi. Olgulara yapılan kan transfüzyonu en fazla 8 ü; en az 1 ü olup, ortalama 2,76±2,12 ünite idi.
SONUÇ: İatrojenik renal hemorajilerde Clavien sınıflamasına göre grade IIIa endikasyonu farklı doktorlar tarafından çok değişken durumlarda konmakta olup, bu konuda ne laboratuar nede klinik bir cut off değer bulunmamaktadır. Bulgularımızın ışığında tüm olguların hemoraji hızı ne olursa olsun operasyon sonrası hemoglobin miktarı transfüzyon gerektirecek düzeye inmesi (Clavien sınıflamasına göre grade II) düzeyinde kan tranfüzyonu gerektirdiği anda TKE tedavi endikasyonu anlamlı bulunmuştur.
OBJECTIVE: The decision for Transcatheter Embolization (TCE) which is the most ideal method for the management of the hemorrhagic complications after renal procedures is not accepted universally with variations among centers, and there is no exact cut- off value for its indication in the literature. Our aim in this study was to evaluate hemoglobin (Hb) cut-off values for the indication of TCE in the literature and try to formulate an algorithm for the management of hemorrhages after the renal procedures by TCE.
METHODS: A total of 21 cases with complications of hemorrhage after an invasive renal procedure referred to our clinic and managed by TCE were analysed retrospectively. Our cases cases consisted of patients who had developed hemorrhagic complications following percutaneous nephrolithotomy (PNL, n=14) percuteneous renal biopsy (n=2) nephrostomy (n=2), open partial nephrectomy (n=2) and laparoscopic partial nephrectomy (n=1). Evaluation criteria were total blood transfusion volume for each case, average time after renal procedure to TCE management and hemoglobin values. All TCE procedures were done by using right femoral seldinger method for access and after superselective radiograms bleeding vascular structures were occluded with an suitable embolization agent.

RESULTS: The mean age of the 14 male and 7 female patients was 39.8±11.4. The mean time to TCE procedure t was 4.52±3.86 days (between 24 hours and 14 days).The average hemoglobin value was 8.8±1.3 mg/dl (between 5-11 mg/dl) for the patients referred to TCE. The average blood transfusion was 2.76±2.12 units (1-8 units).
CONCLUSION: In iatrogenic renal hemorrhages there is no consensus regarding grade IIIa indications according to Clavien classifications among different clinicians and there is no laboratuary and/or clinical cut off value detected. In our study, no matter what the postoperative bleeding velocity was, indication for TCE management is the lower hemoglobin value requiring blood transfusion (Clavien classification grade II).
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Koroner Arter Cerrahisinde Desflurane Anestezisinin Miyokardiyal Korumaya Olan Etkisinin Sevoflurane ile Karşılaştırılması
Comparison of Myocardial Protective Effect of Desflurane Anesthesia Versus Sevoflurane Anesthesia During CABG Surgery
Asime Ay, Belkıs Tanrıverdi
doi: 10.5222/otd.2012.094  Sayfalar 94 - 102
AMAÇ: Açık kalp cerrahisinde morbidite ve mortalitenin postoperatif kardiyak pompa yetersizliği ile ilgili olduğu düşünülmektedir. KABG cerrahisinde postoperatif kardiyak pompa yetersizliğinin nedeni iskemik kardiyak arrest ve reperfüzyon sırasında oluşan miyokardiyal hasardır. Bu çalışmanın amacı; KABG uygulanacak hastalarda uygulanan desflurane anestezisinin miyokardiyal korumaya olan etkisini, sevofluran ile karşılaştırmaktır.
YÖNTEMLER: Çalışma elektif KABG planlanan ASA II-IV 18-69 yaş arası 40 hasta üzerinde yapıldı. Hastalar rastgele 20’ şer kişilik 2 gruba ayrıldı. Operasyon masasına alınan hastalarda SKB, DKB, OAB, KAH, SpO2, CVP monitorizasyonu yapıldı. İntravenöz 0,3 mg/kg etomidat, O,1 mg/kg panküronyum ve 1µ/kg remifentanil uygulandı. Grup D deki hastalara %1-4 MAC desflurane Grup S deki hastalara %2-4 MAC sevoflurane verildi. Her 2 gruptaki hastalara 0,1-0,4 µ/kg/dk’ dan remifentanil infüzyonu başlandı. Cerrahinin sona ermesiyle yoğun bakım ünitesine alınan hastalar SIMV modunda mekanik ventilatöre bağlandı.
BULGULAR: Olguların demografik verileri benzerdi. Troponin I, CK ve CKMB düzeyleri her iki grupta da preoperatif değere göre postoperatif 6. ve 24. saatlerde artış gösterdi. Ancak sevofluran grubunda operasyon sonrası 24. saatteki artış desfluran grubuna göre daha az bulundu.
SONUÇ: KABG cerrahisinde kullanılan desfluran ve sevofluranın yeterli anestezi düzeyi ve hemodinamik stabilite sağladığı, peroperatif miyokardiyal hasarı azalttığı sonucuna varıldı. Miyokardiyal hasarlanma işaretleyicileri olan troponin I, CK, CKMB düzeylerinin sevofluran grubunda daha düşük olması sevofluranın miyokardiyal korumayı desflurana göre daha iyi sağladığını düşündürmektedir.
OBJECTIVE: Since the first years of open heart surgery it has been noticed that morbidity, mortality are mostly associated with postoperative cardiac pump insuffiency. The reason of postoperative cardiac pump insufficiency after CABG surgery is myocardial injury seen after the ischemic cardiac arrest and reperfusion.The aim of this study is to compare the myocardial protective effect of desflurane anesthesia versus sevoflurane anesthesia for the patients undergoing CABG surgery.
METHODS: The study was performed on 40 patients, ASA II-IV status, aged between 18-65 years, undergoing elective CABG surgery. The patients were randomly divided into two groups, each having 20 patients. On the operation table, SBP, DBP, MAP, HR, SpO2, CVP monitorizations were recorded. For induction 0.3 mg/kg etomidate I.V. was administered. After the loss of eye lash reflex and ventilation, 0.1 mg/kg pancuronium IV, and 1 µ/kg remifentanil İ.V. were administered to all patients. In Group D; 1-4 % Desflurane and for Group S patients 2-4 % sevoflurane were started. For all patients, 0.1-0.4 µ/kg/min remifentanil infusion was started. At the end of the surgery all anesthetic agents were stopped and patients were transfered to intensive care unit, then connected to mechanical ventilator with SIMV mode and hemodynamical data were recorded.
RESULTS: There were no differences in demographic data of both groups. In both groups, troponin I, CK and CKMB levels were increased at postoperative 6. and 24. hours. But the increase in sevoflurane group was less relative to desflurane group at postoperative 24. hours.
CONCLUSION: We have concluded that desflurane and sevoflurane provided sufficient anesthesia level and hemodynamic stability, and decreased perioperative myocardial injury. It has been thought that sevoflurane provided better myocardial protection than desflurane, depending on the levels of myocardial injury markers, troponin I, CK, and CK-MB.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Stabil Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığında Hastalık Ağırlığı ile C-Reaktif Protein Düzeyi Arasındaki İlişki
The Association Between C-Reactive Protein Levels and Severity of the Disease in Stable Chronic Obstructive Pulmonary Disease Patients
Aysun Aynacı, Engin Aynacı, Birsen Pınar Yıldız, Gönenç Ortaköylü, Emel Çağlar
doi: 10.5222/otd.2012.103  Sayfalar 103 - 107
AMAÇ: Çalışmamızda Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) olan hastalarda hastalığın ağırlığı ile C-reaktif protein (CRP) düzeyi arasında ilişki olup olmadığı araştırıldı.
YÖNTEMLER: Stabil durumda KOAH'ı olan 53 hasta (38 erkek/15 kadın), yaş ortalaması 56.19±9.87 yıl olmak üzere çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya alınan hastalar Grup 1 (Evre I-II) 31 hasta, Grup 2 (Evre III-IV) 22 hasta olarak 2 gruba ayrıldı. Grup 1 ve Grup 2’deki hastalar CRP düzeyleri açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: KOAH evresi ile CRP düzeyi arasında anlamlı ilişki saptandı. Grup 2 (Evre III-IV) KOAH grubunda CRP düzeyi Grup 1 (Evre I-II) olgulara göre anlamlı derecede daha yüksek saptandı (p<0.01).
SONUÇ: Çalışmamızda; stabil KOAH olgularındaki sistemik inflamasyonun hastalık evresi ile ilişkili olduğu gösterildi. Artmış CRP düzeylerinin hastalık evresi artışı ile birlikte olduğu sonucuna varıldı.
OBJECTIVE: The aim of the study was to evaluate the relationship between C-Reactive Protein (CRP) levels and severity of disease in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD).
METHODS: Fifty-three stable COPD patients (38 males-15 females) with median age of 56.19±9.87 years were included in the study. Patients were divided as a Group 1 (Stage I-II) with 31 patients and Group 2 (Stage III-IV) with 22 patients. Group 1 and 2 were compared according to CRP levels detected in the stable period.
RESULTS: There was a significant correlation between the stage of COPD and the levels of CRP. CRP levels were significantly higher in Group 2 (Stage III-IV) COPD patients than Group 1 (p<0.01).
CONCLUSION: In our study, the relationship between systemic inflammation and stage of the disease in stable COPD patients has been shown.It was concluded that higher levels of CRP were associated with higher stage of the disease.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
8.
Servikal Ektopik Tinus: Olgu Sunumu
Cervical Ectopic Thymus: A Case Report
Muhlis Bal, Güler Berkiten, Perihan Taşkale, İlhan Topaloğlu
doi: 10.5222/otd.2012.108  Sayfalar 108 - 111
Servikal timik kitleler konjenital lezyonlar olup, embriyogenez sırasında anormal timik göç nedeniyle oluşur. Bu kitlelerin büyük çoğunluğu asemptomatiktir. Ender olarak bu timik kitleler komşuluğu bulunan aerodigestive tract ile semptomatik hale gelebilirler. Boyun kitlelerinin ayırıcı tanısında özellikle çocuklarda göz önünde bulundurulmalıdırlar. Birçok olgu klinik olarak brankial yarık anomalileri veya kistik higroma ile karıştırılabilmektedir. Rapor edilmiş olguların neredeyse tamamına, alınan biyopsilerin histopatolojik incelemesi sonrası kesin tanı konabilmiştir. Bu yazıda boyun sol tarafında yumuşak, fluktuasyon veren kitle nedeniyle başvuran genç erkek hasta sunuldu. Cerrahi eksizyon ile timik kist olabileceği ortaya kondu. Olgu literatür verileri gözden geçirilerek sunuldu.
Cervical thymic masses are congenital lesions that result from aberrant thymic migration during embryogenesis. Most of these masses are asymptomatic. Rarely cervical thymus becomes symptomatic with encroachment on adjacent aerodigestive structures. It should be considered in the differential diagnosis of neck masses, especially in children. Most cases are clinically misinterpreted as branchial cleft remnants or cystic hygromas. Definitive diagnosis could be made only on histopathologic examination of a biopsy specimen in nearly all reported cases. This paper presents the case of a young male, who presented with a soft, fluctuating mass in the left side of his neck. Surgical excision revealed an ectopic thymic cyst. Case report was presented with a short review of the relative literature data.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Memenin Primer Skuamöz Hücreli Karsinomu: Olgu Sunumu ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Primary Squamous Cell Carcinoma of the Breast: Case Report and Review of the Literature
Alpaslan Mayadağlı, Kemal Ekici, Şermin Kökten, Mahmut Gümüş
doi: 10.5222/otd.2012.112  Sayfalar 112 - 114
Memenin primer skuamöz hücreli karsinomu oldukça ender görülen bir tümör olup, memenin metaplastik karsinomlarının bir formudur. Olgumuzda klinik olarak skuamöz hücreli karsinomun gelişebileceği baş boyun, akciğer, serviks, mesane, özefagus ve deri gibi tüm odaklar tarandı ve başka hiçbir yerde tümör saptanmadı. Sunulan olguda histopatolojik inceleme ile memenin primer skuamöz hücreli karsinomu saptandı. Seksen beş yaşında sol memede primer skuamöz hücreli karsinom tespit edilen kadın hasta literatür bilgileri ışığında tartışıldı.
Primary squamous cell carcinoma of the breast is a rare tumor classified as one of the metaplastic carcinomas of the breast. The case we present was diagnosed as primary squamous cell carcinoma of the breast after histopathogical analysis. All foci origin from head and neck, lung, cervix, urinary bladder, esophagus and skin, were screened clinically develops squamous cell carcinoma and no other tumor foci were detected in our case. We present a 85 years-old woman with squamous cell carcinoma of left breast and review of the literature.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Sifiliz ile İlişkili Kolestatik Hepatit: Bir Olgu Sunumu
Cholestatic Hepatitis Associated with Syphilis: A Case Report
İsmail Necati Hakyemez, Mustafa Taner Yıldırmak, Funda Şimşek
doi: 10.5222/otd.2012.115  Sayfalar 115 - 118
Sifilizde, karaciğer tutulumu nadirdir ve hastalığın evrelerine göre değişkenlik gösterir. Karaciğer enzimlerindeki belirgin yüksekliklere rağmen sarılık genellikle görülmez. Bu yazıda, biz ikinci evre sifilizli bir olguda kolestatik hepatit sunduk. Altmış üç yaşında erkek hasta ateş yüksekliği, vücutta yaygın döküntü, halsizlik, yorgunluk, kas-eklem ağrıları, iştahsızlık, kilo kaybı, öksürük ve gece terlemesi yakınmalarıyla polikliniğimize başvurdu. Hastanın döküntü şikayetinin 2 gün önce başladığı diğer şikayetlerinin üç haftadır devam ettiği öğrenildi. Fizik muayenesinde; ateş 38.1°C, tüm vücutta makülopapüler döküntü, servikal ve inguinal bölgede lenfadenopatiler, sağ üst kadranda palpasyonla ağrılı hepatomegali saptandı. Laboratuvar bulgularında karaciğer enzimlerinde artış belirlendi. Sifilize yönelik istenen tetkiklerden VDRL 1/32 ve TPHA 1/1280 titrede pozitif tespit edildi. Viral hepatit belirteçleri negatif sonuç verdi. Hastaya sifiliz tanısı konuldu ve tek doz Benzatin Penisilin G verildi. Bir hafta sonra klinik bulguları düzeldi. Üç hafta sonra karaciğer fonksiyon testleri normale geriledi. Biz kolestatik hepatitin ayırıcı tanısında sifilizin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünüyoruz.
The Liver involvement in syphilis patients is rare and varies according to the stage of the disease. Despite marked elevations of the liver enzymes are usually no visible jaundice. In this paper, we presented cholestatic hepatitis in a patient with secondary stage syhilis. A 63 year old male patient was presented to our clinic with complaints fever, rash, myalgia, arthralgia, anorexia, weight loss, widespread rash on the body, cough, and night sweats. It was learned rash complaint of the patient had been started two days ago, other complaints continued for three weeks. On physical examination, fever was 38.1°C, maculopapular rash on the all body, cervical and inguinal lymphadenopathies, hepatomegaly, hepatomegali with painful by palpation on the right upper quadrant. On Laboratory findings, liver enzymes were highly determined. Diagnostic tests for syphilis, VDRL 1/32 and TPHA 1/1280 titer were positive. Markers of viral hepatitis were negative. We diagnosed as syphilis and a single dose of penicillin G benzathine were given. The clinical signs of the patient improved a week later and liver function tests were normal three weeks later. We think that syphilis group should be considered in the differential diagnosis of cholestatic hepatitis.
Makale Özeti | Tam Metin PDF