Volume: 4  Issue: 2 - 2014
Hide Abstracts | << Back
OTHER
1.2014-2 Journal Cover

Page I
DOWNLOAD

REVIEW
2.Pedıatrıc pathology ıs not a narrow fıeld of pathology
Gülden Diniz, Safiye Aktas, Hulya Tosun Yildirim
doi: 10.5222/buchd.2014.077  Pages 77 - 81
Şöyle bir göz atıldığında pediatrik patoloji, patolojinin kısıtlı bir alanı olarak değerlendirilebilir. Çoğu insan pediatrik patolojinin gereksiz bir yandal olduğuna ve pediatrik materyalleri her sıradan patologun kolayca değerlendirebileceğine inanır. Gerçekte ne pediatrik patoloji patolojinin kısıtlı bir dalıdır ne de pediatrik patologlar çok az materyal inceleyen tatilci. Tersine, zigot oluşumundan, geç adolesan döneme dek insan gelişimi son derece dinamik süreçlerden geçer ve pediatrik patoloji, gelişim dönemlerine göre de değişen normal ve patolojik mekanizmalara ilişkin geniş bilgi birikimini gerektiren çok karmaşık bir yandal uzmanlığıdır. Özetle pediatrik patolog; obstetri, jinekoloji, embriyoloji, genetik, nefroloji, nöroloji, onkoloji, dermatoloji, metabolik hastalıklar, enfeksiyon hastalıkları, adli tıp, çocuk istismarı benzeri birçok konuda bilgi sahibi olmak zorundadır. Teknik ve bilimsel donanım tüm patolojide olduğu gibi pediatrik patolojide de çok gereklidir. Ama eğer materyal çocuğun öykü ve düşlerinden, geçmiş ve geleceğinden izole olarak değerlendirilir ve pediatrik patolog ve klinisyen arasında korelasyon kurulamazsa, patolojik tanı kuşkulu olacaktır.
At a quick glance, pediatric pathology can be evaluated as a narrow field of pathology. Most people believe that pediatric pathology is unnecessary subspecialty and every ordinary pathologist can easily examine the pediatric materials. Indeed, neither pediatric pathology is a limited field of pathology, nor pediatric pathologist is a “holidaymaker” who is examining less materials. On the contrary; the human development from conception to late adolescence passes through the very dynamic stages and pediatric pathology is a very complex subspecialty requiring a broad knowledge of normal and pathologic processes that vary through development. In the final analyses, the pediatric pathologist must have a special knowledge of obstetric, gynecology, embryology, genetics, nephrology, neurology, oncology, dermatology, metabolic disorders, infectious diseases, forensic medicine, and child abuse and so on.
Technical and scientific equipments are necessary factors in pediatric pathology, as they are in every other field of pathology. But if material is isolated from the story and dreams, from the past and future of the child and if the relation between pediatric pathologist and clinician can’t be realized; pathological diagnosis will be doubtful.
Abstract | Full Text PDF

3.Treatment principles in children with cholestatic liver disease
Cahit Barış Erdur, İshak Işık
doi: 10.5222/buchd.2014.082  Pages 82 - 86
Çocuklarda, kolestatik hastalıkların çoğunun etiyolojisi bilinmemekte ve özgül bir tedavi seçeneği bulunmamaktadır. Bu olgularda tedavi patogenetik süreci baskılamaya ve kolestazın sonuçlarını düzeltmeye yönelik olmaktadır. Bu şekilde, kolestaz iyileşene kadar veya diğer uçta kolestatik süreç ilerleyerek karaciğer nakli gerektirene kadar çocukların yaşam kalitesi artırılabilmektedir. Kolestazlı hastaların tedavisi iki grupta incelenmektedir. Birinci grupta temel soruna yönelik özgül tedaviler yer almaktadır. İkinci grupta ise kolestaza ikincil olarak gelişen komplikasyonların önlenmesi ve düzeltilmesine yönelik genel tedaviler bulunmaktadır.
Bu yazıda kolestatik karaciğer hastalığı olan çocuklarda genel tedavi prensipleri tartışılmıştır.
In children, most of the cholestatic diseases have unknown etiology and there is no spesific treatment option. In these cases, therapy can only be directed toward supression of the pathogenetic processes and the amelioration of the consequences of cholestasis. By this way life quality of the children can be promoted until the recovery of the cholestasis or progression of the cholestatic process to liver transplantation requirement on the other point. Treatment modalities in children with cholestatic liver disease can be devided in to two groups. Specific treatment of underlining disease is placed in the first group and treatment and prevention of complications secondary to cholestasis itself is in the second group. In this report, general principles of treatment in children with cholestatic liver disease were discussed.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
4.Retrospective evaluation of patients with the diagnosis of acute rheumatic fever: A single center experience of 5 years
Şükrü Güngör, Önder Doksöz, Ali Fettah, Hikmet Tekin Nacaroğlu, Utku Arman Örün, Selmin Karademir
doi: 10.5222/buchd.2014.087  Pages 87 - 96
AMAÇ: Çocuk kardiyoloji kliniğinde akut romatizmal ateş (ARA) tanısı ile izlenen hastaların demografik özellikleri, klinik bulguları, laboratuvar değerleri, tedaviye yanıtları ve prognozlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEMLER: Aralık 2004-Nisan 2009 tarihleri arasında ARA tanısı ile izlenen 204 hasta arşiv dosyalarından retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Olguların %46,5’i kız, %53,5’i erkek, yaş ortalaması 10,3 ± 2,8 yıl, ortalama izlem süresi 26,8 ± 13,3 ay idi. Hastaların en sık 6-15 yaş aralığında olduğu saptandı. Hastalar en sık kış ve ilkbahar aylarında başvurdu. Eklem bulguları en sık başvuru yakınmaları iken en nadir başvuru yakınması ise subkutan nodül varlığı idi. En sık görülen majör bulgu kardit (%82.2) iken en sık görülen minör bulgu ateş yüksekliği (%28.9) idi. Karditin minör kriterler ile birlikteliğinde kardite eşlik eden ateş ve artralji’nin sıklığı, diğer majör bulgulardaki sıkılığına göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Karditin derecesi arttıkça kardiyak üfürüm, kardiyomegali ve taşikardi görülme sıklığının artığı gözlendi (p<0,05). Artrit ve kore birlikteliği hiçbir hastada saptanmadı. Artritin minör kriterler ile birlikteliğinde artrite eşlik eden ateş, lökositoz ve CRP yüksekliği sıklığının, diğer majör bulgulardaki sıklığına göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Kore olan hastalarda CRP değerindeki yüksekliğin nadir gözlenmesi istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). En sık mitral kapak tutulumu olduğu saptandı. İzlemde %18,8 oranında reaktivasyon olduğu, reaktivasyon gelişen hastaların %50’sinin ikincil koruyucu tedaviyi düzensiz kullandığı saptandı. İkincil koruyucu tedaviyi düzenli kullanan hastaların %11’inde reaktivasyon gelişti (p<0,05).
SONUÇ: Akut romatizmal ateş gelişmiş ülkelerde sıklığı ve önemi giderek azalmakla birlikte, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hala edinilmiş kalp hastalıklarının en önemli nedenini oluşturmaktadır.
OBJECTIVE: To evaluate the demographic characteristics, clinical findings, laboratory values, treatment responses and prognosis of patients who followed up with acute rheumatic fever (ARF) in pediatric cardiology clinic.
METHODS: Two hundred and four patients followed up with the diagnosis of ARF, between December 2004 and April 2009, were reviewed retrospectively from archive files.
RESULTS: 46.5% of the patients were female and 53.5% were male. Mean age was 10.3 ± 2.8 years and the mean follow-up period was 26.8 ± 13.3 months. The majority of patients were between the ages of 6-15. Patients admitted to hospital most common in winter and spring months. While the most common presenting symptom was joint findings the most rare presenting symptom was the presence of subcutaneous nodules. The most common major finding (82.2%) was carditis and the most common minor finding was the rise of ASO (92.2%), respectively. The frequency of minor criterias of fever and arthralgia associated with carditis was found to be significantly higher than that of associated with the other major findings (p<0.05). Frequency of cardiac murmur, cardiomegaly and tachycardia increased when the grade of carditis increased (p<0,05). The frequency of minor criterias of fever, leukocytosis, elevated CRP levels associated with arthritis was found to be significantly higher than that of associated with the other major findings (p<0,05). Artritis and chorea were not seen concurrently in any of the patients. CRP increament was rarely seen in patients with chorea (p<0,05). Most commonly mitral valve was involved. During the follow up, reactivation was seen in 18,8% and 50% of the patients with reactivation did not take secondary preventive treatment properly. Reactivation occurred in 11% of the patients under proper secondary preventive treatment (p<0,05).
CONCLUSION: Acute rheumatic fever is still the most common acquired cardiologic disease in under-developed and developing countries despite its decreasing importance and disease frequency in developed countries.
Abstract | Full Text PDF

5.The role of obesity in the etiology of monosymptomatic nocturnal enuresis
Evrim Emre Aksoy, Salih Budak, Yunus Yıldız, Mehmet Yücel, Fatih Düz, Bayram Sopalı
doi: 10.5222/buchd.2014.097  Pages 97 - 102
AMAÇ: Yetişkinlerde obezite ve idrar kaçırma arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok çalışma mevcuttur. Çocuklarda en yaygın idrar kaçırma sorunu olan enürezis nokturna ve obezite arasındaki ilişki açık değildir. Bu çalışmanın amacı monosemptomatik enürezis nokturna ve obezite arasındaki ilişkiyi incelemektir.
YÖNTEMLER: Aralık 2012-Ekim 2012 tarihleri arası üroloji polikliniğine idrar kaçırma şikayetiyle aileleri tarafından getirilen çocuklardan 5-15 yaş arası 150 monosemptomatik enürezis nokturna hastası ve aynı yaşta eşit sayıda 150 sağlıklı bireyden oluşan kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Her iki grup yaş, cinsiyet okul başarısı, sosyoekonomik durum, aile öyküsü, uyku derinliği ve vücut kitle indeksi açısından karşılaştırıldı. Ayrıca enürezis nokturna grubunda obezitenin yukarıdaki faktörler ve aylık idrar kaçırma sayıları üzerinde etkili olup olmadığı incelendi.
BULGULAR: Sonuçlar erkek cinsiyet, uyku derinliği, aile öyküsü mevcudiyeti yönünden enürezis nokturna grubunda kontrol gruba göre anlamlı olarak fazla bulundu (p=0.03, p=0.00, p=0.00). Okul başarısı, sosyoekonomik durum, vücut kitle indeksi açısından yapılan değerlendirmede gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmedi (p=0.3, p=0.8, p=0.4). Bu risk faktörü olarak belirlenen parametrelerin vücut kitle indeksine göre dağılımları yapıldı, aralarında farklılık izlenmedi. Enüretik hastaların idrar kaçırma sıklıklarının vücut kitle indeksine göre dağılımları yapıldığında aralarında belirgin farklılık izlenmedi. Obezitenin aylık idrar kaçırma sıklığı üzerinde de etkili olmadığı görüldü.
SONUÇ: Bizim çalışmamızda monosemptomatik enürezis nokturna ile obezite arasında bir ilişki izlenmedi. Enürezis nokturna ve obezitenin ilişkili olduğunu belirten çalışmalar neden sonuç ilişkisini ortaya net olarak koymamaktadır. Bazı çalışmalarda ortaya konan bu ilişki gündüz semptomlarına da bağlı olabilir. Bu nedenle bu konuda daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğu görülmektedir.
OBJECTIVE: In adults, many studies showing the relationship between obesity and urinary incontinence are available. In children relationship between the most common urinary incontinence problem nocturnal enuresis and obesity is not clear. The aim of this study is to investigate the relationship between primary monosymptomatic nocturnal enuresis and obesity
METHODS: Between December 2012 and October 2012, 150 children between the ages of 5 to 15 with primary monosymptomatic nocturnal enuresis brought to urology clinic by parents and equal number of the same age group of 150 healthy controls were included in the study. Both groups were compared in terms of age, gender, school achievement, socioeconomic status, family history, sleep depth, and body mass index (BMI). Also in nocturnal enuresis group, whether effect of the obesity on above factors and the number of monthly urinary incontinence are investigated.
RESULTS: Results in terms of male sex, sleep depth, presence of a family history of nocturnal enuresis group was significantly higher compared with control group (p=0,03, p=0,00, p=0,00). There were no significant differences between groups about school success, socioeconomic status, and BMI (p=0,3, p=0,8, p=0,4). Distrubition of parametres identified as a risk factor according to body mass index were made and there was no difference between them. Distrubitions of urinary incontinence frequency of enuretic patients according to body mass index were made and signifcant difference is not observed. There was no effect of obesity on monthly urinary incontinence.
CONCLUSION: Studies indicating that obesity is associated with nocturnal enuresis can not clearly present the relationship between cause and effect. In our study we didn’t observed the relationship between nocturnal enuresis and obesity. This relationship set forth in which many studies may be due to daytime symptoms. Therefore, further study is needed in this regard.
Abstract | Full Text PDF

6.Results of optical correction and occlusion therapy for anisometropic amblyopia in children aged 7 to 17 years
Eyyüp Karahan, İbrahim Tuncer
doi: 10.5222/buchd.2014.103  Pages 103 - 108
AMAÇ: Yedi yaşından sonra tespit edilmiş olan ve daha önce gözlük dışında herhangi bir tedavi almamış olan anizometropik ambliyopili çocuklarda maksimum optik düzeltme ve kapama tedavisinin sonuçlarını değerlendirmek.
YÖNTEMLER: Yedi-on iki yaş arası 25 ve 13-17 yaş arası 17 anizometropik ambliyopi hastasının dosyaları geriye yönelik incelendi. Yedi-on iki yaş arası grup 1, 12-17 yaş arası grup 2 olarak kabul edildi. Tedavi süresince hastaların iki sıra ve daha fazla görme artışı sağlanması başarı olarak kabul edildi. Tedavi başarısı iki yaş grubu arasında karşılaştırıldı. Ambliyopi şiddeti, ambliyopi nedeni ve daha önce gözlük kullanımı olup olmamasının tedavi başarısına etkisi değerlendirildi.
BULGULAR: Tedavi başarısı grup 1’de %76, grup 2’de %41 olarak tespit edildi. Özellikle grup 2’de ambliyopi şiddeti ağır olanlarda tedavi başarısı daha yüksekti ama iki grupta da bu açıdan anlamlılık tespit edilmedi. İki grupta da hipermetrop olanlardaki başarı astigmat olanlara göre daha yüksekti. Daha önce gözlük kullanmamış olanlarda başarı oranı daha yüksekti.
SONUÇ: Daha önce kapama tedavisi yapılmamış 7-17 yaş arası anizometropik ambliyopi hastalarında maksimum optik düzeltme ile beraber kapama tedavisi yapılması görsel başarı sağlamaktadır.
OBJECTIVE: To evaluate the effectiveness of occlusion therapy in the patients whose amblyopia realized after the age of 7 years and who treated with only glasses before this age.
METHODS: The files of 25 patients between 7-12 years and 17 patients between 13-17 years were retrospectively evaluated. The patients who were between 7-12 years were accepted as group 1, and who were between 13-17 years were accepted as group 2. Improvement of two lines or more was agreed to be succesful. Two grops were compared with regard to success rates. The effect of severity of amblyopia, the cause of anisometropic amblyopia and the prior usage of glasses on treatment success were elucidated.
RESULTS: Success rate was 76% in group 1, and 41% in group 2. Although in both groups there was no statistically significance, the success rate in patients with severe amblyopia was better when compared with patients with moderate amblyopia. The success rate was better in patients with hypermetropia when compared with patients with astigmatisma in both groups. The success rate was better in patients who were not priorly weared glasses.
CONCLUSION: Optic correction and occlusion therapy are effective in patients with age of 7 to 17 years who had no previous occlusion treatment.
Abstract | Full Text PDF

7.Hospital and health care satisfaction levels of the parents whose children stay in hospital
Duygu Arıkan, Fatma Saban, Nazan Gürarslan Baş
doi: 10.5222/buchd.2014.109  Pages 109 - 116
AMAÇ: Bu araştırmada hastanede çocuğu yatan ebeveynlerin hastaneye ve sağlık bakımına yönelik memnuniyet düzeylerini belirlemek amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Araştırma, kurumlardan gerekli izinler alındıktan sonra bir üniversite hastanesinde tanımlayıcı nitelikte yapılmıştır. Araştırmanın evrenini Nisan-Haziran 2012 aylarında çocuğu hastanede yatan ulaşılabilen tüm ebeveynler oluşturmuş, herhangi bir örneklem yöntemine gidilmeden, belirtilen tarihlerde hastanede olan ve araştırmaya katılmak isteyen 171 ebeveyn araştırma kapsamına alınmıştır. Veri toplamada, kişisel bilgi formu ile PedsQL Sağlık Bakımı Memnuniyet Ölçeği kullanılmıştır. Veriler SPSS (Statistical Package For Social Sciences) 13.0 paket programında yüzdelik dağılım, ortalama, standart sapma, t testi, ANOVA, Kruskal Wallis, Mann Whitney U testi ve Alpha katsayı hesaplaması kullanılarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çocuğun hastanede yatış süresi arttıkça genel memnuniyet ortalaması azalmakta (p<0.05), hastanede kendi gereksinimini karşılayamayan ebeveynlerin, teknik beceri ve duygusal gereksinim memnuniyeti alt boyutları ortalamalarının azaldığı (p<0.05), kalacak yeri olmayanların duygusal gereksinim memnuniyeti alt boyut ortalamasının azaldığı (p<0.05), evde başka çocuğu olanların duygusal gereksinim memnuniyetinin düşük olduğu (p<0.05), çocuğun hastalığının aileye maddi yük getirenlerin aile katılımı ve genel memnuniyetinin daha düşük olduğu (p<0.05) belirlenmiştir.
SONUÇ: Ebeveynlerin aldıkları hizmetlerden memnuniyet düzeylerinin düşük olduğu belirlenmiştir. Bu doğrultuda hemşirelerin çocuğu hastanede yatan ailelerin çocuklarıyla ilgili işlemlere karar verilmesinde söz sahibi olmasına ve işlemler sırasında çocuğunun yanında olmasına izin vermeleri ve çocuğa yapılacak işlemler konusunda aileleri bilgilendirmesi önerilebilir.
OBJECTIVE: This research is done with the aim of determining hospital and health care satisfaction levels of the parents whose children stay in hospital.
METHODS: Research was carried out descriptively at Ataturk University Health Research and Application Hospital after necessary permissions were taken from institutions. Parents whose children would stay at hospital between April-June 2012 formed the structure of the research and without any illustration 171 volunteer parents were included in research. In collecting data, “PedsQL Health Care Satisfaction Scale and descriptive information form were used. In evaluating data statistically percentage distributions, average, t test, ANOVA, Kruskal Wallis, Mann Whitney U test and Alpha coefficient were used.
RESULTS: It was determined that there is statistically important difference at communication and technical skill sub-dimensions (p<0,05).
It was confirmed that the more child stay at hospital, the less general satisfaction is (p<0,05), average of technical skill and emotional necessity sub-dimensions of parents who cannot supply their own necessities, decrease (p<0,05), average emotional necessity satisfaction of the ones who have no accommodation, falls (p<0,05), satisfaction level of the ones who have another child at home is low (p<0,05), family participation and general satisfaction of the ones whose child brings financial responsibility is low (p<0,05).

CONCLUSION: That the levels of their satisfaction from the services the parents get are low is determined. Accordingly, it is offered that the nurses should have a right to make decisions on the processes related to families’ children who are staying in hospital and let them be with their children during the processes and give them information on the processes that will be made to the children.
Abstract | Full Text PDF

8.The level of knowledge and attitudes of mothers to genetically modified organisms
Sibel Öztürk
doi: 10.5222/buchd.2014.117  Pages 117 - 122
AMAÇ: Amaç: Annelerin genetiği değiştirilmiş organizmalardan üretilen ürünlere yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemektir.
Yöntem: Tanımlayıcı olan araştırmanın evrenini Erzurum il sınırları içerisinde bir aile sağlığı merkezine bağlı bölgede oturan 0-1 yaş bebeği olan anneler oluşturmuş, basit rastgele örnekleme yöntemi ile seçilen ve araştırmaya katılmayı kabul eden 397 anne ile çalışılmıştır. Veriler, Haziran-Eylül 2013 literatüre dayalı hazırlanan bir soru formu ile toplanmıştır. Verilerin analizinde, yüzdelikler ve ortalama uygulanmıştır. Etik ilkelere uyulmuştur.
Bulgular: Annelerin GDO’lara yönelik risk algıları yüksek, fakat bilgi düzeyleri düşüktür. Annelerin GDO’lu ürünleri çocuk beslenmesinde kullanmak istemediklerini ve bu ürünlerin çocuk beslenmesinde zararlı etkilerinin olacağını düşünmektedirler. Ayrıca annelerin büyük çoğunluğu bu ürünleri satın almayacağını ifade etmiştir.
Sonuç: Annelerin konu ile ilgili bilgi eksikliklerini gideren ve farkındalıklarını artıran eğitim etkinlikleri düzenlenmelidir. Konu ile ilgili olarak zarar veya yarar yargısına varmak şu an için mümkün değildir. Fakat, çevremize ve gelecek nesillere etkileri olabilecek risklerin en aza indirilmesi ve bunun için gerekli önlemlerin alınması göz ardı edilmemelidir.
Anahtar Kelimeler: Anne, genetiği değiştirilmiş organizmalar, bilgi ve tutum, hemşire

Amaç: Annelerin genetiği değiştirilmiş organizmalardan üretilen ürünlere yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemektir.
Yöntem: Tanımlayıcı olan araştırmanın evrenini Erzurum il sınırları içerisinde bir aile sağlığı merkezine bağlı bölgede oturan 0-1 yaş bebeği olan anneler oluşturmuş, basit rastgele örnekleme yöntemi ile seçilen ve araştırmaya katılmayı kabul eden 397 anne ile çalışılmıştır. Veriler, Haziran-Eylül 2013 literatüre dayalı hazırlanan bir soru formu ile toplanmıştır. Verilerin analizinde, yüzdelikler ve ortalama uygulanmıştır. Etik ilkelere uyulmuştur.
Bulgular: Annelerin GDO’lara yönelik risk algıları yüksek, fakat bilgi düzeyleri düşüktür. Annelerin GDO’lu ürünleri çocuk beslenmesinde kullanmak istemediklerini ve bu ürünlerin çocuk beslenmesinde zararlı etkilerinin olacağını düşünmektedirler. Ayrıca annelerin büyük çoğunluğu bu ürünleri satın almayacağını ifade etmiştir.
Sonuç: Annelerin konu ile ilgili bilgi eksikliklerini gideren ve farkındalıklarını artıran eğitim etkinlikleri düzenlenmelidir. Konu ile ilgili olarak zarar veya yarar yargısına varmak şu an için mümkün değildir. Fakat, çevremize ve gelecek nesillere etkileri olabilecek risklerin en aza indirilmesi ve bunun için gerekli önlemlerin alınması göz ardı edilmemelidir.
Anahtar Kelimeler: Anne, genetiği değiştirilmiş organizmalar, bilgi ve tutum, hemşire

Annelerin genetiği değiştirilmiş organizmalardan üretilen ürünlere yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemektir.


YÖNTEMLER: Tanımlayıcı olan araştırmanın evrenini Erzurum il sınırları içerisinde bir aile sağlığı merkezine bağlı bölgede oturan 0-1 yaş bebeği olan anneler oluşturmuş, basit rastgele örnekleme yöntemi ile seçilen ve araştırmaya katılmayı kabul eden 397 anne ile çalışılmıştır. Veriler, Haziran-Eylül 2013 literatüre dayalı hazırlanan bir soru formu ile toplanmıştır. Verilerin analizinde, yüzdelikler ve ortalama uygulanmıştır. Etik ilkelere uyulmuştur.
BULGULAR: Annelerin GDO’lara yönelik risk algıları yüksek, fakat bilgi düzeyleri düşüktür. Annelerin GDO’lu ürünleri çocuk beslenmesinde kullanmak istemediklerini ve bu ürünlerin çocuk beslenmesinde zararlı etkilerinin olacağını düşünmektedirler. Ayrıca annelerin büyük çoğunluğu bu ürünleri satın almayacağını ifade etmiştir.
SONUÇ: Annelerin konu ile ilgili bilgi eksikliklerini gideren ve farkındalıklarını artıran eğitim etkinlikleri düzenlenmelidir. Konu ile ilgili olarak zarar veya yarar yargısına varmak şu an için mümkün değildir. Fakat, çevremize ve gelecek nesillere etkileri olabilecek risklerin en aza indirilmesi ve bunun için gerekli önlemlerin alınması göz ardı edilmemelidir.
Anahtar Kelimeler: Anne, genetiği değiştirilmiş organizmalar, bilgi ve tutum, hemşire
OBJECTIVE: To determine the levels of knowledge and attitudes of mothers regarding the products produced by the genetically modified organisms.
METHODS: The study population of this descriptive research consists of the mothers that have infants (0-1 year of age), resident in an area of a family health center within the boundaries of the Province of Erzurum, and 397 mothers, who had been selected by simple random sampling method and had accepted to participate in the research, were included in the study. Data were collected in June-September 2013 through a questionnaire prepared based on the literature. Percentages and averages were applied to analyze the data. Ethical principles were applied.
RESULTS: Mothers' perceptions of risk on GMOs was high, but their level of knowledge was low. Mothers do not want to use GMO products in children's nutrition and consider that these products are likely to have harmful effects in children's nutrition. In addition, the majority of mothers stated that they would not purchase these products.
CONCLUSION: Training events should be organized to eliminate the lack of knowledge and to increase awareness of mothers about the issue. It is not possible to draw a harm or benefit conclusion regarding the issue for the moment. However, minimize the risks that will possibly affect our environment and the future generations, and taking the necessary measures should not be ignored.

Training events should be organized to eliminate the lack of knowledge and to increase awareness of mothers about the issue. It is not possible to draw a harm or benefit conclusion regarding the issue for the moment. However, minimize the risks that will possibly affect our environment and the future generations, and taking the necessary measures should not be ignored.

Keywords: Mothers, Genetically Modified Organisms, knowledge and attitudes, nurses


Abstract | Full Text PDF

9.The effectiveness and timing of probing for the treatment of congenital nasolacrimal duct obstruction
Neslihan Zengin, Mehmet Özgür Zengin
doi: 10.5222/buchd.2014.123  Pages 123 - 127
AMAÇ: Doğumsal nazolakrimal kanal tıkanıklığı (DNLKT) olan hastalarda sondalama tedavisinin etkinlik ve yaş gruplarına göre başarı oranlarını değerlendirmek.
YÖNTEMLER: Bu çalışmada, DNLKT nedeni ile 2010-2012 yılları arasında sondalama işlemi uygulanan hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların sondalama yapıldığı zamandaki yaşı, işlem sonrası sulanma şikayetinin durumu, epiforanın varlığı ve floresein kaybolma testinin sonuçları not edildi. Ameliyat sonrası dönemde işlemin başarısı ve komplikasyonlar yaş gruplarına göre değerlendirildi.
BULGULAR: Doğumsal nazolakrimal kanal tıkanıklığı tanısı alan 46 kız (%55.0), 38 erkek (%45.0) toplam 84 hasta çalışmaya alındı. Olguların yaş ortalaması 16.4 ay (12-34 ay) ve ortalama takip süresi 10.4 ay (6-18 ay) idi. Yirmi bir olguda her iki gözüne olmak üzere toplam 105 göze probing uygulandı. Olguların 46’sı 12-24 ay arasında, 38'i 24 aydan büyüktü. Sondalama ile 105 gözün 78’inde (%74.3) başarı sağlandı. Yaş gruplarına göre değerlendirildiğinde sondalama ile başarı oranı, 12-24 ay grubunda %86.7 (60 gözün 52'si), 24 ayın üzerindeki hastalarda ise %57.7 (45 gözün 26'sı) olarak saptandı. Olguların hiçbirinde takip süresi boyunca herhangi bir komplikasyon izlenmedi.
SONUÇ: Konservatif tedavi ile hayatın ilk yılında düzelmeyen doğumsal nazolakrimal kanal tıkanıklığı olguları için sondalama işlemi erken yaş gruplarında etkili bir tedavi şeklidir. Hastanın yaşı arttıkça başarı şansı azalacağı için uygulamada geç kalınmaması gerekmektedir.
OBJECTIVE: To evaluate the efficacy of probing in patients with congenital nasolacrimal duct obstruction and to evaluate the success rate among age groups.
METHODS: The charts of patients who underwent probing for congenital nasolacrimal duct obstruction between 2010 and 2012 were retrospectively reviewed. Patients’ ages at the time of probing, the presence of watering complaints and epiphora, and fluorescein dye disappearance test results after the procedure were recorded. Postoperative follow up, safety and efficacy were evaluated according to age groups.
RESULTS: Eighty-four patients (46 girls (55.0%), 38 boys (45.0%)) diagnosed as congenital nasolacrimal duct obstruction were included in the study. The mean age of patients was 16.4 months (12-34 month) and mean follow up was 10.4 months (6-18 months). Probing was performed to both eyes in 21 patients, i.e. to 66 eyes in total. Forty-six patients were between 12 and 24 months, and 38 patients were over 24 months. By probing, success was achieved in 78 of 105 eyes (74.3%). According to the age group, success rate of probing was 86.7% (52 of 60 eyes) in patients between 12-24 months and 57.7% (26 eyes of 45) in those over 24 months. No complications were noted during follow-up.
CONCLUSION: Probing is an effective treatment for congenital nasolacrimal duct obstruction in cases not improving with conservative treatment in the early age group. As the age increases, the chance of success decreases, thus the application should not be delayed.
Abstract | Full Text PDF

10.Determination of the state anxiety levels of 9-12 year-old children applying to oral and dental health center
Zila Özlem Kırbaş, Hava Özkan
doi: 10.5222/buchd.2014.128  Pages 128 - 134
AMAÇ: Araştırma, ağız ve diş sağlığı merkezine muayene ve tedavi amacıyla başvuran 9-12 yaş grubu çocukların durumluk kaygılarının değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEMLER: Araştırma; Erzurum il merkezindeki Ağız ve Diş Sağlığı merkezine muayene ve tedavi amacıyla başvuran 9-12 yaş grubu çocuklar ile 01 Nisan 2011-15 Haziran 2011 tarihleri arasında tanımlayıcı nitelikte yapılmıştır. Evrenin bilinmiyor olduğu durumlarda kullanılan örneklem formülü ile katılımcı sayısı en az 233 kişi olarak hesaplanmış, ancak 248 çocuk ile araştırma tamamlanmıştır. Anket formu ve Durumluk Kaygı Ölçeği kullanılarak veriler toplanmıştır. Etik kurul kararı, ilgili kurum izini, ebeveyn ve çocukların onamları alınmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde; yüzdelik dağılım, varyans analizi ve t testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Çocukların; % 52.4’ünün erkek olduğu, %78.6’sının il merkezinde yaşadığı, % 71.4’ünün sabah akşam dişlerini fırçaladığı % 89.1’inin altı ayda bir kontrole gitmediği belirlenmiştir. Daha önce diş muayene ve tedavisine giden çocukların ölçek toplam puan ortalamalarının 45.60±5.82 olduğu, ilk kez diş muayene ve tedavisi için gelen çocukların ise 47.67±4.82 olduğu saptanmış ve gruplar arasındaki fark önemli bulunmuştur.
SONUÇ: Ağız ve diş sağlığı için başvuran çocukların durumluk kaygı puanlarının yüksek olduğu saptanmıştır.
OBJECTIVE: The purpose of this study was to evaluate the state anxieties of 9-12 year-old children applying to oral and dental health centers for examination and treatment.
METHODS: This descriptive study was conducted with 9-1 year-old children applying to the Oral and Dental Health center in the city center of Erzurum for examination and treatment between 01 April 2011 and 15 June 2011. The number of participants was calculated as at least 233 with the help of the sample formula, which is used in cases when the population is obscure; however, the study was completed with 248 children. The data were collected by using the questionnaire form and State Anxiety Scale. Along with decision of the ethical committee; permission of the relevant institution and consents of both parents and children were received. Percentage distribution, analysis of variance, and t test were used to assess the data.
RESULTS: It was determined that 52.4% of the children were male, 78.6% lived in the city center, 71.4% brushed their teeth in the morning and in the evening, and 89.1% did not go for a check-up once every six months. It was also determined that while children who had previously gone for a dental examination and treatment had total scale mean score of 45.60±5.82, children who went for a dental examination and treatment for the first time had total scale mean score of 47.67±4.82 and the difference between groups was found to be significant.
CONCLUSION: It was found out that children who applied for their oral and dental health had high state anxiety scores.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
11.Transient striatal involvement with frequent seizures and fast recovery associated with Mycoplasma pneumoniae infection
Uluç Yiş, Pakize Karaoğlu, Ayşe İpek Polat, Handan Güleryüz, Semra Hız
doi: 10.5222/buchd.2014.135  Pages 135 - 138
Mycoplasma pneumoniae atipik pnömoni etkenidir ve akciğerler dışındaki organ ve sistemleri de etkileyebilir; en sık ekstrapulmoner etkilenim sinir sisteminde görülür. Mycoplasma pneumoniae enfeksiyonu ile ilişkili sık nöbetler, nöropsikiyatrik semptomlar ve geçici basal ganglion tutulumu nadir olarak bildirilmiştir. Burada tekrarlayan nöbetleri, halüsinasyon gibi nöropsikiyatrik bulguları ve geçici bazal ganglion tutulumu olan, klinik bulguları kısa sürede düzelen bir olgu sunulmuştur.
Mycoplasma pneumoniae is a pathogen of atypical pneumonia and can cause various kinds of extrapulmonary manifestations. Central nervous system is the most affected organ during or after the course of Mycoplasma pneumoniae infections. Presentation with recurrent seizures, neuropsychiatric symptoms and transient basal ganglia involvement have been rarely described. Here we report a case with recurrent seizures and neuropsychiatric presentation including hallucinations and transient basal ganglia involvement with rapid clinical improvement.
Abstract | Full Text PDF

12.Massive bleeding with intussusception due to meckel's diverticulum: a case report
Esma Altınel Açoğlu, Gonca Yılmaz, Aytaç Kenar, Ayşe Karaman, Ferda Özbay Hoşnut, Nazlı Altun Yoloğlu, Sema Apaydın, Hatice Gökçe Çınar
doi: 10.5222/buchd.2014.139  Pages 139 - 142
Meckel divertikülü gastrointestinal sistemin en sık görülen doğumsal anomalisidir. Omfalomezenterik kanalın intrauterin 5-7. haftada kapanmaması sonucunda oluşmaktadır. Çocukluk çağında sıklıkla bağırsak tıkanıklığı ve kanama tablosuyla karsımıza çıkan, yasamı tehdit edici komplikasyonlara neden olabilen ve bazen akut karın nedeniyle ameliyat edilen bir patolojidir. Semptomatik meckel divertikülü tanısında sıklıkla güçlük yaşanmaktadır. Burada hayatı tehdit eden tekrarlayıcı alt gastrointestinal kanaması ile başvuran ve operasyon sonucu meckel divertikülü ile invajinasyon tanısı alan 1 yaşında erkek olgu ve ayırıcı tanıda yaşanan güçlükler literatür gözden geçirilerek sunulmuştur.
Meckel’s diverticulum is the most common congenital anomaly of the gastrointestinal tract. It is originated from nonclosure of omphalomesenteric tube between 5-7th intrauterine week. Most cases of Meckel's diverticula are asymptomatic. This pathologic lesion could lead to intestinal obstruction and bleeding, life threatening and can cause acute abdomen which mandatory laparatomy during childhood. The diagnosis of symptomatic meckel’s diverticulum is often difficult to make. Here, we report a case of a one-year-old boy presented with recurrent life-threatening lower gastrointestinal bleeding and meckel’s diverticulum with intussusception was diagnosed result of the operation and review the literature for difficulties in identifying.
Abstract | Full Text PDF

13.Transient complete atrioventricular block in a patient with Blackfan-Diamond anemia due to severe hypothyroidism
Helen Bornaun, Kazım Öztarhan, Murat Muhtar Yılmazer, Kemal Nişli, Rukiye Eker Ömeroğlu, Aygün Dindar
doi: 10.5222/buchd.2014.143  Pages 143 - 147
Burada bradikardi semptomları ile başvuran Blackfan-Diamond anemisi tanılı 14 yaşında erkek hasta sunulmaktadır. Başvuru sırasında çekilen elektrokardiyografide ortalama kalp hızının 51/dk olduğu tam atriyoventriküler blok saptanmıştı. Laboratuvar verileri endokrin anormallikleri ve ağır hipotiroidiyi göstermekteydi. Tanıdan sonra uygulanan şelasyon ve levotiroksin tedavisi sonrası atriyoventriküler blok aşamalı olarak kayboldu.
We report a 14-year-old boy with a previous diagnosis of Blackfan-Diamond anemia (BDA) who presented with the complaint of bradycardia. Electrocardiogram (ECG) showed complete atrioventricular (AV) block with the mean heart rate 51 beats per minute on admission. Laboratory data revealed endocrine abnormalities and severe hypothyroidism. Soon after chelation and levothyroxine therapy the AV block was disappeared gradually.
Abstract | Full Text PDF

14.An infant presenting with acute gastroenteritis and intestinal edema and diagnosed as Kawasaki disease: Case report
Cahit Barış Erdur, Nagehan Katipoğlu, Ferah Genel, Erhan Özbek, Rahmi Özdemir, Timur Meşe, Emel Ataş Berksoy, Tanju Çelik
doi: 10.5222/buchd.2014.148  Pages 148 - 152
Kawasaki hastalığı etiyolojisi bilinmeyen akut, febril, sistemik bir vaskülittir. Yaygın ve ciddi bir komplikasyonu olan koroner arter tutulumunun yanında başka sistemleri de tutabilir. Özgün olmayan klinik tablo ile başvuru tanı ve tedavide gecikmelere ve koroner arter tutulum riskinin artmasına yol açar. Yazımızda, uzamış ateş, akut gastroenterit ve intestinal ödem tablosunda başvuran, izleminde ortaya çıkan klinik ve ekokardiyografik bulgular ile Kawasaki hastalığı tanısı alan ve başarı ile tedavi edilen sekiz aylık bir erkek hasta sunulmuştur.
Kawasaki disease is acute, febril and systemic vasculitis with unknown etiology. Beside coronary arter involvement, which is the most serious and commonest complication, Kawasaki disesase may also affect other systems. Presentations with nonspesific clinical pictures, lead to delays in the diagnosis and the treatment of the disease and increase the risk of coronary arter involvement. In this report, we present an eight months old boy with prolonged fever, acute gastroenteritis and intestinal edema on admission, who was diagnosed as Kawasaki disease on the course of the disease with the subsequently developed clinical and echocardiographic findings and treated successfully.
Abstract | Full Text PDF