Cilt: 3  Sayı: 3 - Temmuz 2001
Özetleri Gizle | << Geri
1.
147 sarkoidoz hastasının klinik özellikleri
Levent TABAK, Zeki KILIÇARSLAN, Esen KIYAN, Mustafa ERELEL, Çağlar ÇUHADAROĞLU, Orhan ARSEVEN, Feyza ERKAN, Turhan ECE
Sayfalar 80 - 85
1990-2000 yılları arasında histolojik olarak tanı konulan hastaların dosyaları retrospektif olarak taranarak, hastalığın klinik özellikleri ve bir üniversite hastanesinin sarkoidoz deneyimi gözden geçirildi. Hepsi Türk vatandaşı olan 147 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 99'u kadın, 48'i erkekti. Hastaların ortalama yaşları 39.04 ± 12.62 yıl idi ve yaşları 18- 70 yaş arasında değişmekteydi. En sık görülen belirtiler Löfgren sendromu (%26.5), pulmoner semptomlar, eritema nodozum (%29) ve deri belirtileri idi. Biyokimyasal testler hastaların hemen tamamında normal idi. Angiotensin konverting enzim her evredeki hastaların 1/3'ünde yüksekti. Hastalar Siltzbach sınışaması kullanılarak Evre I-III'e evrelendiler. %45.5 hasta Evre I, %50.5 hasta Evre II ve %10 hasta Evre III olarak sınışandırıldılar. Tüberkülin testi hastaların %20'sinde pozitifti. Sonuçlar Türkçe literatürde yayınlanmış seriler ile karşılaştırılıp birlikte analiz edildi.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

2.
Sarkoidoz olgularında uzun dönem izlem sonuçları
The results of long-term follow-up of sarcoidosis cases
Levent TABAK
Sayfalar 86 - 90
Sarkoidoz tedavisi tartışmalıdır, bazı hastalarda tedavi gerekmez iken bazılarında ömür boyu tedavi gerekebilir. Semptomatik hastalarda standart tedavi kortikosteroidler olmakla birlikte yapılan randomize çalışmalarda kortikosteroid tedavisinin uzun dönemde yararlı olduğu gösterilememiştir. Kortikosteroidlere bağlı yan etkilerin çokluğu nedeni ile nonsteroid anti enşamatuvar droglar ve pentoksifilin kortikosterodlere alternatif olarak önerilmektedir. Bu çalışmada histolojik olarak kanıtlanmış ve en az 3 yıl izlenmiş 89 pulmoner sarkoidoz hastasının sonuçları araştırılmıştır. Tedaviye cevap oranı, relaps sıklığı ve ilaçlara bağlı komplikasyonlar analiz edilmiştir. Sonuçlara göre sarkoidoz selim bir klinik seyire sahiptir, indometasin ve pentoksifilin ile tedavi edilenlerde tedaviye yanıt oranı % 90 civarındadır ve hiç relaps görülmemiştir buna karşın kortikosteroid ile tedavi edilenlerde tedaviye yanıt oranı % 95 fakat relaps oranı ise % 27 olarak bulunmuştur, ayrıca bu hastalarda daha fazla ilaca bağlı komplikasyona rastlanmıştır. Buna göre indomethasin ve pentoksifilin kortikosteroidlere iyi birer alternatiftirler ve kortikosteroidlere bağlı komplikasyonlar sıktır.
The treatment of sarcoidosis is controversial, some patients require no specific therapy whereas others may require a lifetime of treatment. Corticosteroids have been the standart form of treatment for symptomatic patients but randomized trials have not been able to demonstrate long-term benefit for corticosteroid therapy. Because of various side effects associated with corticosteroid therapy nonsteroidal anti-inflamatory drugs and pentoxifylline have been proposed as alternatives to corticosteroids. In this study the outcome of 89 pulmonary sarcoidosis patients with histologically proven sarcoidosis followed at least 3 years were investigated. Response rate to therapy, the frequency of relapse and complications due to drugs were analysed. The results revealed that sarcoidosis has a benign clinical course, in patients treated with indomethasin or pentoxifylline response rate to therapy was over 90% and no relapse was encountered. However, in patients treated with corticosteroids response rate to therapy was 95% but relaps rate was 27% and complications due to drug were more frequent.In conclusion indomethasin and pentoxifylline are good alternatives to corticosteroids and complications due to corticosteroids are frequent.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Kronik obstrüktif akciğer hastalığına bağlı akut solunum yetmezliğinde noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon: tek başına medikal tedavi ile karşılaştırma
Noninvasive positive pressure ventilation (NIPPV) in acute respiratory failure of chronic obstructive pulmonary disease: a comparison with medical treatment alone
Pınar YILDIZ, Filiz KOŞAR, Lütfiye ERKAN, Figen KADAKAL, Veysel YILMAZ
Sayfalar 91 - 95
Çalışmamızda KOAH akut atağında, medikal tedavi ile birlikte noninvaziv mekanik ventilasyon (NIMV) veya tek başına medikal tedavi uygulamasının erken dönem sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Hastanemizde, NIMV uygulaması başlamadan önce tek başına medikal tedavi uygulanan 14 olgu (Grup I: 14 erkek; ort yaş 59.64±8.2 yıl) ile medikal tedavi ile birlikte NIMV uygulanan 25 olgu (Grup II: 25 erkek; ort yaş 54.76±9.4 yıl) çalışmaya alındı. Gruplar arasında yaş ve cins dağılımı açısından fark saptanmadı (p>0.05). NIMV grubundaki tüm olgularda nazal BiPAP uygulandı. Tedavi sonrası PaO2 düzeyleri Grup I (41.2±7.0'den 60.2±8.0'e p<0.001) ve Grup II'de (41.2±10.3'den 64.41±4.7'ye, p<0.001) anlamlı olarak arttı.. Arteryel karbondioksit basıncı (PaCO2) tedavi sonrası Grup II'de (77.9±59.0 ve 61.55±9.2, p<0.0001) belirgin düzelme gösterirken, Grup I'de (62.94±10.3 ve 60.11±9.9, p=0.33) anlamlı düzelme saptanmadı. Grup II olguların yatış süresi Grup I'e göre kısa idi (sırası ile 11.70±5.34; 21.79±7.82, p<0.0001). Çalışmaya alınan hiçbir olguda endotrakeal entübasyon gerekmedi. Üç aylık izlem sonrası, Grup I'deki 14 hastanın 2'si (%16.6) ve Grup II'deki 25 hastanın 4'ü (%19) exitus oldu. Sonuç olarak, NIMV, KOAH'lı olguların akut solunum yetmezliğinde yatış süresini kısaltmıştır. PaCO2 üzerine NIMV'nin etkisi tek başına medikal tedaviden daha belirgindi. Erken dönemde, mortalite oranı açısından iki grup arasında fark yoktu.
It was aimed to compare the early results of medical treatment alone to NIPPV together with medical treatment in the acute exacerbation of COPD. In this study, 14 patients (Group I : 14 male, mean age: 608 years) who had been treated with medical treatment alone before the begining of NIPPV program in our hospital and 25 patients (Group II : 25 male, mean age: 559 years) who treated with NIPPV in addition to medical therapy were included. No difference in age and sex distribution was found between study groups. Nasal BiPAP was applied to all patients in the NIPPV group. Arterial oxygen pressures (PaO2) were significantly increased after treatment in both Group I (from 41.2±7.0 to 60.28.0 mmHg,p<0.001) and Group II (from 41.2±10.3 to 64.41±4.7 mmHg,p<0.001). Arterial carbondioxide pressures (PaCO2) were significantly decreased in Group II (from 77.95±9.0 mmHg, p<0.001), whereas no difference was observed in group I (from 62.9±10.3 to 60.1±9.9 mmHg, P=0.33) after treatment. Days in hospital were significantly shorter in Group II than Group I (11.7±5.3 vs 21.79±7.82 days, respectively, p<0.001). None of the patients required endotracheal intubation. After 3- month follow up, 2 of the 14 patients (16.6%) in group I and 4 of the 25 patients (19%) in Group II died. In conclusion, NIPPV shortened the days in hospital in acute respiratory failure of patients with COPD. The effect of NIPPV on PaCO2 was more prominent than medical treatment alone. In the early period, no difference in mortality rate was found between two groups.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Stabil KOAH'lı hastalarda ölçülü doz inhaler veya nebülizer yolla verilen İpratropyum Bromür'ün bronkodilatör etkinliği
Bronchodilator effect of ipratropium bromide delivered via metered dose inhaler or nebulizer in stabil COPD patients
Mehmet POLATLI, Orhan ÇİLDAĞ, Murat ÇAM
Sayfalar 96 - 100
Kronik obstrüktif akciğer hastalığında (KOAH) semptomların sürekli olduğu durumlarda antikolinerjikler öncelikle tercih edilen ilaçlardır ve ölçülü doz inhaler (ÖDİ) veya nebülizer solüsyon (NS) formunda uygulanırlar. Bu çalışmada biz, stabil KOAH'lı hastalardaki ÖDİ ve NS formundaki ipratropyum bromür'ün bronkodilatör etkisini karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmaya 61.83±7.78 yaş, 46.75±17.08 paket yıl sigara öyküsü olan 24 stabil KOAH'lı hasta alındı. Olguların önce bazal solunum fonksiyon testleri (SFT) yapıldıktan sonra 1. gün ilaçsız, 2. gün ipratropyum bromür inhaler (40 mcg) ve 3. gün ipratropyum bromür (250 mcg) inhalasyon solüsyonu verildikten sonraki 15. dakikada, 2. ve 4. saatlerde SFT'leri tekrarlandı. Bazal değere göre ÖDİ ile FEV1'de meydana gelen artış 15. dakikada %17.82±13.57, 2. saatte %25.52±16.01 ve 4. saatte %14.03±11.97 iken, NS ile 15. dakikada %25.11±22.39, 2. saatte %26.74±18.89 ve 4.saatte %17.96±16.49 olarak bulundu (p<0.01). İnhaler ve nebülizer formlar karşilaştırıldığında aralarında anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). Sonuç olarak, ipratropyum bromür stabil KOAH'da solunum fonksiyonlarında anlamlı artış sağlamaktadır. ÖDİ veya NS formlarının bronkodilatör etkinlik açısından benzer oldukları düşünülmüştür.
In COPD, anticholinergic drugs are preferable when the patients have continuing symptoms and these agents are available in nebulized solution (NS) and metered dose inhaler (MDI) forms. In this study, we aimed to compare the bronchodilator effect of MDI and NS of ipratropium bromide (IB) in stabil COPD patients. Twenty-four stabil COPD patients (mean age 61.83±7.78 years and 46.75±17.08 pack-years smoking history) were included to study. After baseline pulmonary function test (PFT) was performed, spirometric tests were repeated after 15 and 120 minutes and then 4 hours following medication ie. First day placebo, the second day with 40 mcg IB MDI and the third day with NS of 250 mcg IB was inhaled for testing reversibility. The significance of FEV1 change from baseline continued for 4 hours in both delivery methods (p<0.01). FEV1 change from baseline after MDI inhalation was found to be 17.82±13.57 % at 15 minutes, 25.52±16.01 % at 2nd hour and 14.03±11.97 % at 4th hour whereas that was for NS as 25.11±22.39% after 15 minutes, and 26.74±18.89% at 2th hour, and 17,96±16,49% at 4th (p<0.01). FEV1 improvement was not different between the delivery methods (p>0.05). We conclude that, although ipratropium bromide elicit significant pulmonary function improvement in stabil COPD patients, the MDI and NS delivery methods have similar bronchodilator effects.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Akciğer hacim azaltıcı ameliyatı erken ve geç dönem sonuçları
Abdullah ERDOĞAN, Levent DERTSİZ, Alpay SARPER, Tarık TÜRK, Abid DEMİRCAN, Erol IŞIN
Sayfalar 101 - 107
Son on yılda yeniden uygulanmaya ve tartışmaya başlanılan amfizem hastalarında cerrahi tedavinin kısa, orta ve uzun dönem sonuçlarının klinik uygulamamızdaki sonuçları araştırılmıştır. Ocak 1995- Mart 1999 yılları arasında Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde amfizem tanısı ile takip edilen toplam 11 hastaya akciğer hacim azaltıcı operasyon (volum reduction surgery) uygulandı. Hastaların tümü erkekti ve yaş ortalaması 59 (39-71) yıl idi. Tüm hastalar kronik obstrüktif akciğer hastalığı tanısı ile 1,5-10 yıldır medikal tedavi alıyorlardı. Bir hastada diabetes mellitus ve bir hastada uyuşturucu bağımlılığı hikayesi vardı. Sigara kullanımı tüm hastalara operasyondan en az 6 ay önce bıraktırıldı ve 4 haftalık pulmoner rehabilitasyon yapıldı. Büllöz amfizemli hastaların bül çapları HRCT (High resolution computerised tomography) ile ölçüldü ve 5cm.den büyük büller çalışma grubuna alınmadı. Çalışma grubuna; medikal tedaviye yanıtsız ileri evre amfizemli, HRCT'de heterojen amfizem saptanan, sintigrafide perfüzyonda heterojenite saptanan, postbronkodilatatör FEV1 değeri beklenenin %45 veya daha altında olan, PaCO2 değeri 55 mmHg'nın altında olan hastalar alındı. Hastaların tümü postoperatif en az 3 yıl izlendiler. Preoperatif nazal oksijen alan 2 hasta ve oral steroid kullanan 4 hasta post operatif oksijene ve ilaca ihtiyaç göstermemiştir. Postoperatif izlemdeki spirometrik solunum fonksiyon testleri, arteryel kan gazları ve 6 dakika yürüme testi ölçümleri post operatif ilk 1 yıla kadar artış göstermiştir, ancak daha sonra bu artışın durduğu görülmüştür. En sık görülen komplikasyon uzayan hava kaçağı idi. Peroperatif 2 hasta solunum yetmezliği ve bir hasta da kalp yetmezliğinden kaybedildi. Akciğer hacim azaltıcı cerrahi henüz uzun dönem sonuçları ile klasik bilgi olarak değer kazanacak düzeyde yeterli olmamakla birlikte kısa dönem sonuçları ile akciğer transplantasyonu planlanan hastalarda zaman kazanmak amacı ile yapılması mümkün bir yöntemdir. Amfizemin cerrahi tedavisinde başarı sağlanması için çok iyi hasta seçimi, deneyimli anestezi ekibi, çok iyi hemşire bakımı ve deneyimli solunum fizyoterapistine ihtiyaç vardır.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Astmalı hastalarda günlük PEF değişkenliği ve inhaler kortikosteroidlerin etkisi
Diurnal pef variability in asthmatic patients and the effects of inhaled corticosteroids
Mehmet POLATLI, Fisun KARADAĞ, Orhan ÇİLDAĞ
Sayfalar 108 - 111
Bronş astması havayollarının kronik inflamatuar bir hastalığıdır ve hastalığın ağırlığı ne olursa olsun inflamasyon astımın fizyolojik ve klinik belirtilerinin ortaya çıkmasında temel rol oynar. Bu nedenle kortikosteroidler astım tedavisinin temelini oluşturur. Bu çalışmada, inhaler şutikazon propiyonatın astımlı hastalardaki günlük tepe akım hızı (PEF) değişkenliğine olan etkisi ve bu etkinin ortaya çıkış süresini araştırmayı amaçladık. Kliniğimizde bronş astması tanısı konan 31 hasta çalışmaya alındı. Hastalara şutikazon propiyonat 500 µg/gün ve gereğinde kullanmak üzere inhaler salbutamol verilerek sabah kalkınca ve akşam yatarken PEF ölçümlerini yapmaları istendi. Tüm ölçümler bronkodilatör ilaç tedavisinden önce yapıldı. PEF değişkenliğinin 14ncü gün ilk güne göre azaldığı saptandı. Birinci gün % 21.95±8.93 olan PEF değişkenliği, 7. gün % 12.79±11.83, 14. gün % 10.16±9.12 bulundu. Ayrıca, inhaler kortikosteroid tedavi ile hem sabah, hem de akşam ölçülen PEF değerlerinde artış olduğu görüldü. Sonuç olarak inhaler şutikazon propiyonat ile tedavi başlangıcından sonra birinci haftadan itibaren PEF değişkenliğinin azaldığı ve ortalama PEF değerlerinin arttığı, bunun da inflamasyondaki azalmaya bağlı olabileceği düşünüldü.
Asthma is currently best understood as a chronic inflammatory disease of the airways and inflammation underlies all of the physiological and clinical manifestations of asthma, regardless of severity and therefore, is the prime target of treatment. Corticosteroids are the mainstay of asthma management. In this study, we aimed to evaluate the effects and the time of onset of effects with inhaled fluticasone treatment on diurnal peak expiratory flow (PEF) variability of asthmatic patients. 31 asthmatic patients diagnosed in our clinic were included to study. Fluticasone propionate 500 µg/day and inhaled salbutamol for relieving were prescript and PEF readings were requested in waking and sleeping hours. The readings were taken prior to regular or as required bronchodilator treatment. PEF variability on 14th day was found to be decreased compared to the first day. PEF variability was found as 21.95±8.93 % on the first day, 12.79±11.83 % on the 7th day and 10.16±9.12 % on the 14th day. Besides, inhaled corticosteroid treatment also led to increase in both morning and evening mean PEF. In conclusion, inhaled fluticasone propionate decreases PEF variability and increases PEF from the first week of the beginning of treatment that may be due to reduce in airway inflammation.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Kronik stabil astımda Chlamydia Pneumoniae serolojisi ve atopi ile ilişkisi
Serology of chlamydia pneumoniae in chronic stable asthma and relation to atopy
Sibel ATIŞ, Candan ÖZTÜRK, Mukadder ÇALIKOĞLU, Arzu KANIK, Bülent TUTLUOĞLU
Sayfalar 112 - 116
C. pneumoniae enfeksiyonunun kronik astım gelişimindeki önemi tam belli değildir. Bu çalışmada, kronik stabil astım ile C. pneumoniae enfeksiyonu serolojik bulguları arasındaki ilişki ve atopinin bu ilişki üzerindeki muhtemel etkisi araştırılmıştır. Çalışmaya stabil dönemde 114 kronik astımlı hasta ile yaş ve cins karşılaştırması yapılmış 71 sağlıklı erişkin alındı. Tüm hastalara ve kontrol grubuna solunum fonksiyon testleri ve prick deri testleri yapıldı. Serum örneklerinde ELİSA testi ile C. pneumoniae'ya özgü IgG ve IgA antikorları araştırıldı. Kronik astımlı hastalarda ve sağlıklı erişkinlerde C. pneumoniae IgG seropozitişiği sırası ile %42,1 ve %32,4 olarak bulundu. C. pneumoniae IgA antikorları astımlı hastaların %33,3'ünde ve kontrol grubunun %11,3'ünde pozitif bulundu (p<0,001). Astımlı hastalar ve kontrol bireyler atopik ve atopik olmayanlar olmak üzere gruplara ayrılarak değerlendirildiğinde IgG ve IgA seropozitişikler açısından atopik ve atopik olmayanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Sonuç olarak, kronik astım ile C. pneumoniae IgA seropozitişiğinin anlamlı derecede ilişkili olduğu, ancak atopik durumun bu ilişkiyi etkilemediği düşünüldü.
Factors involved in the development of asthma have remained largely obscure, although there is some evidence to suggest that certain infections may play a role. We investigated the association between serological evidence of chlamydia pneumonia infection and stable asthma, and possible effect of atopic status on this association. We studied 114 adult patients with chronic stable asthma ( 72 female, 42 male, mean age: 41,05±12,45). As a control group we tested 71 healthy, non-asthmatic subjects matched for age and sex. Diagnostic procedures including lung function measurements and skin prick tests were performed in all patients and controls. Serum IgG and IgA antibodies to C. pneumoniae were measured by ELISA test (Bioclone). C. pneumoniae IgG antibodies were found in 42,1% of asthmatics and 32,4% of controls. IgA antibodies were present in 33,3% of patients and 11,3% of controls. The difference was significant (p<0,001). When the atopics and non-atopics in the asthmatic and control groups were analysed separetely, there were no significant differences between atopics and nonatopics in respect of C. pneumoniae IgA and IgG seropositivities. We concluded that asthma was significantly associated with positive IgA antibodies to C. pneumoniae, but this association did not differ between atopic and non-atopic patients.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
İleri dönem karaciğer hastalığında solunum fonksiyonlarının değerlendirilmesi
Evaluation of pulmonary function tests in end stage liver diseases
Ahmet TÜZÜN, Kürşat UZUN, İsmail YÜKSEKOL, Dilaver TAŞ
Sayfalar 117 - 120
Solunum fonksiyonları karaciğer sirozunda akciğer ve bronşiollerde interstisyel ödem, genişlemiş pulmoner arterler ve asit oluşumuna bağlı olarak restriktif veya obstrüktif tipte bozulabilir. Bu amaçla 26 sirozlu ve kontrol grubu olarak 24 sağlıklı kişinin solunum fonksiyonları ve arteriyel kan gazları ölçülerek ileri dönem karaciğer yetmezliğinin solunum fonksiyonlarına etkisi araştırıldı. Sirozlu olguların yaş ortalaması 49.2±13.2 (E:18, K:8), kontrol grubunun ise 47.6±9.1 (E:14, K:10) idi. Tüm olguların spirometri ile akciğer hacimleri, akım hızları, tek soluk metoduyla karbonmonoksit difüzyon kapasitesi ölçüldü. Tüm olgular, asit olan-olmayan ve birlikte olmak üzere 3 gruba ayrılarak solunum fonksiyon test parametreleri ve kan gazları kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Buna göre sadece FEF25, FEF25-75 ve FEV1/FVC sirozlu olgularda kontrol grubundan anlamlı olarak düşüktü. Asit olan ve olmayanları kontrol grubu ile karşılaştırdığımızda, asit olanlarda FEF25, FEF25-75 ve FEV1/FVC parametrelerinin kontrol grubundan düşük olduğu gözlendi. Fakat FEV1/FVC tüm sirozlu olgularda normaldi. Kontrol grubu asit olmayan sirozlu olgular ile karşılaştırıldığında ise solunum fonksiyon testleri ve kan gazları yönünden farklılık yoktu. Difüzyon kapasitesi sirozlu olguların %15.3'ünde anormal olup kontrol grubu ile aralarında anlamlılık yoktu. FEF75 sirozlu olguların %66.6'sında normalden düşüktü ve en fazla bozulan solunum fonksiyon parametresini oluşturuyordu. Kan gazları açısından tüm olguların %46.1'inde hipoksi olup hasta grubu ile kontrol grubu arasında anlamlılık yoktu. Sonuç olarak tüm sirozlu olgularda en sık periferik hava yolu hastalığı göstergesi olan FEF25-75 ve FEF75'in bozulduğuna ve bu olgularda asit oluşumunun solunum fonksiyonlarını bozmada önemli bir etkisinin olabileceği kanısına vardık.
The lung tissue and bronchioles are mechanically compressed by interstitial edema and dilated pulmonary arteries, and also by increased intrathoracic pressure due to ascites formation, leading to prominent restrictive ventilatory disorders and obstructive disorders. Pulmonary function tests and arterial blood gases were performed in 26 cirrhotic patients, and these were compared with 24 normal controls. The average of age were 49.2±13.2 (18 male, 8 female) in patients and 47.6±9.1 (14 male, 10 female)in control group, respectively. We determined spirometry including lung volumes, flow rates, carbon monoxide diffusing capacity by the single breath method. The patients were divided into three groups (all patients, with ascite, without ascite patients). These groups were compared with control group FEF25, FEF25-75 and FEV1/FVC were lower in all cirrhotic patients and patients with ascite than control group. But, FEV1/FVC was normal in all cirrhotic patients. There was abnormallity in 15.3% of cirrhotic patients, but there was not difference between the patient and control group. The most commonly affected test of lung function was FEF75, which was abnormal in 66.6% of patients. Hypoxemia was observed in 46.1% of cirrhotic patients, but there was not difference between each group. In addition, there was not difference between patients with and without ascite. In conclusion, our data suggest that the most affected test of lung function was FEF25-75 and FEF75, respectively.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Akciğer kanseri hastalarında c-erbB-2 onkogen ekspresyonu
c-erb B-2 oncogene protein expression in lung cancer
Banu SALEPCİ, Nagehan ÖZDEMİR, Sevda ÖZDOĞAN, Nesrin KIRAL, Taşan SALEPCİ, Benan ÇAĞALAYAN
Sayfalar 121 - 125
Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göğüs Hastalıkları Kliniğinde 1996-99 yılları arasında doku biyopsi örnekleri ile akciğer kanseri tanısı konan 51 hastada c-erbB-2 ekspresyonu ve bunun tümörün histolojik tipi, grade'i ve evresi ile ilişkisini araştırmak amacıyla bu çalışma planlandı. Küçük hücreli dışı akciğer karsinomu olan 44 hastanın %56.8'inde c-erbB-2 ekspresyonu immünhistokimyasal yöntemle, dokuda pozitif saptanırken, 7 küçük hücreli akciğer kanseri hastasının hepsinde negatifti. Vakalarda c-erbB-2 ekspresyonu ile klinik evre arasında istatistiki anlamlı ilişki bulunamadı. Küçük hücreli dışı akciğer karsinomu olan 44 hastanın 41'inde grade tayini yapılabildi. C-erb-2 pozitişiği ile tümör grade'leri arasında da istatistiki anlamlı ilişki bulunamadı. Yine küçük hücreli dışı olup en büyük hasta grubunu oluşturan skuamoz hücreli karsinomlar operabl ve inoperabl evrede olan hastalar olarak iki gruba ayrıldı ve bunlar arasında da c-erb B-2 ekspresyonu açısından anlamlı farklılık yoktu. Bu bulguların ve konu ile ilgili daha önce yapılan çalışmaların ışığı altında akciğer karsinomlarında cerbB- 2 ekspresyonunun küçük hücreli dışı akciğer kanserinde daha yüksek oranlarda bulunduğu ve bunun tümör grade'i ve hastaların klinik evresiyle bir ilişkisinin bulunmadığı kanaatine varıldı.
We evaluated c-erbB-2 expression in 51 lung cancer patients who were examined in Kartal Educational and Research Hospital Chest Diseases Department in 1996- 99. Pathologic diagnosis was based on tissue biopsy material. The aim of the study was also to evaluate the correlation of histologic type, grade and stage of the tumour with c-erbB-2 expression. 56.8% of 44 nonsmall cell cancer patients had c-erbB-2 overexpression detected by immunohistochemical staining in biopsy specimens. In 7 small cell lung cancer patients there were no positive results. There were no correlation with c-erbB-2 positivity and clinic staging. Grading was available in 41 out of 44 nonsmall cell lung cancer specimens and a correlation of the tumour grade with c-erbB-2 expression could not be detected. Squamous cell lung cancer group which was the largest population of the total patients was divided into two as; operable and inoperable stage. There were no significant difference in c-erbB-2 positivity between these two groups. Our results confirm the previous reports on this topic that c-erbB-2 expression is more frequent in nonsmall cell group of the lung cancer patients and there is no correlation between c-erbB-2 positivity and clinical stage or the histologic grade of the tumour.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Hipertiroidiye ikincil solunum kas güçsüzlüğü nedeniyle gelişen rekürren atelektazi ve akciğer absesi
Total atelectasis and lung abscess formation in a patient with respiratory muscle weakness due to hyperthyroidism
Şule AKÇAY, Nilgün GÜVENER, Ayhan Hilmi ÇEKİN, Füsun Öner EYÜPOĞLU
Sayfalar 126 - 129
Dispne sadece akciğer hastalıkları ile ilişkili olarak değil, akciğer dışı nedenlere bağlı da gelişebilir. Akciğer dışı nefes darlığının en sık nedenleri; konjestif kalp yetmezliği, anemi, obezite, pulmoner emboli, nöromüsküler hastalıklar, iskelet deformiteleri, psikojenik kökenli ve hipertiroidi olarak sıralanabilir. Tiroid krizine bağlı jeneralize miyopati, EMG ile %90 üzerinde saptanabilen sık bir bulgudur. Bu miyopati gelişen hastalarda solunum kasları da etkilenebilir. Hipertirodide diğer dispne nedenleri, artmış hipoksik ve hiperkapnik uyarı, büyümüş guatrın trakeaya basısı ve astmalı olgularda ortaya çıkabilen ötiroid hasta sendromudur. 43 yaşında bayan hasta dispne, halsizlik ve dört ekstremitede güç kaybı ile Ekim 1998'de hastaneye yatırıldı. 1994'den beri hipertiroidi tanısı mevcut olan hastanın, yatışında solunum kas güçsüzlüğünü düşündüren öksürük ve balgam çıkarma güçlüğü mevcuttu. Solunum yollarındaki sekresyonların, solunum kas güçsüzlüğüne bağlı yeterli drenajının olamaması sonucu sol akciğerde total atelektazi ve ardından akciğer absesi gelişti. Hipertiroidiye ve akciğer enfeksiyonuna yönelik yeterli tedavi sonrası klinik tablo düzeldi. Tirotoksikozun kronik solunum kasları güçsüzlüğüne, sonrasında da kronik akciğer enfeksiyonuna yol açtığını saptamamız açısından ilginç bulunarak bu olgunun sunumu amaçlanmıştır.
Dyspnea may occur not only to pulmonary related disorders but also to extrapulmonary diseases as well. The most common nonpulmonary causes of dyspnea include congestive heart failure, anemia, obesity, pulmonary embolism, neuromuscular diseases, skeletal deformities, psycogenic and hyperthyroidism. Generalized myopathy secondary to thyrotoxicosis is a common clinical finding detectable by EMG in over 90% of the patients. Respiratory muscles can also be involved in thyrotoxic patients who developed myopathy. Increased hypoxic and hypercapnic drive, tracheal compression by a goiter and euthyroid sick syndrome in patients with asthma are the other possible causes for dyspnea in hyperthyroidism. We presented a patient who was a 43 year-old woman admitted the hospital with complaints of dyspnea, fatigue and tetraparesis in October 1998. She has been suffering from hyperthyroidism since 1994. The patient had difficulty in coughing and expectorating sputum suggesting a respiratory muscle weakness. Inappropriate expectoration of airway secretion secondary to this muscle weakness caused left total atelectasis followed by lung abscess formation. With adequate treatment of hyperthyroidisim and pulmonary infection, an obvious clinical status improvement was obtained in the patient. With this case, we observed that thyrotoxicosis could be an important cause of chronic respiratory muscle weakness which results chronic infection and abscess of the lung.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Akut başlangıçlı, uzun süreli orta dereceli hipokside olufian solunumsal depresyon ve olası nedenleri
Possible causes of the ventilatory depression in sustained hypoxia
Nermin KARATURAN YELMEN
Sayfalar 130 - 135
Arterial O2 satürasyonunun % 70-90 olduğu akut hipoksi seviyeleri normalde solunumu stimüle eder. Ancak uzun süreli (20-30 dk) izokapnik modere hipoksi (% 13-15 O2 ) de solunum cevabı bifaziktir. Uzun süreli hipoksinin ilk dakikalarında solunum faaliyeti artar. Akut hipoksik solunum cevabı oluşur. Uzun süreli hipoksinin devam eden dakikalarında ise özellikle soluk hacmindeki azalmaya bağlı olarak ventilasyon azalır- Hipoksik Solunum Depresyonu oluşur. Akut hipoksik solunum cevabı periferik kimoreseptörlerin uyarılmasından kaynaklanmaktadır. Periferik kimoreseptörlerin uyarılması bütün hipoksi fazı süresince devam ederken hipoksik solunum depresyonunun oluşmasının nedeni tam olarak açıklanamamaktadır. Son yıllarda Hipoksik solunum depresyonunun santral orijinli olduğu ve yavaş nörokimyasal olaylarla meydana geldiği üzerinde durulmaktadır. Gerek bizim Anabilim Dalımızda yapılan gerekse diğer araştırıcıların yaptığı çalışmalarda, uzun süreli hipoksi sırasında beyinde adenozin, dopamin ve y-amino butirik asid gibi inhibitör nörotransmiterlerin ve endojen opioidler gibi nöromodülatörlerin biriktiği gösterilmiştir. Hipoksi sırasında beyinde biriken bu nörotransmiter ve nöromodulatörler uzun süreli hipokside gözlenen hipoksik solunum depresyonundan sorumlu tutulmaktadırlar. Hipoksi sırasında beyinde adenozin miktarının arttığı bilinmektedir. Biz yaptığımız bir çalışmada hipoksik solunum depresyonu üzerine adenozinin etkisini araştırdık. Bu amaçla deney hayvanlarına adenozin reseptör antagonisti teofilini intravenöz ve sisternal ponksiyonla santral olarak verdiğimiz zaman uzun süreli modere hipokside vantilasyonun ilk dakikalar içinde arttığını ve hipoksi fazı süresince yüksek kaldığını hipoksik solunum depresyonu oluşmadığını gözledik. Bizim bulgularımız hipoksi sırasında beyinde biriken adenozinin hipoksik solunum depresyonunda etkili olduğunu göstermektedir.
Acute Hypoxia in the range of 70-90 % arterial saturation of O2 (SaO2) is a strong respiratory stimulant. However ventilatory response to isocapnic moderate sustained hypoxia (13-15 %) is biphasic; there is an initial abrupt increase in ventilation at the onset of hypoxia (known as the acute hypoxic ventilatory response), which is then followed by a subsequent slower decline in ventilation (known as hypoxic ventilatory depression or decline). The Acute hypoxic ventilatory response arises as a reflex response to the increase in chemoreceptor discharge from the carotid body, but the origins of hypoxic ventilatory depression remains a matter for debate. It is thought to be of central origin, Ventilatory depression during and after sustained hypoxic stimulus is thought to occur because of the release of inhibitory neurotransmiters (adenosine, dopamine, y-aminobutyric acid) and neuromodulators (endogenous opioids). These accumulate in the brain during hypoxia and cause ventilatory depression Adenosine concentrations in brain are increased during hypoxia. In our previous studies the respiratory response to sustained isocapnic moderate hypoxia and the role of adenosine in hypoxic depression in anesthetized cats was investigated. The hypoxic ventilatory depression that we observed in cats with intact peripheral chemoreceptors was absent in theophylline (a specific antagonist) injected group. Thıs finding indicates that adenosine which accumalates in the brain during hypoxia inhibits the central mechanisms and prevents their response to peripheral chemoreceptor impulses.
Makale Özeti | Tam Metin PDF