Volume: 1  Issue: 3 - 2011
Hide Abstracts | << Back
OTHER
1.2011-3 Dergi Kapağı

Page 97
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
2.Inequalities In Infant Mortality: An Evaluation of The Situation In The World And Turkey
Işıl Ergin, Hür Hassoy
doi: 10.5222/buchd.2011.098  Pages 98 - 104
2010 yılında dünyada 5,4 milyon bebek birinci yaşını dolduramadan hayata veda etmiştir. Beş yaş altı ölümlerin %70’i yaşamın ilk yılında meydana gelmiştir. Bebek ölümlüğü; birey, anne, hane, toplum ve çevreye dair faktörlerin bileşkesi olup toplum sağlığı ve refahının duyarlı bir göstergesidir. Binyıl Kalkınma Hedefleri arasında çocuk ölümlülüğünü 2015’e kadar 1990’daki seviyesinin üçte birine azaltmak bulunmaktadır. Bu amaca ulaşmak için belirlenen ölçütler; beş yaş altı ölüm hızı, bebek ölüm hızı ve kızamığa karşı aşılanmış çocuk oranıdır. Uluslararası kamuoyunun yoğun ilgisine rağmen bebek ve çocuk ölüm hızları son 50 yılda ciddi biçimde azalmakla birlikte, ülkelerarası eşitsizlikler artarak devam etmekte, 2015 için konulan hedeflerin çok gerisinde kalmaktadır. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki bu derin fark ülke içindeki farklı sosyoekonomik gruplarda daha da şiddetlenmekte, sosyoekonomik düzey bebek ölümlülüğünün güçlü bir belirleyicisine dönüşmektedir. Türkiye’deki bebek ölümlülüğü incelendiğinde ise, eğitim grupları ve bölgeler arasında var olan farkın, yıllar içinde derinleşerek devam ettiğini, kır kent farkının ise değişmediği görülmektedir. Bebek ölümlüğündeki bu eşitsizlikleri giderebilmek ve bebek ölümlülüğünü, bölgemizdeki diğer ülkelerin seviyesine azaltabilmek için eşitsizlikleri gidermeye yönelik ekonomik ve sosyal politikalara ihtiyaç mutlaktır. Bu eşitsizliklerin derinleşmesi, anne ve bebeklere sunulan sağlık hizmetinin ve bunun finansman biçiminin bebek sağlığı açısından yeniden irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Bireylerin dezavantajları oranında yoğunlaşan bir hizmeti esas alan bir bakış açısının benimsenmesi gerekmektedir.
In the world, in 2010, 5,4 million infants died before their first birthday. Among the under-five child deaths, 70% are in the first year of life. Infant mortality; is a resultant of factors considering the individual, mother, household, community and environment. Diminishing child deaths at 2015 to a level that is one third the level in 1990 is a Millennium Development Goal. The indicators declared for the achievement of this goal are; under-five mortality, infant mortality and percentage of children immunized for measles.Despite the intensive international attention, although there is a serious decrease in infant and child mortality rates, the inequalities between countries are sustained with an increasing trend and the rates are far behind the 2015 aims. This deep difference between developed and developing countries is more intense for various socio-economic groups and thus, socio-economic status becomes an important determinant of infant deaths. In Turkey, when the infant mortality is evaluated, it is determined that, education and regional inequalities are sustained with a deepening trend and inequalities between urban and rural remain the same. For the efforts to eliminate these inequalities in infant mortality and to achieve a level similar to the countries of our region, the necessity for economic and social policies is absolute. The deepening of inequalities makes it necessary to reevaluate the health services for the mother and the child and the means of financing it, considering infant health issue. It is vital to adopt a perspective that intensifies proportionate to the level of disadvantage.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
3.Evaluation of Drug Poisoning in Children
Pamir Gülez, Hasan Ağın, Hurşit Apa, Nesrin Gülez, Murat Hızarcıoğlu, Ertan Kayserili
doi: 10.5222/buchd.2011.105  Pages 105 - 109
AMAÇ: Bu çalışma çocuklarda ilaca bağlı akut zehirlenme olgularının değişik yaş grupları ile ilişkisini değerlendirmek amacıyla prospektif olarak yapıldı.
YÖNTEMLER: Hastanemize 2006 yılında ilaç alımına bağlı akut zehirlenme nedeniyle yatan olgularda yaş, cinsiyet, etken madde, elde edilme yolu, hastanın hastaneye getirilme ve hastanede kalma süreleri ile prognozu kaydedildi.
BULGULAR: İlaca bağlı zehirlenme tanısı alan, yaşları 1 ay ile 18 yıl arasında değişen toplam 257 olgu çalışmaya alındı. Bu sayı tüm acil başvurularının ‰ 2,2’si idi. Olguların %80.9’u 0-6 yaş arasındaydı. İlaçlar olguların %85.2’sinde kaza ile, %14.8’inde özkıyım amaçlı alınmıştı. Kaza sonucu ilaç alımları erkek çocuklarda ve 6 yaş altında; özkıyım amaçlı olanlar ise kızlarda ve 7 yaş üzerinde daha sık idi. En sık santral sinir sistemine etkili ilaçlar alınmıştı (%36,9). Olguların %5,4’ü yoğun bakım ünitesine alındı, %0,8’i kaybedildi.
SONUÇ: Her yaştaki çocukların ilaçlara kolaylıkla ulaşabildikleri görüldü. Kolay satın alınabilen ve ucuz bir ilaç olan amitriptilinin zehirlenmeye en sık neden olan ilaç olduğu belirlendi.
OBJECTIVE: The aim of this prospective study was to evaluate the pattern of acute poisoning related to drugs in children with relation to different age groups.
METHODS: The age, gender, active pharmaceutical ingredients, mode of drug provision, time elapsed from drug intake to hospital entry, duration of hospitalization and the outcome of all drug-related poisonings that were admitted to our hospital during 2006 were recorded.
RESULTS: A total of 257 cases, aged between 1 month and 18 years with drug-related poisoning were included. This number comprised 2.2‰ of all emergency submissions. Among all, 80.9% were between 0-6 years of age. In 85.2% of cases, the drugs were ingested by accidentally and in 14.8% for suicidal purposes. Drug ingestion by accident was more frequent in boys and in children under the age of 6, while ingestion for suicidal purposes was more common in girls and in children over 7 years of age. The most common drug poisonings were related to drugs affecting the central nervous system (36.9%). The 5.4% cases were admitted to the critical care unit and 0.8% died.
CONCLUSION: The study revealed that children of all ages could easily have access to drugs. Amitryptilin, an easy-to buy and low-cost drug was determined as the most common cause of drug-related poisonings.
Abstract | Full Text PDF

4.Detection of Legionella species from bronchoalveolar lavage fluids and transtracheal aspiration samples by Polymerase Chain Reaction method
Şöhret Aydemir, Feza Bacakoğlu
doi: 10.5222/buchd.2011.110  Pages 110 - 114
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı solunum yolu örneklerinde Polimeraz Zincir Reaksiyonu yöntemi ile Legionella türlerinin saptanmasını değerlendirmektir.
YÖNTEMLER: Göğüs Hastalıkları Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan atipik pnömonili hastaların Bakteriyoloji Laboratuvarına gönderilen transtrakeal aspirasyon ve bronkoalveolar lavaj sıvı örnekleri Legionella pneumophila 16S rRNA’nın 386 bp’lık bölgesini hedefleyen Polimeraz Zincir Reaksiyonu yöntemi ile incelenerek Legionella türleri açısından araştırılmıştır.
BULGULAR: Elli altı örnek üzerinde Polimeraz Zincir Reaksiyonu yöntemi ile yapılan denemeler sonucunda sadece bir örnekte Legionella spp. saptanabilmiştir
SONUÇ: Atipik pnömoni tanısı alan hastaların solunum örneklerinde Polimeraz Zincir Reaksiyonu yönteminin Legionella spp saptanmasında hızlı ve etkili olduğu sonucuna varılmıştır.
OBJECTIVE: The aim of this study was to evaluate the Polymerase Chain Reaction method for the detection of Legionella species from the respiratory tract samples
METHODS: The bronchoalveolar lavage fluids and transtracheal aspiration samples of patients having atypical pneumonia and hospitalized in the Intensive Care Unit of Chest Diseases Department were examined to detect Legionella species by Polymerase Chain Reaction method. This method was performed to amplify a 386-bp product within the 16SrRNA gene of Legionella pneumophila.
RESULTS: The Polymerase Chain Reaction method was applied to 56 respiratory samples and only in one specimen Legionella species was found.
CONCLUSION: It was concluded that for patients with atypical pneumonia Polymerase Chain Reaction method is fast and effective for to detect Legionella species from the respiratory samples.
Abstract | Full Text PDF

5.Effect of G6PD Deficiency on Neonatal Hyperbilirubinemia
İlker Günay
doi: 10.5222/buchd.2011.115  Pages 115 - 120
AMAÇ: Yenidoğan sarılığı, yenidoğan döneminde en sık rastlanan sorunlardan biridir. Klinik tablo çok çeşitlilik gösterebilmektedir ve ölümle de sonuçlanabilmektedir. Sarılık nedenleri çok çeşitli olsa da bir bölüm hastada her hangi bir neden saptanamayabilir. Yenidoğan sarılığı ülkemizde, özellikle Ege bölgesinde sık görülmektedir. Glukoz-6-fosfat dehidrogenaz (G6PD) eksikliği de Ege bölgesinde sık rastlanan bir durumdur ve yenidoğan sarılığı nedenleri arasında yer almaktadır.
Bu çalışma, İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesinde sarılık nedeniyle izlenen yenidoğanlarda G6PD’nin sarılığa etkisini incelemek üzere yapılmıştır.

YÖNTEMLER: Çalışmaya, Dr Behçet Uz Çocuk Hastanesi yenidoğan servisinde, yenidoğan sarılığı tanısıyla izlenen 130 bebek alınmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 130 sarılıklı bebeğin 25’inde G6PD eksikliği saptanmıştır. Bu bebeklerde sarılık nedeni olarak en sık saptanan nedenler ABO uyuşmazlığı (%29.2), G6PD eksikliği (%19.2) ve Rh uyuşmazlığı (%5.4) olmuştur. G6PD eksikliği olan grupta total bilirubin düzeylerinin enzim eksikliği olmayanlara göre anlamlı derecede uzun sürede düştüğü görülmüştür. Bunun dışındaki parametrelerde anlamlı fark bulunmamıştır. G6PD eksikliği olan bebeklerden biri dışındakilerde hemoliz bulgusu saptanmamıştır.
G6PD eksikliği olan gruptaki kız ve erkek bebekler karşılaştırıldığında kızlarda daha fazla kan değişimi (0.6’ya karşı 0.1) uygulanması, erkeklerde ise total bilirubin düzeyinin 12 mg/dL altına daha geç düşmesi (12.8 güne karşı 5.8 gün) dışında anlamlı fark yoktu.

SONUÇ: Bölgemizde sarılık etyolojisi araştırılırken kız bebekler de dahil olmak üzere G6PD düzeylerine bakılması uygun olacaktır. Ayrıca, G6PD düzeyi düşük bebeklerde hemolizle birlikte olmayan sarılık gelişebileceği ve özellikle erkek bebeklerde sarılığın uzun sürede düzelebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
OBJECTIVE: Neonatal jaundice is one of the most frequent problems of the newborn. It may be variable in severity and may result in death. Although there are many causes of jaundice, sometimes it is not possible to find the ethiology. Neonatal jaundice is common in Ege region. Glucose-6-phosphate-dehydrogenase (G6PD) deficiency is also frequently seen in Ege region and may cause neonatal jaundice. This study is planned to investigate the effect of G6PD in neonatal jaundice cases at Behcet Uz Children’s Hospital.
METHODS: The study group was consisted of 130 jaundiced baby who were admitted to Dr Behcet Uz Children’s Hospital Neonatology Department, because of jaundice. Babies with major congenital anomalies, with severe disease, who has direct hiperbilirubinemia and preterms below 1500g did not enrolled to the study group.
RESULTS: Of the 130 jaundiced babies, 25 had G6PD deficiency. Reasons for jaundice were ABO incompetibility (29.2%), G6PD deficiency (19.2%) and Rh incompetibility (5.4%). Bilirubin decreased in G6PD deficient babies significantly slower.
There was not a significant difference between other parameters. One of the babies with G6PD deficiency had signs of hemolysis.
When girls and boys in the G6PD deficiency group were compared, more exchange transfusion for girls (0.6-0.1) and a slower drop of total bilirubin levels below 12mg/L for boys (12.8-5.8 days) were significantly different between two groups.
CONCLUSION: G6PD levels should be determined when searching for jaundice etiology, including the girls. Besides, babies with low G6PD levels may develop jaundice without hemolysis and jaundice may be prolonged especially in boys.
Abstract | Full Text PDF

6.Evaluation of Cases of Diabetic Ketoascidosis in Intensive Care Units
Murat Tutanç, Tanju Çelik, Fatmagül Başarslan, Ali Güneş, Çapan Konca, Servet Yel, Mehmet Boşnak
doi: 10.5222/buchd.2011.121  Pages 121 - 125
AMAÇ: Bu çalışmada diyabetik ketoasidoz (DKA) tanısı ile çocuk yoğun bakımda takip edilen hastaların demografik veri ve klinik özellikleri değerlendirildi.

YÖNTEMLER: Hastaların dosyaları geriye yönelik olarak incelendi. Olguların cinsiyet, yaş, şikâyet ve klinik özellik bilgileri incelendi. Mann whitney ve ki kare istatistik analizleri yapıldı.

BULGULAR: Ortalama yaşları 9.9±3.7 olan 16 kız, 9 erkek hasta çalışmaya alındı. En sık şikâyetler sırasıyla nefes darlığı, polidipsi, kilo kaybı, poliüri vardı. Hastalar dispneik, takipneik, taşikardik ve asidotik idi. Hastalar çocuk yoğun bakım ünitesinde DKA tedavi protokolü ile tedavi edildi. Hastalarda GKS 12±5 saatte, kan şekerleri 14±7 saatte, kan gazları 6±5 saatte düzeldi. Hastaların hiçbirinde komplikasyon gelişmedi. Kan şekerleri kontrol altına alınan hastalar poliklinik kontrolü tavsiyesi ile taburcu edildi.
SONUÇ: DKA’lu hastalar, doğru ve hızlı tanının ardından sıkı takip kuralları yanı sıra uygun ve dinamik tedavi verilerek başarı ile tedavi edilebilmektedir. Bu sonuçlarla DKA hastalarının çocuk yoğun bakım ünitelerinde takip edilmesinin daha uygun olacağını vurgulamak istedik.

OBJECTIVE: In this study, we have investigated the demographic and clinical aspects of intensive care diabetic - ketoascidodic pediatric cases.

METHODS: This is a retrospective analysis of all cases of their demographic factors as gender, complaints, age and clinical features. Mann-Whitney and chi-square statistical analysis was performed.
Results:
RESULTS: The study group consists 16 female and 9 male children which their mean age is 9.9 + 3.7years. The most frequent complaints of the cases were dyspnea, polydipsia, weight loss and polyuria. They admitted to the hospital because of respiratory distress, tachypnea tachycardia and acidosis. They treated by DKA protocol in the intensive care unit. We regulate the GKS levels in 12+ 5 hours time while the blood sugar regulation needs 14+ 7 hours and blood gas levels corrected in 14+7 hours in time. Any complication reported and the cases charged from the hospital by informed for outpatient’s booking.
CONCLUSION: DKA cases could be treated rapidly and successfully by correct and evident diagnosis. As result these patients must be followed and treated in pediatric intensive care units.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
7.Is there any prognostıc sıgnıfıcance of age ın gastroıntestınal stromal tumor?
Ragıp Ortaç, Malik Ergin, Safiye Aktaş, Gülden Diniz, Günyüz Temir, Ayşe Erbay
doi: 10.5222/buchd.2011.126  Pages 126 - 130
Gastrointestinal stromal tümörler (GIST), çoğunlukla erişkinde gözlenen, çok sık rastlanmayan gastrointestinal traktın primer mezenkimal tümörüdür. İnce barsak GİST’leri göreceli olarak erişkinde bile enderdir, çocukluk çağının ise sıra dışı tümörü olarak nitelenebilir. Çoğu GIST c-kit genindeki mutasyona bağlı gelişir. Bu gen kök hücre faktörü olarak adlandırılan büyüme faktörünün transmembranöz yerleşimli reseptörünü kodlar.

Kusma nedeniyle hastanemize başvuran 11 aylık kız çocuğunda radyolojik incelemelerle intestinal kitle saptandı ve opere edildi. Operasyonda jejunum serozasından köken almış 2 cm çapında tümör saptandı. İmmunohistokimyasal olarak CD117 (c-kit) protein pozitif bulunan olgu GIST tanısı aldı. Kırk iki ay sonra omentumda rekürrent kitle gelişti. Tümörün re-operasyon materyalinde aynı özelliklere sahip tümör saptandı. Nüks tümörün rezeksiyonundan sonra imatinib tedavisi başlandı. Olgu 7 yıldan beri hastalıksız izlenmektedir.
Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are uncommon primary mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract mostly observed in the adults. Small intestinal GISTs are relatively rare in adults and it should be regarded as exceptional in childhood. Most GISTs arise because of a mutation in a gene called c-kit. This gene encodes a transmembrane receptor for a growth factor termed stem cell factor. They are typically defined as a tumor whose behavior is driven by mutations in the Kit gene or PDGFRA gene, and may or may not stain positively for Kit.
An 11-month-old girl was referred to our hospital with vomiting. A small bowel mass was determined by radiological examination and the patient underwent surgery. At surgery, a 2 cm solid mass arising from the wall of the jejunum was identified. Immunohistochemical analysis of the specimen revealed to be positive for CD117 (c-KIT protein) consistent with a diagnosis of GIST. Forty two months later, a recurrent mass was developed on the omentum. The secondary mass revealed similar features with first tumor. The treatment with imatinib was started following surgical resection of the second tumor. After second surgery, the patient had an uneventful course and he has remained disease-free during seven years of follow-up.
Abstract | Full Text PDF

8.Vıtamın D Dependent Rıckets Type I and II: Case Reports
Pamir Gülez, Murat Hızarcıoğlu
doi: 10.5222/buchd.2011.131  Pages 131 - 136
İki ender genetik hastalık çocuklarda raşitizme neden olur. Vitamin D bağımlı raşitizm tip 1 ya da diğer adıyla psödovitamin D eksikliğinde 1 alfa hidroksilaz enzimi kusurludur ve kalsitriol sentezlenemez. Vitamin D bağımlı raşitizm tip 2 ya da herediter vitamin D rezistan riketsde ise vitamin D reseptörleri kusurludur. Ender görülen ve otozomal resesif geçişli olan bu iki hastalık hipokalsemi, artmış parathormon ve alkalen fosfataz değerleri ve besinsel raşitizme benzer klinik bulgular ile karakterizedir. Bu iki hastalığın ayırıcı tanısında serum 1,25(OH)2D değerleri yol göstericidir. Tip 1’de 1,25(OH)2D değeri düşük iken, tip 2’de yüksektir. Bu makalede nadir görülen bu iki hastalık birer olgu ile sunulmuştur.
Two rare genetic diseases can cause rickets in children. When 1 alpha hydroxylase is defective, calcitriol can not be synthesized. This disease is known as vitamin D dependent rickets type 1 or as psudovitamin D deficiency rickets. When vitamin D reseptor is defective the disease is known as hereditary vitamin D resistan rickets or as vitamin D dependent rickets type 2. Both diseases are rare autosomal recessive disorders, and characterized with hypocalcemia, elevated parathyroid hormone and alkaline phosphatase levels and similar clinical features as nutritional rickets. The differential diagnosis of these diseases can be made with serum 1,25(OH)2D levels. Patients with type 1 have low levels of 1,25(OH)2D, but patients with type 2 have increased levels of 1,25(OH)2D. In this article, these rare genetic diseases are reported with two cases.
Abstract | Full Text PDF

9.A case of Kawasaki disease presenting with Meningitis
Ali Kanık, Kayı Eliaçık, Neslihan Zengin, Pınar Kuyum, Fulya Kamit, Süleyman Nuri Bayram, Mehmet Helvacı
doi: 10.5222/buchd.2011.137  Pages 137 - 139
Kawasaki hastalığı (KH) küçük ve orta büyüklükte arterleri tutan etiyolojisi bilinmeyen akut sistemik bir vaskülittir. Hastalığının erken tanısı ve hızlı tedavisi, koroner arter tutuluşu üzerinde olumlu sonuçların elde edilmesi için esastır. Hastalığın özgül bir laboratuvar bulgusu yoktur ve tanı klinik olarak konur. Bazı hastalarda klinik tanı için yeterli sayıda kriter olmadığından, atipik bulgularla başlangıç gösteren durumlarda hastalığın tanısı gecikebilmektedir. Merkezi sinir sistemi tutulumu hastalığın atipik bir başlangıcı olabilir. Bu yazıda, ateş, eritematöz cilt döküntüleri, kusma ve karın ağrısı şikayetlerini takiben aseptik menenjit tanısı alıp sonrasında Kawasaki Hastalığı teşhisi alan yedi yaşında bir erkek olgu sunulmuştur. Kardiyolojik sekel olasılığı hastalığın erken tanı ve tedavisi ile önlenebildiğinden özellikle tedaviye yanıtsız menenjit kliniğindeki olgularda ayırıcı tanıda Kawasaki Hastalığı da akla getirilmelidir.
Kawasaki disease with unknown etiology is an acute systemic vasculitis which effects the small and moderate sized arteries. The early diagnosis and rapid treatment of disease is essential to obtain possitive results of the coronary artery involvement. There is no specific laboratory test and it can be diagnosed with clinical signs. Because of insufficient criteria for clinical diagnosis in some patients, the diagnose of the disease may be delayed at some one who start with atypical symptoms. Central nervous system involvement should be an atypical start of the disease. In this article, a 7-year-old boy is presented who was diagnosed as aseptic meningitis and then Kawasaki disease following fever, erythematous rash, vomiting an abdominal pain. With early diagnosis and treatment, the cardiovascular sequelae can be prevented. Therefore, Kawasaki disease should be think on differential diagnosis especially in the patients who are unresponsive to the treatment of meningitis.
Abstract | Full Text PDF

10.Omphalomesenteric duct anomalies in neonate: Case reports
Özgül Sahiloğlu, Nurseli Toksoy, Lida Bülbül, Melike Özberk Koç, Sami Hatipoğlu
doi: 10.5222/buchd.2011.140  Pages 140 - 142
Omfalomezenterik kana lembriyonal dönemde midgut ile vitellin kese arasındaki bağlantıyı sağlayan yapıdır ve nadiren umbilikusa bağdokusu ile bağlı olabilir. Bu yazıda indirekt hiperbilirubinemi ve rutin yenidoğan muayenesi nedeniyle hastaneye başvuran, ancak muayenelerinde omfalit ve göbekten kanama tespit edilerek omfalomezenterik kanal açıklığı ve Meckel divertikülü tanıları konulan iki yenidoğan olgusu sunuldu. Yenidoğan döneminde omfalit ve göbekten kanama bulgusu olan olgularda omfalomezenterik kanal anomalileri ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır.
The omphalomesenteric duct is an embryonic structure which communicates the vitelline duct with the midgut and it may rarely be associated with umbilicus through the connective tissue. In this article, we present two term neonates with diagnosis of omphalomesenteric duct anomalies and Meckel's diverticulum. One of these neonates was hospitalised due to the indirect hyperbilirubinemia and then omfalitis was observed in this case. Umbilical hemorrhage was observed in the second neonate in the routine neonatal examination. Omphalomesenteric duct anomalies should be suspected in the case of omphalitis and umbilical cord bleeding in the neonatal period.
Abstract | Full Text PDF

11.Primary Progressive Tuberculosis in an Adolescent with Presentation of Clubbing
Tanju Çelik, Murat Tutanç, Ramazan Davran, Vefik Arıca, Mehmet Köse
doi: 10.5222/buchd.2011.143  Pages 143 - 145
Tüberküloz ülkemizde sık karşılaşılan hastalıklardan biridir, bu nedenle kronik solunum yolu yakınması olan çocuklarda mutlaka araştırılmalıdır. Çomak parmak nedeniyle başvuran bir olgu eşliğinde klinik, radyolojik, bronkoskopik ve biopsi bulguları ile primer tüberkülozun tartışılması amaçlanmıştır
On beş yaşında erkek adolesan; öksürük, yan ağrısı, kilo kaybı, iştahsızlık ve halsizlik şikâyetleri ile başvurdu. Fizik muayene esnasında her iki el parmaklarında çomak parmak görüldü. Radyografisinde sol alt lobda konsolidasyon ve parakardiyak alanda lenfadenopati ile uyumlu dansiteler görüldü. Balgamda asidorezistan bakteri (ARB) arandı. Bronkoskopik inceleme yapıldı. Biyopsi ve bronkoalveoler lavaj sıvısında asidorezistan bakteri(ARB) tespit edildi ve kültürde üreme gözlendi.
Adolesanlarda kilo kaybı, kronik öksürük, gece terlemesi, kanlı balgam yanı sıra çomak parmak görüldüğünde kronik akciğer hastalığının nedeni olarak tüberkülozun düşünülmesi gerektiğini vurgulamak için sunulmuştur.
Tuberculosis is one of the most common diseases in our country, and it should be taken into account in children presented with chronic respiratory airway diseases. hence it is being confused with some of the lung diseases. We aim to discuss the clinical, radiological, bronchoscopical and biopsy findings of primary progressive tuberculosis in a case presented with clubbing. clinical, radiological, bronchoscopical and histopathological findings. A 15-year-old male adolescent admitted to our clinic with complaints of coughing, chest pain, weight loss, anorexia and weakness. When patients were physically examined a clubbing was seen on both hand fingers. On chest radiogram, a left hilar mass compatible with lympadenopathy in paracardiac area and left lower zone infiltration were seen. Acid resistant Bacteria (ARB) was searched in the sputum. Bronchoscopical examination was done. In biopsy and bronchoalveolar lavage fluid, acid resistant bacteria were determined. Diagnosis was confirmed by bacterial culture. This case was presented to emphasize in the diagnosis of tuberculosis the reason for chronic lung disease Wwhen adolescents presented with weight loss, chronically coughing, night sweats, bloody sputum, and in addition to clubbing.
Abstract | Full Text PDF