Volume: 8  Issue: 3 - 2018
Hide Abstracts | << Back
1.Contents

Pages I - IV
DOWNLOAD

RESEARCH ARTICLE
2.Demographic Characteristics of Patients Presented to Pediatric Emergency Department with Febrile Seizure and Identification of Risk Factors for Recurrence
Ahu Aksay, Sefer Kumandaş, Hüseyin Per, Gamze Poyrazoğlu, Hakan Gümüş
doi: 10.5222/buchd.2018.58076  Pages 159 - 166
GİRİŞ ve AMAÇ: Febril konvülsiyon çocukluk döneminin en sık gözlenen konvülsiyon şeklidir. Bu çalışmada amacımız febril konvülsiyon geçiren hastaların sosyodemografik özelliklerini belirleyerek etiyolojik faktörleri, rekürrens açısından risk faktörlerini ve rekürrens oranını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Polikliniği’ne ateşli havale nedeniyle başvuran ve dosyalarına ulaşılabilen 500 hastanın geriye dönük demografik özelliklerini belirleyerek etiyolojik faktörleri ve rekürrens açısından risk faktörlerini ve rekürrens oranını belirledik.
BULGULAR: Çalışmamızda erkek/kız oranı 1.14/1 idi. Hastaların ortalama yaş 26,92±18,366 ay idi. Ailede febril konvülsiyon öyküsü dağılımına bakıldığında olguların % 35,8’inde ailesinde febril konvülsiyon geçirme öyküsü mevcuttu. Hastaların %80,8’inde basit, % 19,2’sinde ise komplike febril konvülsiyon görüldü. Çalışmamızda hastaların %88,6’sında konvülsiyon esnasında ateş 39◦C’nin altında, %11,4’ünde ise 39◦C’nin üstünde idi. Çalışmamızda hastalarda febril konvülsiyonun tekrarlama yüzdesi 31,6 olarak bulundu. Çalışmamızda literatürle uyumlu olarak febril konvülsiyon risk faktörleri arasında çocuğun yaşının 18 aydan küçük olması ve ailede febril konvülsiyon öyküsü varlığı mevcuttu. Çalışmamızda febril konvülsiyonda rekürrense neden olan parametreler ilk konvülsiyonu 18 aylıktan küçük yaşta geçirmiş olmak, ailede febril konvülsiyon geçirme öyküsü varlığı, ailede epilepsi öyküsü ve konvülsiyon sırasındaki vücut ısısının 39◦C’den düşük olması olarak belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ailesinde febril konvülsiyon öyküsü olan, 18 aylıktan küçük yaşta febril konvülsiyon geçiren ve /veya düşük ateşte febril konvülsiyon geçiren çocuklarda febril konvülsiyonun tekrarlama olasılığı yüksektir. Febril konvülsiyon rekürrensi açısından risk faktörlerinin bilinmesi, ailelerin doğru bilgilendirilmesi, anksiyete düzeylerinin azaltılması ve gereksiz profilaktik tedavilerin önlenmesi açısından önemlidir.
INTRODUCTION: Febrile convulsion is the most common type of convulsion in childhood. To identify etiological factors, risk factors for recurrence and recurrence rate by determining demographic characteristics of patients with febrile seizure.
METHODS: We identified etiological factors, risk factors for recurrence and recurrence rate by determining sociodemographic characteristics of 500 patients with available patient file who presented with febrile seizure to Pediatric Emergency Department of Erciyes University.
RESULTS: The male: female ratio was 1.14: 1. Mean age was 26.920±18.366 months. There was a positive family history of febrile seizure in 35.8% of the patients. A simple febrile seizure was observed in 80.8% whereas complicated febrile seizure in 19.2% of the patients. In our study, body temperature was below 39°C during seizure in 88.6%, while it was above 39°C in 11.4% of the patients. In agreement with literature, the risk factors for febrile seizure included age younger than 18 months and family history of febrile seizure in our study. In our study, the parameters causing recurrence of febrile seizure were detected as febrile seizure before 18 months of age, family history of febrile seizure, family history of epilepsy and body temperature below 39°C during seizure.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The likelihood of febrile seizure recurrence was higher in children with positive family history for febrile seizure, those having febrile seizure before 18 months of age and/or at low body temperature. The understanding of risk factors for febrile seizure recurrence is important for providing accurate information to parents, relieving anxiety levels and preventing unnecessary prophylactic therapies.
Abstract | Full Text PDF

3.Is Every Other Day Iron Therapy An Alternative to Classical Treatment In Children? Comparison of Early Response to the Iron Treatment
Nese Akcan, Muferet Erguven, Fatma Tuba Altın
doi: 10.5222/buchd.2018.42275  Pages 167 - 174
GİRİŞ ve AMAÇ: Demir eksikliği anemisi, özellikle bebekler ve çocuklar için önemli bir halk sağlığı sorunudur. Ağız yoluyla verilen demir tedavisi ucuz, güvenli ve etkilidir. Bu çalışma, demir eksikliği anemisinde oral ferröz demirin, günlük ve günaşırı olmak üzere iki farklı tedavi şeklini karşılaştırmak üzere tasarlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaşları 3 aydan 18 yaşına kadar olan, demir eksikliği anemisi tanısı almış çocukları içeren açık etiketli bir çalışma gerçekleştirildi. Demir eksikliği anemisi olan yüz altmış yedi çocuk randomize olarak iki gruba ayrıldı. Birinci grupta klasik tedavi uygulanan 96 çocuk, ikinci grupta ise birinci grubun yaş ve cinsiyetlerine uyan 71 çocuk yer aldı. Birinci grup günlük demir tedavisi alırken, ikinci gruba 48 saat aralıklarla, haftada 3 ya da 4 gün olacak şekilde demir tedavisi aynı dozdan uygulandı. Her iki grupta da tedavi öncesi, 10. gün ve bir aylık süre sonundaki hematolojik parametreler değerlendirildi.
BULGULAR: Her iki grubun parametreleri karşılaştırıldığında, hemoglobin, kırmızı hücre dağılım genişliği, ortalama eritrosit hacmi, serum demiri ve ferritin düzeyleri açısından klasik ve aralıklı tedavi grupları arasında fark yoktu. İki grup arasındaki anlamlı tek fark 10. gündeki transferin saturasyon düzeyleriydi. Tüm değerlerin yüzdelik değişimi karşılaştırıldığında ise ilk 10 gündeki hemoglobin yüzdelik değişimi ile 10. günden, 1. aya kadar olan süredeki hemoglobin yüzdelik değişimi gruplar arasında farklılık gösteriyordu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Oral demir preparatları, alternatif tedavi rejimleriyle de demir eksikliğini düzeltebilir. Bu çalışmanın sonuçları, aralıklı demir tedavisini, demir eksikliği anemisinin tedavisinde daha pratik, etkili, daha güvenli, ucuz ve yönetilebilir bir alternatif tedavi olarak desteklemektedir.
INTRODUCTION: Iron deficiency anemia is an important public health problem, especially for infants and children. Oral iron supplements are the cheapest, safest, and most effective treatment. This study was designed to compare two therapeutic options of oral ferric citrate according to the dosage intervals in iron deficiency anemia.
METHODS: The 3-month to 18-year old infants and children with iron-deficiency anemia were included in study. An open label trial was performed. One Hundred and sixty seven children with iron deficiency anemia were randomly divided into two groups. The conventional daily treatment was applied to Group 1 (n=96) whereas intermittent iron therapy was applied to Group 2 (n=71). Ferrous iron supplements were administered to Group 2 in every 48 hours. Hematological parameters were evaluated in both groups before treatment, after 10 days, and at the end of a month period.
RESULTS: When the hematological parameters were compared, there were no statistically differences between hemoglobin, red cell distribution width, mean corpuscular volume, serum iron, and ferritin levels of conventional and intermittent treatment groups. The only significant difference between the two groups was the transferrin saturation levels in the 10th day. The change in hemoglobin percentage in the first 10 days and the period between the 10th day to 1 month varied among the groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Oral iron supplements may also improve iron deficiency with alternative treatment regimens. The results of this study support intermittent iron therapy as a more practical, effective, safer, cheaper and manageable alternative therapy for the iron deficiency anemia.
Abstract | Full Text PDF

4.Experience of the ketogenic diet therapy of the ketogenic diet team in a third-line children’s hospital
Aycan Ünalp, Gürkan Gürbüz, Selvinaz Edizer, Bahar Toklu Baysal, Zeynep Akışın, Melis Köse, Tansel Çalık, Ünsal Yılmaz
doi: 10.5222/buchd.2018.64935  Pages 175 - 183
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı ketojenik diyet ekibimiz tarafından izlenmekte olan ilaca dirençli epilepsili bir çocuk hasta grubunun ek tedavisinde ketojenik diyetin etki ve yan etkilerini değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: SBU Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Nörolojisi Polikliniği tarafından Mart-Kasım 2016 tarihleri arasında en az 6 aydır takip edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. Ketojenik diyetin kontrendike olduğu hastalıklar dışlandıktan sonra ailelerden onam alınarak eğitim sonrasında diyet başlandı. Hastalar ketojenik diyet ekibi tarafından üç ayda bir klinik ve labotauar bulgularıyla etkinlik ve yan etkiler açısından düzenli olarak izlendi.
BULGULAR: Toplamda 27 hasta, 11’i (%40,7) erkek, ve 16’sı (%59,3) kız çalışmaya alındı. Hastaların yaşları 11 ay ile 15 yaş arasındaydı. Çoğunluğu fokal nöbetlere ve 15’i (%55,5) diğer nöbet tiplerine sahipti. Yüzde 77,7’si (21/27) semptomatik epilepsiydi. Retrospektif dosya taraması %74 (20/27) hastanın ≥%50 nöbet azalması, %11,1 (3/27) hastanın < %50 nöbet azalması, %14,8 (4/27) hastanın nöbetsiz ve %7,4 (2/27) hastanın nöbet artışı olduğunu gösterdi. Komplikasyon oranı %37 (10/27) idi; %14,8 (4/27) hiperlipidemi, %14,8 (4/27) ürolitiazis, %7,4 (2/27) gastrointestinal sistem semptomları şeklindeydi. 0-10 yaş grubundaki 19 hastanın 15’inde ≥%50 nöbet azalması varken 11-15 yaş grubunda 8 hastanın 6’sında ≥%50 nöbet azalması elde edilmişti. Sekiz (%29,6) hastada ketojenik diyetten sekonder yarar (motor, bilişsel ve konuşma alanlarında) sağlanmıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları ketojenik diyet tedavisinin ilaca dirençli epilepsili çocukların ilaç-dışı tedavisinde etkili bir yöntem olduğunu gösterdi. Olası yan etkiler bakımından bu çocukların deneyimli bir ketojenik diyet ekibi tarafından düzenli olarak izlenmeleri gerekir.
INTRODUCTION: The aim of the study to evaluate the effect and side effects of ketogenic diet in add-on therapy for refractory epileptic children cohort followed by our ketogenic diet team.
METHODS: HSU Dr. Behçet Uz Children's Diseases and Surgery Training and Research Hospital Pediatric Neurology Polyclinic files were reviewed retrospectively for at least 6 months between March and November 2016. After the diseases in which the ketogenic diet was contraindicated were excluded. The consent form was taken from the families and the diet started after the training. Patients were monitored quarterly for clinical and laboratory findings with regard to efficacy and side effects by our team.
RESULTS: Total of twenty seven patients, of these 11 (40,7%) were male and 16 (59,3%) were female participated the study. Patients were in the age group of 11 months to 15 years. The majorty had partial seizures and 15 (55,5%) had other seizure types. Of them 77,7% were symptomatic epilepsy. Retrospective chart review revealed 74% patients reduced ≥50% seizures, 11,1% of patients reduced <50% seizures. 14,8% were seizure-free and 7,4% increased seizure activity. The complication rate was 37%; of those 14,8% have hyperlipidemia, 14,8% have urolithiasis, 7,4% have gastrointestinal symptoms. Eight (29,6%) children had announced secondary benefit (motor, cognitive and speech areas) from ketogenic diet.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our studies results showed that ketogenic diet was an efficacious non-pharmacological therapy for children with drug-resistant epilepsy. These children regularly must be follow by the experienced ketogenic diet team for potential side effects.
Abstract | Full Text PDF

5.A common public health problem: corrosive ingestion in children
Mehmet Emin Çelikkaya, Ahmet Atıcı, Çiğdem El, Bülent Akçora
doi: 10.5222/buchd.2018.93823  Pages 184 - 188
GİRİŞ ve AMAÇ: Koroziv maddeler, mukoza ile temas ettiğinde hem histolojik hem de fonksiyonel zarar veren maddelerdir. Koroziflerin içecek-yiyecek kutularında, renkli ambalajlarda ve çocukların kolayca ulaşabilecekleri yerlerde muhafaza edilmesi gibi sebeplerden dolayı çocukluk çağında korozif madde içilmesi önemli ve sık görülen ev kazalarından biridir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2017 yılları arasında korozif madde içilmesi tanısıyla izlenen 125 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastalar yaş, cinsiyet, içilen koroziv maddenin türü ve tedavi şekline göre değerlendirildi.
BULGULAR: 125 olgunun 63’ü kız (%50,4) 62’si erkek (%49,6) idi. Olguların yaş ortalaması 4,1 yıldı. İçilen korozif maddeler içinde en sık olanlar sırayla 61 hastada çamaşır suyu (%48), 21 hastada sirke(%17), 16 hastada lavabo açıcılar(%12,8), 11 hastada bulaşık deterjanı(%9), 3 hastada zeytin tatlandırıcı(kostik)(%2.4), 4 hastada kireç çözücü(%3.2), 3 hastada tuz ruhu(%2.4), 2 hastada yağ çözücü(%1.6),2 hastada siğil ilacı(%1.6), 2 hastada asetondu(%1.6). Yalnızca semptomu olan hastalara özefagoskopi yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Korozivlerin içilmesinin önlenmesi, komplikasyonları ve uzun ve pahalı tedavi süreçleri düşünüldüğünde çok daha basit ve ekonomiktir.
Koroziv maddelerin gıda kapları içinde değil kapalı ambalajlarda hatta kilitli dolaplarda muhafaza edilmesi ve çocukların bakımı ile ilgilenen herkesin bu konuda bilinçlendirilmesi gereklidir. Ayrıca koroziv madde içeren ambalajların çocuklar için ilgi çekici renk ve tasarımlar içermemesi gerekmektedir.

INTRODUCTION: INTRODUCTION: Corrosive substances are both histological and functional damaging agents when contacted with the mucosa. Corrosive substance ingestion is still one of the most important and frequent home accidents because of the reasons such as the storage of corrosives in food containers which children can reach easily and in colored packages.

METHODS: 125 patients who were diagnosed as drinking corrosive substances Between 2014 and 2017 were retrospectively reviewed. Patients were evaluated according to age, gender, type of corrosive substance and type of treatment.
RESULTS: 63 were girls (50.4%), 62 were males (49.6%). The average age of the cases is 4.1 years. The most common corrosive substances among the corrosives were laundry bleach (48%) in 61 patients, vinegar (17%) in 21 patients, drain opener (12,8%) in 16 patients, washing liquid (9%) in 11 patients, olive sweetener(caustic) in 3 patients(2.4%), lime dissolver (3.2%)in 4 patients, salicylic acid (2.4%) in 3 patients, oil solvent(1.6%) in 2 patients, wart drug (1.6%) in 2 patients, acetonide (1.6%) in 2 patients. Esophagoscopy was performed only in patients with symptoms.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Prevention of the drinking of corrosives is much simpler and more economical when compared long and expensive treatment processes.It is necessary that everyone who cares about children is must be carefull. Corrosive substances must kept in sealed packages even in locked cabinets. Also, packages containing corrosive substances should not contain interesting colors and designs for children.
Abstract | Full Text PDF

6.Comparison of Characteristics of Judicial Child Abuse Cases Directed to Hospitals and Child Abuse Cases Detected by Health Care Professionals
Zeynep Sofuoğlu, Sinem Cankardaş Nalbantçılar
doi: 10.5222/buchd.2018.77045  Pages 189 - 195
GİRİŞ ve AMAÇ: Açığa çıkmayan çocuk ihmal ve istismarı (Çİİ) vakaları, çocuğun daha fazla örselenmesine, adli sürecin başlatılamamasına ve çocuğa gereken yardımın yapılamamasına sebep olmaktadır. Araştırmada, dört hastanede bir yıl içerisinde kaydedilmiş Çİİ vakalarının incelenmesi ve adli bildirimde bulunulmuş vakalar ile hastanelerin farklı birimlerinden istismar şüphesi ile yönlendirilmiş vakaların karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmaya İzmir’de bulunan dört hastanenin ilgili birimlerinde çocuk istismarı kapsamında kayıt altına alınmış vakalar dâhil edilmiştir. Veri toplamak amacı ile Balkan Çocuk İhmal ve İstismarı Epidemiyolojik Çalışması için oluşturulan aktarım formları kullanılmıştır. Araştırmanın gizliliğinin korunması amacıyla veri toplama ekibi iki klinik psikologdan oluşmuştur. Araştırma veri tabanına kaydedilen bilgiler tanımlayıcı istatistikler kullanılarak analiz edilmiştir. Grupların karşılaştırılmasında t testi kullanılmıştır.
BULGULAR: %55’i adli vaka olmak üzere toplam 352 vakaya ulaşılmıştır. Sağlık çalışanlarınca sevk edilen şüpheli vakalarda istismarcının çoğunlukla aile üyesi olduğu, çocukların yaşı ortalamasının daha küçük olduğu saptanmıştır. Çİİ mağduru erkek çocukların %41,3’ü, kız çocukların %24,6’sı ise sağlık personeli tarafından tespit edilmiştir. Bu çalışmada istismara uğrayan çocuklarda okul ile ilgili problemlerin ve alkol/madde kötüye kullanımının, kendine zarar verme davranışının ve psikiyatrik bozuklukların en sık karşılaşılan problemler olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aile içinde gerçekleşen istismarın ve erkek çocukların deneyimlediği istismarın daha yüksek oranlarda gizli kaldığına göstermektedir. İstismar türleri ve bunlara maruz kalan çocuklarda gözlenen belirtiler konusunda hem ebeveynlerin hem de okullar, sosyal servisler, kolluk kuvvetleri ve birinci basamak sağlık hizmetleri çalışanlarının bilgilendirilmesi ile istismarın erken tespit edilmesi ve gerekli müdahalelerin yapılması mümkündür.
INTRODUCTION: Unreported child abuse and neglect (CAN) cases cause further abuse of the child, and these children can't receive the necessary help they need. In addition to this, without reporting, the legal process couldn't start and the perpetrator can't be punished.In this study, it was aimed to examine the CAN cases recorded in four hospitals within one year time and to compare judicial cases and cases led by the suspicion of abuse from different departments of the hospitals.
METHODS: The research was conducted in relevant departments of four hospitals in Izmir in order to registered cases under the scope of child abuse.BECAN transmission forms were used.Group comparisons were made by using independent groups t-test.
RESULTS: The sample was consist of 352 cases and 55% of them were judicial cases.It has been determined that perpetrators in suspected cases referred by health care professionals were mostly a family member and the average age of the abused children were smaller. 41.3% of males and 24.6% of females suffering from CAN have been identified by healthcare professionals.Problems with schooling, alcohol/substance abuse, self-harming behaviors, psychiatric disorders are the most common problems in exploited children in this research.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of this study indicate that child abuse inside the family and boys who experienced CAN are remained hidden at a higher rate.It is possible to detect abuse earlier and make interventions by informing parents, schools, social services, police and primary health care workers, about the types of abuse and the symptoms that appear in children who exposed to them.


Abstract | Full Text PDF

7.Parenting and Family Adjustment in Pediatric Trichotillomania: A Case Control Study
Deniz Argüz Çıldır, Aylin Özbek, Aybuke Tuğçe Mustan
doi: 10.5222/buchd.2018.52824  Pages 196 - 204
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada trikotillomani tanısı alan çocukların aile özellikleri, ebeveyn tutumları ve aile uyumlarının sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya saç koparma nedeniyle başvuran 4-12 yaş aralığında 24 çocuk ile aynı hastanelerin farklı polikliniklerine başvuran ve çalışmaya katılmayı kabul eden; yaş ve cinsiyet olarak benzer 54 sağlıklı çocuk ile aileleri katılmıştır. Olgu grubunun hastalık şiddeti Klinik Global İzlenim Ölçeği hastalık şiddeti indeksi (CGI-SI) ile belirlenmiştir. Ailelerin ebeveyn tutumları ve anne baba çocuk uyumları çocuk uyumu ve anne baba yeterlik ölçeği (CAPES-TR) ve anne babalık ve aile uyum ölçeği (PAFAS) ile araştırılmıştır.
BULGULAR: Trikotillomani olgularının CGI-SI puanı ortalaması 4.00±1.02’dir. Olgu grubunun ebeveynlerinin aile yapısı ve eş ilişkisi kontrol grubundan istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde farklıdır (sırasıyla p=0.025; p=0.018). Olgu grubu ebeveynleri PAFAS alt ölçeklerinden zorlayıcı anne babalık, anne baba çocuk ilişkisi, anne baba duygusal uyum ve takım çalışması alanlarında kontrol grubuna göre anlamlı olarak farklıdır (sırasıyla p=0.001, p=0.000, p=0.000, p=0.009). Benzer şeklide CAPES-TR alt ölçeklerinden duygusal ve davranışsal uyum ve ebeveyn öz yeterliliği trikotillomani grubunda kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha bozuktur (sırasıyla p=0.001, p=0.000, p=0.000). CGI-SI puanları ile PAFAS alt ölçeklerinden zorlayıcı anne babalık, anne baba çocuk ilişkisi, anne baba duygusal uyumu ve takım çalışması ilişkiliyken (sırasıyla p=0.003, p=0.000, p=0.000, p=0.008); CGI-SI ile CAPES-TR alt ölçeklerinden davranışsal ve duygusal uyum ve ebeveyn öz yeterliliği puanları ilişkilidir (sırasıyla p=0.000, p=0.001, p=0.000).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Trikotillomani tanısı alan çocuklar ile sağlıklı çocukların aile özellikleri, ebeveyn tutumları ve aile uyumlarının ele alınması, olguların tedavisinde kullanılan ilişkisel ve davranışsal müdahalelere katkı sunabilir.
INTRODUCTION: This study aims to explore family characteristics, parental attitudes and family adjustment of pediatric trichotillomania in comparison with healthy controls.
METHODS: Twenty-four children aged between 4-12 years admitting to two different child and adolescent mental health services due to hair pulling and 54 matched healthy controls were included in the study. In addition to sociodemographic data, severity of illness assessed by Clinical Global İmpression Scale-Severity Index (CGI-SI) are recorded. Parenting characteristics and family adjustment were assessed by Parenting and Family Adjustment Scale (PAFAS) and Child Adjustment and Parent Efficacy Scale (CAPES-TR).
RESULTS: Means of CGI-SI scores in trichotillomania cases were found as 4.00±1.02 (mean±SD). Cases significantly differed from controls in family structure and the quality of parental relationship (p=0.025; p=0.018, consequtively). PAFAS scores of coercive parenting, parent child relationship, parental emotional adjustment and parental team work were significantly different than controls (p=0.001, p=0.000, p=0.000, p=0.009 consequtively). Similary, emotional and behavioral maladjustment scores and parental self efficacy scores of CAPES-TR were significantly worse in trikotillomania cases (p=0.001, p=0.000, p=0.000, consequtively). CGI-SI scores were positively correlated with PAFAS scores of coercive parenting, parent child relationship, parental emotional adjustment and parental teamwork (p=0.003, p=0.000, p=0.000, p=0.008; respectively). While CGI-SI scores were positively correlated with behavioral and emotional maladjustment scores parental self-efficacy scores of CAPES-TR were negatively correlated with CGI-SI scores (p=0.000, p=0.001, p=0.000, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Considering family characteristics, parental attitudes and family adjustment in pediatric trichotillomania may enhance relationship based and behavioral interventions.
Abstract | Full Text PDF

8.Impact of allergen immunotherapy on the development of new sensitization in monosensitized patients
Sait Karaman, Hatice Feray Yavaş, Semiha Bahçeci Erdem, Hikmet Tekin Nacaroğlu, Canan Şule Karkıner, Esra Toprak Kanık, Demet Can
doi: 10.5222/buchd.2018.89266  Pages 205 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: Monosensitize hastalarda immünoterapinin yeni inhalan alerjenlere duyarlılığı önlediği konusu tartışmalıdır. Amacımız kliniğimizde subkütan immünoterapi (SCIT) uygulanan monosensitize çocuklar ile benzer alerjen duyarlılığı olup farmakolojik tedavi ile izlenen çocukları karşılaştırıp SCIT’ın yeni inhalan alerjenlere duyarlılık gelişimine etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Alerji Kliniğimizde 2000-2015 yılları arasında astım ve/veya alerjik rinit tanısı almış, tek başına mite duyarlılığı ve tek başına ot poleni duyarlılığı olan hastaların tümü alındı. SCIT ve kontrol grubu mite ve ot poleni duyarlılığı olarak iki alt gruba ayrıldı. Gruplar yaş, cinsiyet, hastalık karakteristikleri, iki SPT arasında geçen süre ve yeni alerjen duyarlılığı gelişimi açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınma kriterlerine uyan SCIT grubunda 133 (%60,4) hasta, kontrol grubunda 87 hasta saptandı. SCIT uygulama süresi ortalama 51,3±9,0 ay idi. SCIT grubu ve kontrol grubu yaş, cinsiyet, alerjik hastalık tipi ve iki SPT arasında geçen süre, duyarlı olunan alerjen açısından karşılaştırıldığında gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). SCIT grubunda mite ve ot poleni duyarlılığı olan hastalarda kontrol grubuna göre yeni alerjenlere duyarlılık gelişimi daha azdı (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Monosensitize hastalarda ot poleni ve mite ile SCIT uygulandığında yeni alerjenlere duyarlılık gelişiminin daha az olduğu gözlenmiştir.
INTRODUCTION: The issue that immunotherapy prevents sensitization to new inhalant allergens in monosensitized patients is controversial. Our aim is to investigate the effect of subcutaneous immunotherapy (SCIT) on the development of sensitization to new inhalant allergens by comparing the children receiving SCIT with children who with similar allergen sensitization receiving pharmacologic treatment in our clinic.
METHODS: All patients with only mite grass sensitivity and only pollen sensitivity and diagnosed with asthma and/or allergic rhinitis in our Allergy Clinic between 2000-2015 were included. The SCIT and control group were divided into two subgroups as mite and grass pollen sensitivity. The groups were compared in terms of age, gender, disease characteristics, the interval between two SPTs and development of new allergen sensitization.
RESULTS: One hundred thirty-three (60.4%) of the patients met the inclusion criteria in the SCIT group and 87 patients were found suitable for the study in the control group. The mean duration of SCIT administration was 51.3 ± 9.0 months. No significant difference was detected between the groups, when the SCIT group and control group were compared in terms of age, gender, type of allergic disease, the interval between two SPTs, and sensitized allergen (p> 0.05). In the SCIT group, the development of sensitization to new allergens was less often in the patients with mite and grass pollen sensitivity compared to the control group (p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: When SCIT was administered to the monosensitized patients using grass pollen and mite, the development of sensitization to new allergens was observed to be less often.
Abstract | Full Text PDF

9.Evaluation of symptomatic cytomegalovirus infections in our hospital between 2004 and 2009
Tülay Demircan, İlker Devrim, Ferah Genel, Füsun Atlıhan
doi: 10.5222/buchd.2018.15010  Pages 211 - 216
GİRİŞ ve AMAÇ: Sitomegalovirüs CMV enfeksiyonu en sık görülen konjenital enfeksiyondur. Tüm yaş gruplarında görülmekle birlikte intrauterin olarak maruz kalındığında fetus üzerine ciddi olumsuz etkileri olmaktadır. Çalışmamızda semptomatik CMV enfeksiyonlu olgularımızı değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dr. Behçet Uz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi Kliniklerine Aralık 2004- Aralık 2009 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle yatırılan klinik, laboratuvar ve serolojik incelemeler sonucunda semptomatik CMV enfeksiyonu tanısı almış hastaların yatış dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Olguların verilerine arşiv dosyaları incelenerek ulaşıldı. Tanı; klinik ve laboratuvar olarak CMV enfeksiyonu düşünülen olguların CMV IGM pozitifliği yanı sıra bakılabilen hastalardan CMV DNA PZR ve antijenemi testi pozitifliği ile konuldu.
BULGULAR: Toplam 40 olguda semptomatik CMV enfeksiyonu tespit edildi. Tanılarına göre sınıfladığımızda %40’ı konjenital CMV, %60’ı edinsel CMV enfeksiyonlu olgulardı. 2004-2009 yılları arasında hastanemizde konjenital semptomatik CMV enfeksiyonu sıklığı %0,1 idi. En sık saptanan muayene bulguları hepatosplenomegali (40%) ve sarılıktı(30%).
Konjenital CMV’li olguların prognozlarına baktığımızda % 37,5 oranında motor mental retardasyon, %25 oranında işitme bozukluğu, %12,5 oranında epilepsi, %12,5oranında büyüme gelişme geriliği saptandı. Edinsel CMV enfeksiyonlu olgularımızdan pnömoni ve hepatit nedeni ile tedavi alan grupta iyileşme oranları sırasıyla %70 ve %100 idi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: CMV enfeksiyonu sıklığımız gelişmekte olan ülkelerle benzer sonuçlar gösteriyordu. Primer ve sekonder immün yetmezlikler ve yenidoğanlara CMV enfeksiyonu açısından daha dikkatli yaklaşmalıyız. Gansiklovir tedavisinin ise seçilmiş olgularda uygulanmasını önermekteyiz.


INTRODUCTION: Cytomegalovirus (CMV) is the most frequent congenital infection agent throughout the world. While it is seen in all age groups, it can have some severe negative impacts on the fetus when experienced during intrauterine. In our study, we aimed to evaluate the patients with symptomatic cytomegalovirus infection.
METHODS: 40 patients admitted at Dr. Behcet Uz Children's Hospital between December 2004 and December 2009 for a variety of reasons and diagnosed as CMV infection with the clinical and laboratory analyses. The files of the patients were assessed retrospectively. For the diagnoses CMV IGM, CMV DNA-PCR and antigenemia tests were used.
RESULTS: Among 40 patients 40% were congenital CMV and 60% were acquired CMV. The frequency of symptomatic congenital CMV infection at our hospital from 2004 to 2009 was identified as 0.1%. The most common physical findings were hepatosplenomegaly (40%) and jaundice (30%). Prognosis of congenital CMV cases was 37.5% motor mental retardation, 25% hearing impairment, 12.5% epilepsy and 12.5% growth retardation.
The incidence of intracranial calcification in congenital CMV was 53.8% In cases with acquired CMV improvements in hepatitis and pneumonia were 70% and 100% respectively.

DISCUSSION AND CONCLUSION: The frequency of CMV infection in our study shows similarity with other developing countries. Patients with primary and secondary immunodeficiencies and newborns must be carefully approached. We recommend ganciclovir treatment for the selected cases.
Abstract | Full Text PDF

10.Effect of Coenzyme Q10 replacement on learning and memory performance in young rats.
Can Polat, Meltem Erol, Özlem Bostan Gayret, Özgül Yiğit, Abdulrahman Özel, Esra Özcan, Fatih Mete
doi: 10.5222/buchd.2018.15986  Pages 217 - 222
GİRİŞ ve AMAÇ: Koenzim Q10 (CoQ10) uygulamasının, beyin hücrelerinin mitokondrisinde CoQ10 konsantrasyonlarını arttırdığı ve sıçanlarda bellek ve öğrenme süreçlerini kolaylaştırdığı bilinmektedir. Bu çalışma, erken çocukluk dönemindeki yavru ratlarda CoQ10 tedavisinin öğrenme ve bellek üzerine etkilerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 24 adet 21 günlük yavru 3 gruba ayrılmıştır (her grupta 8 yavru). Bir gruba günde bir kez ağızdan gavaj yoluyla düşük dozda CoQ10 uygulanmışken diğer gruba yüksek dozda uygulanmıştır, kontrol grubuna ise zeytinyağı uygulanmıştır. Ratların öğrenme ve hafıza işlevleri, Morris su labirenti ve prob test ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Koenzim Q10 uygulamasına 10 gün süreyle devam edilmiştir. 37. günün sonunda, öğrenme ve bellek performansını değerlendirmek için su labirenti testi kullanılmıştır. Su labirenti testinde 5 günlük eğitim boyunca yüksek doz, düşük doz ve kontrol grupları arasındaki test sonuçlarında herhangi bir fark gözlenmemiştir (p> 0.05). Prob deneyinden elde edilen veriler, yüksek doz CoQ10, düşük doz CoQ10 veya zeytinyağı (kontrol) alan ratlar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar olmadığını göstermiştir (p=0.853)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda çocukluk döneminde yüksek doz ve düşük doz CoQ10 uygulamasının öğrenme ve bellek fonksiyonları üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı saptanmıştır.
INTRODUCTION: Coenzyme Q10 (CoQ10) administration is known to increase CoQ10 concentrations in the mitochondria of brain cells and facilitate the memory and learning processes in rats. This study aims to evaluate the effects of CoQ10 treatment on learning and memory in rats during childhood development.
METHODS: A total of 24 21-day-old pups were divided into 3 groups (8 pups in each group). A low dose of CoQ10 was administered via oral gavage once per day to one group, a high dose was administered to another group, and olive oil was administered to the control group. The cognitive and learning functions of rats in these groups were evaluated by the Morris water maze and probe tests.
RESULTS: Coenzyme Q10 administration continued for 10 days. At the end of the 37th day, the water maze test was used to evaluate learning and memory performance. No difference was observed in the test results among the high-dose, low-dose and control groups during the 5 days of training in the watermaze test (p>0.05). Data from the probe trial indicated no statistically significant differences among rats that received high-dose CoQ10, low-dose CoQ10 or olive oil (control) (p=0.853)
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, it was determined that high-dose and low-dose CoQ10 administration during childhood does not have a significant effect on learning and memory functions.
Abstract | Full Text PDF

11.Anxiety Disorder and Eating Habits in Adolescents with Gastroesophageal Reflux Disease
Ömer Özbeyler, Kayı Eliaçık, Özlem Üzüm, Ali Kanık, Yeliz Çağan Appak, Miray Karakoyun, Dilek Orbatu, Gonca Engin Özyurt, Nurullah Bolat, Maşallah Baran
doi: 10.5222/buchd.2018.32931  Pages 223 - 228
GİRİŞ ve AMAÇ: Gastroözofageal reflü hastalığı tanısı alan adolesanlarda beslenme davranışları sorgulanarak beslenme ve reflü arasındaki ilişkiyi ve bununla birlikte gastroözofageal reflü hastalığı ile anksiyete arasındaki etkileşimi değerlendirmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza çocuk gastroenteroloji polikliniğinde gastroözofageal reflü hastalığı tanısı almış ve henüz tedavi başlanmamış 12-18 yaş arasındaki hastalar dahil edildi. Benzer yaş aralığında üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle başvuran hastalar kontrol grubu olarak alındı. Beslenme ve reflü arasında ilişki Adolesan Beslenme Alışkanlıklarını Kontrol Listesi ile gastroözofageal reflü hastalığı ve anksiyete arasındaki ilişki Çocuklarda Anksiyete Bozukluklarını Tarama Ölçeği kullanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Yetmiş gastroözofageal reflü hastalığı olan adolesan ve 67 kontrol olgusu çalışmaya dahil edildi. Her iki grup arasında hem beslenme hem de anksiyete durumları değerlendirildiğinde anlamlı fark bulunmadı. Ancak her iki gruptaki olguların büyük çoğunluğunun kötü beslenme alışkanlığı olduğu, ve genel anksiyete skorunun yüksek olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adolesanlarda gastroözofageal reflü hastalığı ile anksiyete ve beslenme alışkanlıkları arasında ilişki saptanmadı. Bu sonuçlar, reflü hastalığının, psikosomatik olabilen karın ağrısı gibi diğer gastrointestinal şikayetlerden ayrılması gerektiğini düşündürmektedir. Bununla birlikte, kötü beslenme alışkanlıkları, gastroözofageal reflü hastalığı olanlarda kantitatif olarak daha yüksek saptandı.Bu nedenle bu hasta popülasyonunda daha büyük bir örneklem büyüklüğü ile beslenme alışkanlıklarını araştıran ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: It was aimed to investigate the relationship between eating habits and reflux by investigating eating habits in adolescent patients with gastroesophageal reflux disease, and also to investigate the relationship between gastroesophageal reflux disease and anxiety.
METHODS: The study included patients with gastroesophageal reflux disease in the pediatric gastroenterology outpatient clinic between the ages of 12 and 18 who had not yet been treated. The control group consists of age matched adolescents who applied for upper respiratory tract infection. The relationship between eating habits and reflux was assessed with Adolescent Nutrition Checklist; a relationship between gastroesophageal reflux disease and anxiety assessed with Anxiety Disorder Screening Questionnaire.
RESULTS: Seventy adolescents with reflux disease and 67 adolescents as the control group were included in the study. There was no significant difference between the groups regarding the eating habits and anxiety scores. However, it was seen that most of the patients have poor eating habits and the general anxiety score was high in both groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: No relation was found between the gastroesophageal reflux disease and anxiety and eating habits in adolescents. These results suggested that reflux disease should be separated from other gastrointestinal complaints such as abdominal pain which may be psychosomatic. However, regarding the poor eating habits there was a quantitative incrementin those with gastroesophageal reflux disease. For this reason there is a need for further studies which explores the eating habits with a larger sample size in this population.
Abstract | Full Text PDF

12.Evaluation of patients admitted to the pediatric intensive care unit due to neurological problems
Gürkan Gürbüz, Rana İşgüder, Gökhan Ceylan, Hasan Ağın, Aycan Ünalp
doi: 10.5222/buchd.2018.46872  Pages 229 - 234
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın temel amacı, çocuk yoğun bakım ünitesine nörolojik nedenlerle yatan hastaların profilinin çıkarılması ve mortaliteye sebep olan başlıca etiolojik faktörlerin tanımlanmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çocuk yoğun bakım ünitesine 2011 ve 2013 yılları arasındaki üç yıllık süreçte yatırılan 2843 hastanın 293 tanesinin nörolojik nedenlerle yattığı saptandı ve çalışmaya dahil edildi. Hastalar etiyoloji, ko-morbidite ve yatış süreleri açısından değerlendirildi.
BULGULAR: En sık görülen morbidite sebebi 39% (n=114) ile konvülziyonlar olarak saptandı. Yüz seksen altı (63.7%) hastanın yatış sebebi nörolojik nedenlerken, 106 (36.3%) hastada ko-morbid hastalığı mevcuttu. En sık görülen ko-morbidite enfeksiyonlardı (68.8%, n=73). Yüz onaltı (39.7%) hasta şifa ile taburcu edilirken, 131 hastanın taburculukta anormal nörolojik bulguları mevcuttu. Hastaların 28’i (9.6%) yatış esnasında ölmüş, en sık ölüm nedeni solunum problemleri olduğu görülmüştür. Üç yaşın altında yoğun bakıma yatırılan hastaları diğerlerine göre mortalite oranının daha yüksek olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nörolojik problemler, çocuk yoğun bakım ünitesine yatışların önemli bir grubudur. Özellikle 3 yaş altındaki çocuklar, yoğun bakım ünitesine yatışların ve mortalitenin önemli bölümünü oluşturur. Enfeksiyonların etkin tedavisi mortalite oranlarını azaltabilir.
INTRODUCTION: Pediatric neurology intensive care is a branch developing out of pediatric intensive care and pediatric neurology. Principal objective of this study was to produce a profile of patients admitted to pediatric intensive care unit due to neurological problems and to identify the major etiologies most commonly leading to mortality.
METHODS: We enrolled 293 patients admitted for neurological reasons from among 2843 patients hospitalized in our hospital’s pediatric intensive care unit over the 3-year period between 2011 and 2013. Patients’ etiologies, comorbidities, and dates of admission to the pediatric intensive care unit and of discharge were analysed.
RESULTS: The most common neurological morbidity was convulsion in 39% (n=114) of cases. Neurological problems were the sole cause of admission in 186 (63.7%) cases, while 106 (36.3%) patients had a comorbid condition in addition to neurological problems. The most common of these comorbidities was infection at 68.8% (n=73). One hundred sixteen (39.7%) were discharged in a healthy condition, while abnormal neurological findings were present in 131 (44.9%). Mortality occurred in 28 (9.6%) patients. Respiratory problems were the most common cause of death. They are an important cause of admissions to the pediatric intensive care unit and of mortality, particularly in the under 3 age group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Neurological problems constitute a significant group in pediatric intensive care. They are an important cause of admission to the pediatric intensive care unit and of mortality, particularly in the under 3 years of age. Effective treatment of infections can reduce mortality rates.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
13.Two cases with rhabdomyomas and arrhythmias in fetal and postnatal period
Pınar Dervişoğlu, Mustafa Kösecik
doi: 10.5222/buchd.2018.48278  Pages 235 - 238
Rabdomiyom çocukluk çağında görülen en sık primer kardiyak tümördür. Genellikle iyi huyludur. Kardiyak ileti sistemini etkiler ve aritmilere neden olabilir. Fetal ve postnatal yaşamda seyrek olarak büyük kitlelere bağlı hemodinamik etkileri görülebilmektedir. Burada 23 gestasyonel haftalık fetusta ve 2 aylık bebekte supraventriküler taşikardi ile birlikte olan rabdomiyom olgularını sunduk.
Rhabdomyoma is the most common cause of primary cardiac tumors in childhood. it is usually bening. It affects the cardiac communication system and may cause arrhythmia. In fetal and postnatal life, haemodynamic effects are rarely seen due to large masses. We present 23 gestational weekly fetus and 2 month age infants who have rabdomyom and supraventricular tachycardia.
Abstract | Full Text PDF

14.Association Of Esophageal Atresia Without Fistula and Methylmalonic Acidemia: The First Case In The Literature
Ali Sayan, Mehmet Mert, Mustafa Onur Öztan, Burcu Hişmi, Sinem Akbay, Gökhan Köylüoğlu
doi: 10.5222/buchd.2018.76476  Pages 239 - 242
Özofagus atrezisi, 2500 doğumda bir görülen ve tedavisi cerrahi olan doğumsal bir anomalidir. Bu anomali cerrahi olarak düzeltildikten sonra hastalar oral olarak beslenebilmektedirler. Beslenme sonrasında genel durumu kötüleşen hastalarda öncelikle cerrahi komplikasyonlar dışlanmalıdır. Buna rağmen genel durum bozukluğunun devam etmesi halinde metabolik hastalıkar akla getirilmelidir. Yenidoğan döneminde izole özofagus atrezisi nedeniyle kliniğimizde opere edilen ancak postoperatif dönemde beslenme sonrası gelişen genel durum bozukluğu ve metabolik asidoz nedeniyle yapılan ileri tetkiklerinde hastada metilmalonik asidemi saptandı. Metilmalonik asidemi gibi organik asidemilerde erken tanı ve tedavi ile prognoz iyi olmasına karşın nadir görülmesi ve ilk planda düşünülmemesi nedeniyle tanı gecikebilir ki bu da hastalarda kalıcı hasarlar oluşabilmektedir. Yaptığımız literatür taramasında özofagus atrezisi ve organik asidemi birlikteliğinin daha önce bildirilmemiş olması nedeniyle, olgumuz literatürdeki ilk olgu niteliğindedir.
Esophageal atresia, is a congenital anomaly that is seen 1 in 2500 births and can be treated surgically. Patients can be fed orally after the anomaly is surgically corrected. Complications due to the surgery should be ruled out in cases where the patient's general condition becomes worse after being fed. If the patient's situation does not get better after doing so, existence of metabolical disorders should be considered. Methylmalonic acidemia has been detected in further investigations of a patient who was operated for esophageal atresia in our clinics as a newborn, and developed metabolical acidosis after being fed postoperatively. Although prognosis is expected to be good after the early diagnosis and treatment of organic acidemias as methylmalonic acidemia, the diagnosis might be delayed as it is a rare condition that is not first come to mind, which might result in disabilities in some cases. Our case report is the first case in the literature, as the literature scan we had made showed no previous report on correlation of esophageal atresia and organic acidemias.
Abstract | Full Text PDF

15.Hemorrhagic varicella treated with continuous infusion of acyclovir: A case report
Ahu Kara, Bengü Demirağ, Sultan Aydın, Rana İşgüder, Gökhan Ceylan, Yeşim Oymak, Tuğba Hilkay, Nuri Bayram, Hasan Ağın, İlker Devrim
doi: 10.5222/buchd.2018.08941  Pages 243 - 246
Hemorajik suçiçeği, özellikle bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda varisella-zoster-virus enfeksiyonlarının ciddi ve sıklıkla fatal seyreden formlarından biridir. Hemorajik suçiçeği enfeksiyonu geçiren akut lenfoblastik lösemili 9 yaşında bir erkek hasta sunduk. Hastanın takibinde akut solunum sıkıntısı sendromu gelişti. Aralıklı asiklovir tedavisi yerine sürekli asiklovir infüzyonu tedavisi uygulanmıştır. Sürekli asiklovirin infüzyonu bağışıklığı baskılanmış çocuklarda dissemine veya hemorajik suçiçeği enfeksiyonlarında hayat kurtarıcı bir tedavi stratejisi olabilir.
Hemorrhagic varicella is one of the serious and frequently fatal forms of the VZV infections especially in immunocompromised patients. We report a 9 –year- old boy with acute lymphoblastic leukemia suffered from hemorrhagic varicella infection. Follow-up in patient progressed acute respiratory distress syndrome. Continuous acyclovir infusion therapy was applied instead of intermittent acyclovir administration. Continuous infusion of acyclovir could be a life-saving treatment strategy in disseminated or hemorrhagic varicella infections in immunocompromised children.
Abstract | Full Text PDF

16.Author Indeks

Page E1
Abstract | Full Text PDF