Volume: 3  Issue: 2 - 2013
Hide Abstracts | << Back
OTHER
1.2013-2 Journal Cover

Page 77
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
2.Treatment of atopic dermatitis in children
Pınar Uysal, Nevin Uzuner
doi: 10.5222/buchd.2013.077  Pages 77 - 86
Atopik dermatit çeşitli çevresel tetikleyicilerin ortaya çıkardığı aşırı cilt duyarlılığı ile ilişkili kronik enflamatuar bir deri hastalığıdır. Tedavinin amacı kronik enflamasyonun baskılanması ve akut alevlenmelerin kontrol altına alınmasını içerir. Hastaların eğitimi hastalıklarının algılanması ve kaşıntının kontrol edilme davranışındaki değişimin arttırılması için önem taşımakta, ve böylece daha iyi bir cilt bakımı ve hayat kalitesinde artmaya neden olmaktadır. Uygun tedavi ile mikrobiyal kolonileşme, yayılan cilt enfeksiyonları ve ileri sistemik komplikasyonların önlenmesi için gereklidir. Atopik dermatitin temel tedavisi düzenli nemlendirici kullanımı ile uygun cilt bakımının sağlanması ve belirli tetikleyici etkenlerden uzak durulmasını içerir. Topikal kortikosteroidler ve kalsinörin inhibitörleri ağır atopik dermatit tedavisinin köşe taşını oluşturur. Topikal kortikosteroidler ile artan yan etki riski proaktif tedavi uygulaması ve kar/zarar oranının dengelenmesi ile azaltılabilir. Topikal kalsinörin inhibitörleri hassas cilt bölgelerine güvenle uygulanabilen steroid içermeyen topikal anti-enflamatuar ilaçlardır. İleri tedavi seçenekleri, hastalığın ağırlığına bağlı olarak, basamak tedavisi şeklinde çoklu tedavilerin eklenmesini içerir. Ağır atopik dermatitli olgularda, sistemik tedavi seçenekleri oral steroidleri, bağışıklık sistemini baskılayan ilaçları, ıslak pansumanı ve immunoglobulin G tedavisini içerir. Sistemik antibiyotik tedavisi yaygın ikincil bakteriyel cilt enfeksiyonlarında kullanılmalıdır. Atopik dermatit tedavisi hastalığın ağırlığına ve hastanın klinik durumuna göre bireyselleştirilmelidir.
Atopic dermatitis is a common chronic inflammatory skin disease associated with cutaneous hyperreactivity to various environmental triggers. The aim of the treatment should be focused on suppression of chronic inflammation and control of acute exacerbations. Education of the patient is necessary to increase the disease perception and scratch control behaviour modification, that will lead a better skin care and improvement in quality of life. The propriate treatment is also necessary for prevention of microbial colonization, invasive skin infections and further systemic complications. Basic therapy of AD should comprise optimal skin care with regular use of emollients, and avoidance from specific triggering factors. Topical treatments like topical corticosteroids and calcineurin inhibitors are the milestone of the severe atopic dermatitis. The risk of adverse effects induced by TCS could be reduced by proactive treatment modality and balancing risk/benefit ratio. Topical calcineurin inhibitors allow a steroid-free anti-inflammatory topical treatment with a safe use to sensitive skin areas. Further treatment options, on the basis of disease severity, includes the addition of multiple therapeutic agents in a step-wise approach. In severe cases of atopic dermatitis, systemic treatment options including oral steroids, immunosuppressant drugs, wet wrap and immunoglobulin G can be considered. Systemic antibiotic treatment is indicated for widespread bacterial secondary skin infections. The management of atopic dermatitis should be individualized according to the severity of the disease and patients clinical conditions.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
3.Evaluation of the quality of sleep in patients diagnosed with epilepsy and their mothers
Erhan Bayram, Yasemin Topcu, Pakize Karaoğlu, Uluç Yiş, Semra Hız Kurul
doi: 10.5222/buchd.2013.087  Pages 87 - 92
AMAÇ: Epilepsi tanısıyla izlenen olgular ve annelerinde uyku bozukluklarını ve eşlik eden nedenleri saptamak.
YÖNTEMLER: Çalışmaya idiopatik epilepsi tanısıyla izlenen yetmiş olgu ve anneleri dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen olgular ve annelerine Pittsburg Uyku Kalite İndeksi uygulandı. Çalışma öncesi Dokuz Eylül Üniversitesi etik kurulundan onay alındı.
BULGULAR: Olguların 31’i (%44.3) kız, 39’u (%55.7) erkek idi. Yaş ortalaması 11.39±2.76 yıl olarak belirlendi. Sık nöbet geçiren çocuklarda uyku bozukluğunun daha sık görüldüğü saptandı. Epileptik nöbet tipi ve elektroensefalografi anormalliği ile uyku bozukluğu arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Çocuklarında uyku kalite skoru yükseldikçe annelerinde de uyku bozukluğu görülme sıklığının arttığı belirlendi.
SONUÇ: Sık epileptik nöbet geçiren hastalar ve anneleri uyku bozuklukları açısından da değerlendirilmelidir.
OBJECTIVE: To detect the sleep disorders and comorbid conditions in patients with epilepsy and their mothers.
METHODS: Seventy patients diagnosed with idiopathic epilepsy and their mothers were included in the study. Pittsburg Sleep Qualty Index were performed to the patients and their mothers. Seventy patients diagnosed with idiopathic epilepsy were included in the study. The study was approved by local ethics committee of Dokuz Eylul University.
RESULTS: Among the patients 31 (44.3 %) were female and 39 (55.7 %) were male. The mean age was 11.39±2.76 years. Sleep disorders were more prevalent in children with frequent seizures. There were no significant relationship between type of epileptic seizures, electroencephalographic abnormalities and sleep disturbance. The prevalence of sleep disorders were increased in mothers who have children with increased sleep quality scores.
CONCLUSION: Patients with frequent epileptic seizures and also their mothers should be evaluated for sleep disorders.
Abstract | Full Text PDF

4.May goat’s milk be an alternative to cow’s milk?
Canan Şule Ünsal, İlker Günay, Hikmet Tekin Nacaroğlu, Demet Can
doi: 10.5222/buchd.2013.093  Pages 93 - 96
AMAÇ: İnek sütü alerjisi olan bebeklerin izleminde inek sütü yerine geçecek alternatifler aranmaktadır. Çapraz duyarlılık olması nedeniyle önerilmese de keçi sütü yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada inek sütü alerjisi saptanmış bebeklerde keçi sütü duyarlılığının sıklığı araştırılmıştır.
YÖNTEMLER: Alerji Kliniği’nde 1.1.2010-31.12.2010 tarihleri arasında inek sütü alerjisi tanısı alan 34 olgu değerlendirildi. Bu olgular arasından prick test ve provokasyon testi ile IgE aracılı inek sütü alerjisi olduğu kanıtlanmış 24 olgu çalışmaya alındı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 24 inek sütü alerjili hastanın %79’unda keçi sütü duyarlılığı olduğu saptanmıştır.
SONUÇ: Az sayıda da olsa çapraz duyarlılık göstermeyen hastalarda keçi sütünün kullanılabileceği düşünülmüştür
OBJECTIVE: There is a need for an alternative food for babies who have cow’s milk allergy. Although there is usually cross reaction to goat’s milk, it is widely consumed. In this study, we tried to find the frequency of goat’s milk allergy among infants with cow’s milk allergy
METHODS: Thirtyfour children who have diagnosed as cow's milk allergy between 1.1.2010 and 31.12.2010 at Allergy Department were investigated. From those children, 24 of them enrolled to the study group who had positive prck test and provocation test and diagnosed as IgE mediated cow's milk allergy.
RESULTS: Of the 24 babies with cow’s milk allergy, 79% were also sensitive to goat’s milk.
CONCLUSION: It is considered that goat’s milk could be used in patients who are not sensitive to goat’s milk, even though they are a small minority.
Abstract | Full Text PDF

5.Oral health status and associated socioeconomic factors among primary school students in Kemalpaşa district of Izmir
Hür Hassoy, Işıl Ergin, Reci Meseri, Gülengül Mermer, Emre H Erden
doi: 10.5222/buchd.2013.097  Pages 97 - 104
AMAÇ: Çocukluk döneminde kritik öneme sahip olan ağız ve diş sağlığı ihmal edilen başlıklardan birisidir. Ağız diş sağlığı sorunları toplumun sosyoekonomik olarak dezavantajlı kesimlerinde daha fazladır. Bu araştırmanın amacı; İzmir İli Kemalpaşa İlçesi ilköğretim okulu 6. ve 7. sınıf öğrencilerinde ağız ve diş sağlığı durumunu, çürük sıklığı ve DMF-T değerleri üzerinden değerlendirmek ve ilişkili sosyoekonomik etmenleri belirlemektir.
YÖNTEMLER: Kesitsel olan çalışma, ilköğretim 6. ve 7. sınıf öğrencilerinde yürütülmüştür. Araştırmada toplam 832 öğrenciye ulaşılmıştır. (merkez ilköğretim okullarından 624, köy ilköğretim okullarından 208). Diş çürüğü varlığı ve DMF-T değeri bağımlı değişkenlerdir. Yaş, cinsiyet, okul tipi, refah düzeyi, anne eğitimi, baba eğitimi, sağlık güvencesi varlığı ve babanın işi bağımsız değişkenlerdir. Verilerin analizinde ki-kare testi ve lojistik regresyon analizi kullanılmıştır.
BULGULAR: Öğrencilerin %60.3’ünün kalıcı dişlerinde en az bir çürük saptanmıştır. Araştırma grubunun DMF-T değeri ortalaması 1.55’dir. Kalıcı dişlerde diş çürüğü riski; kırsal özellikteki okul öğrencilerinde 2.00 kat (1.10-3.66), düşük refah grubunda 1.64 kat (1.06-2.54), düşük eğitimli annelerin çocuklarında 1.95 kat (1.10-3.48) daha fazladır. Sıfırdan büyük DMF- değeri olma, düşük eğitimli annelerin çocuklarında 2.06 kat (1.12-3.81) daha fazladır.
SONUÇ: Öğrencilerin ağız diş sağlığı durumu tedavi ve önlem alma ihtiyacının önemli düzeyde olduğunu göstermektedir. Düşük anne eğitimi, düşük refah düzeyi, babanın işsiz olması ve kırsal bölge ilköğretim okulunda okumak, ağız diş sağlığı sorunlarıyla ilişkili sosyoekonomik etmenlerdir. Ağız diş sağlığı hizmetlerinin koruyucu ve tedavi edici unsurları içererek, tüm çocukları hedeflemesinin yanı sıra saptanan risk grupları için ağırlıklandırılan bir hizmet yaklaşımı içerisinde, okullarda ve birinci basamak kurumlarında verilmelidir.
OBJECTIVE: Oral health, although very critical in childhood period is amongst the neglected issues. Oral health problems are more prevalent in socioeconomically disadvantaged groups of the population. The aim of this study is to evaluate the oral health status regarding, prevalence of dental carries and DMF-T values and the associated socioeconomic factors among 6. and 7. grade students of Kemalpaşa district in Izmir City.
METHODS: This cross-sectional study has been executed among 6. and 7. grade students. A total of 832 students were evaluated. (624 in urban primary schools, 208 in rural primary schools). Dental carries and DMF-T score were the dependent variables.. Age, sex, school type, wealth status, mother's and father’s education, health insurance, father’s occupation were the independent variables. The univariate analysis were performed with Chi-square test, the multivariate analysis were performed by the logistic regression analysis.
RESULTS: Among the students 60.3% had at least one dental carries in their permanent teeth.The mean DMF-T score is 1.55 in the study population. The risk of dental carries in the permanent teeth increases 2.00 times (1.10-3.66) in students of the rural schools, 1.64 times (1.06-2.54) in low wealth status, 1.95 times (1.10-3.48) in students who have low educated mothers. The risk of having a DMF-T score above zero increases 2.06 times (1.12-3.81) for students who have educated mothers
CONCLUSION: The oral health status of the students show the need for treatment and prevention is at an important level. Low education status of mother, low wealth status, unemployment of the father and attending an urban primary school are the socioeconomic variables associated with oral health problems. Oral health services which should include preventive and therapeutic measures must aim to cover all children as well as pertaining a service approach weighted according to risk groups should be given at schools and primary health care centers.
Abstract | Full Text PDF

EXPERIMENTAL WORK
6.Biochemical biomarkers for detection of nephrotoxicity and cardiotoxicity in cisplatin administered rats
Ayfer Çolak, Burak Toprak, Hülya Yalçın, Zekiye Altun, Gülden Diniz, Aybüke Olgun, Osman Yılmaz, Safiye Aktaş
doi: 10.5222/buchd.2013.105  Pages 105 - 109
AMAÇ:
Sisplatin yaygın olarak kullanılan antikanserojen bir ilaçtır. Bu çalışmanın amacı, sisplatinin nefro ve kardiotoksisitesini saptamada kullanılacak biyokimyasal belirteçlerin araştırılmasıdır.


YÖNTEMLER: Çalışma, ağırlıkları 200- 300 g arasında değişen erişkin dişi Wistar- Albino şıçanlar üzerinde gerçekleştirildi. Sıçanlar sisplatin uygulanan grup I (n=5) ve kontrol grubu (n=7)olmak üzere 2 gruba ayrıldı. 1.gruba intraperitoneal sisplatin (kümülatif doz 16mg/kg),2.gruba serum fizyolojik uygulandı.Tüm hayvanlar çalışmanın 14. günü sakrifiye edildi. Alınan kan örneklerinde BNP, Troponin I,CK-MB, üre ve kreatinin ölçümü yapıldı. Tüm örnekler analize kadar -80 C’de saklandı.
BULGULAR: Sisplatin uygulanan sıçanlarda serum troponin I, üre ve kreatinin seviyesi kontrol grubuna göre belirgin derecede yüksek bulundu ve aralarında anlamlı fark saptandı.
SONUÇ: Bu çalışmada sisplatin tedavisine bağlı gelişen nefrotoksisitenin belirlenmesinde üre ve kreatinin düzeyleri, kardiyotoksitenin belirlenmesinde troponin I düzeyleri iyi bir belirteç olabilir.
OBJECTIVE:
Cisplatin is a widely used anticancer drug. The aim of this study is to investigate biochemical biomarkers that can be used for identification of cisplatin cardiotoxicity and nephrotoxicity.

METHODS: Study is conducted on female Wistar Albino rats weighing 200-300 gr. Rats were seperated into two grous as cisplatin administered group (n=5) and control group (n=7). Intraperitoneal cisplatin (cumulative dose 16mg/kg) administered to first group and second group received physiological serum. All rats were sacrificed at day 14 of the study. BNP, troponın I, CK MB, urea, creatinine were measured in rat blood samples. All blood samples were stored at -80 until measuremen
RESULTS: Results
Troponın I, urea and creatinine concentrations of cisplatin administered rats were signicantly higher from control rats.
CONCLUSION: Urea and creatinine may be a used for identification of cisplatin nephrotoxicity and troponın I may be a good biomarker for detection of cisplatin cardiotoxicity.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
7.Frequency of precore/core mutants in chronic Hepatitis B cases
Sinem Akçalı, Tamer Şanlıdağ, Can Biçmen, Beril Özbakkaloğlu, Elçin Akduman Alaşehir
doi: 10.5222/buchd.2013.110  Pages 110 - 116
AMAÇ: Son yıllarda viral replikasyon kaybı olmaksızın anti-HBe serokonversiyonu gösteren bazı kronik hepatit B hastalarından izole edilen Hepatit B Virus (HBV) DeoksiriboNükleikAsit (DNA)’ lerinin incelenmesi ile prekor/kor geni üzerindeki mutasyonların varlığı ortaya konmuştur. Bu çalışmada kronik hepatit B hastalarından elde edilen serum örneklerinde prekor/kor mutasyonlarının sıklığı araştırılmıştır.
YÖNTEMLER: Bu amaçla Seroloji laboratuvarına gelen anti-HBe ve HBV DNA pozitif 69, HBeAg ve HBV DNA pozitif 31 toplam 100 serum örneğinde, INNO-LIPA yöntemiyle prekor/kor mutasyonunun varlığı araştırılmıştır. İstatistiksel analizlerde SPSS 11.5 kullanılarak ki kare ve varyans analizi testleri yapılmıştır.
BULGULAR: Altmışsekiz örnekte prekor bölgesinde, 57 örnekte ise kor promoter bölgesinde mutasyon saptanmıştır. HBeAg pozitif 31 örneğin 11’ inde (%35), anti-HBe pozitif 69 örneğin ise 57’ sinde (%83) prekor bölgesinde; yine HBeAg pozitif 31 örneğin 10’ unda (%32), anti-HBe pozitif 69 örneğin ise 47’ sinde (%68) kor promoter bölgesinde mutasyon tesbit edilmiştir. Hem prekor, hem de kor promoter mutasyonları anti-HBe pozitif olan grupta belirgin olarak yüksek bulunmuştur (p<0.05).
SONUÇ: Sonuç olarak, çalışma grubumuzda prekor/kor mutasyonlarına sık olarak rastlandığından, kronik hepatit B hastalarında tanı ve tedavinin planlanması-izlenmesi aşamalarında bu mutasyonların varlığının araştırılmasının yararlı olacağını düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: In recent years, the presence of precore/core region mutations were uncovered by the examination of Hepatitis B Virus (HBV) DeoxyriboNucleicAcid (DNA) that is isolated from patient samples with anti-HBe seroconversion without viral replication loss. In this study, the frequency of precore/core mutations were investigated on serum samples obtained from chronic hepatitis B patients.
METHODS: From a total of 100, 69 anti-HBe and HBV DNA positive, and 31 HBeAg and HBV DNA positive samples were included in the study to determine the mutations with the INNO-LIPA method at the Serology laboratory. During statistical analyses, SPSS v11.5 was utilized and chi-square and variance analysis (ANOVA) tests conducted.
RESULTS: The precore mutations were detected in 68 samples, while the core promoter mutations were present in 57. Mutations were detected at the precore region in 11 out of 31 HBeAg positive (35%), and 57 out of 69 anti-HBe positive samples (83%). Likewise, the core promoter region was affected in 10 out of 31 HBeAg (32%), and 47 out of 69 anti-HBe positive samples (68%). Both precore and core promoter mutations were substantially higher in the anti-HBe positive group (p<0.05).
CONCLUSION: As a result, since precore/core mutations were prevalent in samples obtained from the study group, it is our opinion that careful attention must be paid to such occurrences during the diagnosis and treatment phases for chronic hepatitis B patients.
Abstract | Full Text PDF

8.Transfusion reactions in neonates
Ayşen Türedi Yıldırım, Yeşim Oymak, Yöntem Yaman, Füsun Atlıhan, Ferah Genel, Yüce Ayhan, Gülcihan Özek, Özgür Umaç Cartı, Burçak Tatlı Güneş, Hafize Sarıhan
doi: 10.5222/buchd.2013.117  Pages 117 - 120
AMAÇ: Son yıllarda yenidoğan ünitelerinin bakım koşullarında gerçekleşen iyileşme, transfüzyona ihtiyaç duyulan yenidoğanların sıklığının artmasına neden olmuştur. Yenidoğanlarda neonatal alloimmun hemolitik reaksiyonlarda ABO ve Rh uygunsuzlukları daha fazla saptanmasına karşın, minör kan grup ve Rh subgrup uygunsuzluğu da görülebilir. Bu çalışmada yenidoğanlardaki transfüzyon reaksiyonlarının dağılımının ve sıklığının araştırılması amaçlandı.

YÖNTEMLER: Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesinde Temmuz 2006-Haziran 2009 tarihleri arasında gelişen transfüzyon reaksiyonları, transfüzyon reaksiyon formları taranarak, retrospektif olarak değerlendirildi.

BULGULAR: Bu tarihler arasında toplam 31.486 ürün kullanıldı. Bunlardan 107’sinde (%0.3) transfüzyon reaksiyonu görüldü. En sık reaksiyon gelişen kan ürünü taze donmuş plazma, en sık gelişen reaksiyon ise alerjik reaksiyonlardı. Yenidoğanlarda kullanılan 7544 ürünün beşinde (%0.06) reaksiyon gözlendi. Bu reaksiyonların biri alerjik reaksiyon, dördü hemolitik reaksiyon şeklindeydi. Beş reaksiyon da eritrosit süspansiyonuyla oluşmuştu. Bu reaksiyonların hiçbirinde ABO ve Rh kan grup uygunsuzluğu yoktu ve çapraz karşılaştırmalar uygundu. Çalışma retrospektif olduğu için subgruplar bakılamadı.

SONUÇ: Yenidoğanlarda transfüzyon reaksiyonları diğer yaş gruplarındaki çocuklara göre daha az bulundu. Yenidoğan döneminde antikor yanıtının yetersiz olmasının, transfüzyon reaksiyonlarının az görülmesin nedeni olabileceği düşünüldü.
OBJECTIVE: The improvement of the conditions in the neonatal intensive care units in recent years has resulted in an increase in the number of newborns that require blood product transfusions. While the neonatal alloimmune hemolytic reactions are more commonly resulted from ABO and Rh incompability, minor blood group antigen and Rh subgroup disparity may also cause these reactions. In this study, we aimed to investigate the prevalence and distribution of transfusion reactions in neonates.
METHODS: The transfusion reactions that were encountered at Dr. Behcet Uz Children’s Hospital from July 2006 thru June 2009 were retrospectively studied by reviewing the transfusion reaction forms.

RESULTS: Total of 31486 blood product transfusions were given, of which, 107 transfusion reactions were observed (0.3%). The fresh frozen plasma was identified as the product most associated with the reactions. Majority of the reactions were allergic. Transfusion reactions were observed in 5 of 7544 blood products transfused in newborns (0.06%), one of which was allergic reaction and the four were hemolytic reactions.In all five of the transfusions, the transfused product was packed red blood cells. There was no ABO or Rh incompability present in neither of the transfusions and the cross match was compatible. The subgroup antigens could not be identified, as the study was retrospective.

CONCLUSION: The incidence of the transfusion reactions in newborns was less than that of observed in children in other age groups. The inadequate antibody response in newborn period is believed to be the reason for this lower incidence.
Abstract | Full Text PDF

9.The applications made by mothers applying to two family health centres in Eastern Anatolia region when their children had fever
Hava Özkan, Sibel Öztürk
doi: 10.5222/buchd.2013.121  Pages 121 - 126
AMAÇ: Vücudun savunma araçlarından biri olan ateş; kendi başına bir hastalık değil, hastalık semptomlarından biridir. Ateş, küçük çocuğu olan aileler için önemli bir korku nedeni haline geldiğinde hatalı uygulamalar yapılmasına neden olabilir.
Araştırma, aile sağlığı merkezine başvuran annelerin ateşli çocuklarda yaptığı uygulamaları belirlemek amacı ile yapılmıştır.

YÖNTEMLER: Tanımlayıcı tipteki araştırmanın evrenini, Erzurum ili Palandöken ilçesinde hizmet sunan iki Aile Sağlığı Merkezine bağlı bölgelerde oturan 0-6 yaş grubu çocuğu olan anneler oluşturmuştur. Aile sağlığı merkezlerine 03 Ekim 2011- 15 Şubat 2012 tarihleri arasında her hangi bir nedenle başvuran, en az ilkokul mezunu olan ve araştırmaya katılmayı kabul eden basit rastgele örneklem yöntemi ile seçilen 354 anne örneklem grubuna alınmıştır. Verilerin toplanmasında kullanılan anket formu, annelerin tanıtıcı özellikleri ile ateşli çocuğa yaptığı uygulamaların belirlenmesine yönelik sorulardan oluşmuştur. Annelerin kendileri tarafından doldurulan form için yaklaşık 10 dakikalık süre kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmada annelerin yaş ortalamasının 30.20±5.57 olduğu ve %44.6’sının ilkokulu bitirdikleri belirlenmiştir. Annelerin, %57.3’ünün çocuklarının normal vücut ısısını “biliyorum” dedikleri belirlenmiş ancak “biliyorum” cevabını veren annelerin %54.7’sinin vücut ısısının normal değerlerini bildiği saptanmıştır. Annelerin, %74.4’ünün çocuğun ateşini koltuk altından ölçtükleri, %11.9’unun ise derece kullanmadan ateşi değerlendirdiği saptanmıştır. Çocuklarının ateşi çıktığında annelerin %76.6’sının ateş düşürücü verdiği, %61.9’unun çocuğun giysilerini çıkarttığı, %52.8’inin ılık duş aldırdığı ve %16.9’unun hemen antibiyotik başladığı belirlenmiştir. Annelerin; % 75.7’sinin ateşliyken çocuğa su içirdikleri, %92.4’ünün ateşi düşürmek için aspirin vermedikleri, %82,5’inin çocukları ateşlendiğinde korktukları belirlenmiştir.
SONUÇ: Annelerin, çocuklarda ateşi tehlikeli gördükleri, ancak ateşle ilgili bilgi ve uygulamalar konusunda bilgiye ihtiyaçlarının olduğu belirlenmiştir.
OBJECTIVE: The fever, one of the defensive tools of the body, is not a disease its own but it is one of the symptoms of the disease. For the families having small children, the fever is an important reason of fear. So, it may lead to wrong applications.
This study was carried out with the aim determining the applications carried out by mothers having small children.

METHODS: The sample of the study, descriptive type, consists of the mothers having children 0-6 age goup and living the regions belonging to two Family Health Centres giving service for the Town of Palandoken of Erzurum city. 354 mothers chosen by method of simple randomized sampling and accepting to the study and being at least primary school graduate and applying for any reason to the Family health centers between the date October 3 2011 - February 15 2012 were included in the sampling group. Questionnaire form used in the collection of the data consists of the questions partaining to introductory features of the mothers and those orienting to applications made by mothers. About ten minutes-duration was used for the form filled by mothers themselves.
RESULTS: It was determined that age averages of the mothers participated in the study was 30.20 ± 5.57, and that 44.6% of these mothers graduated from primary school. It was also determined that 57.3% of the mothers said that they knew their childrens body heat, but it was found out that 54.7% of the mothers who said that they knew body heat infact knew the normal values of the body heat. It was found out that 74.4% of mothers measure their children’s body heat from axilla, and that 11.9% of the mothers evaluated the fever without using clinical thermometer. When their children’s fever raised, it was found out that 76.6% of the mothers gave medicinice for reducing the fever, and that 61.9% of the mothers took their children’s clothings off, and that 52.8% of the mothers made them have a shower, and that 16.9% of the mothers commenced antibiotic immediately. It was observed that 75.7% of the mothers made the children drink water when they have fever, and that 92.4% of the mothers didn’t give aspirin to reduce the fever, and that 82.5% of the mothers feared of the situation when their children had fever.
CONCLUSION: It was found out that the mothers, accepted the fever as dangerous, but they heeded knowledge and application about the fever.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
10.Fetal supraventricular tachycardia: Case report and review of the literature
Yılmaz Yozgat, Rahmi Özdemir, Seçil Kurtulmuş, Önder Doksöz, Barış Güven, Cem Karadeniz, Timur Meşe
doi: 10.5222/buchd.2013.127  Pages 127 - 132
Fetal taşiaritmi gebeliklerin % 0.4-0.6’sında oluşabilir. En sık bildirilen fetal taşiaritmi ise supraventriküler taşikardidir. Fetal kalp hızının 220 ile 300 vuru /dakika arasında olduğu 1: 1 atrioventriküler ileti ile karekterize bir kardiyak ritim düzensizliğidir. Digoksin, fetal SVT’nin tedavisinde en çok tercih edilen tedavi seçeneğidir fakat çok efektif bir ikincil tedavi seçeneğine ilişkin oluşmuş bir konsensus yoktur. Bu makalede maternal digoksin ve sotalol kombine tedavisi uygulayıp başarılı olamadığımız 23 haftalık SVT ‘li fetusu olgu olarak sunup literatürdeki tedavi protokollerini gözden geçirdik.
Fetal tachyarrhythmia may occur in 0.4-0.6% of pregnancies. Supraventricular tachycardia (SVT) is the most frequently reported fetal tachyarrhythmia. Fetal SVT is rhythm disturbance characterized by 1: 1 atrioventricular conduction at a rate between 220 and 300 beats per minute. Digoxin is most common first –line antiarrhythmic agent for fetal SVT, but there is no consensus on the most effective secondary agent. We report here a case of SVT at 23 weeks of gestation failed treatment of maternal digoxin and sotalol combination and review management guidelines in the literature.
Abstract | Full Text PDF

11.Early-onset acute partial transverse myelitis: Case report
Murat Hızarcıoğlu, Pamir Gülez, Aycan Ünalp, Tunahan Gülhan, Nedret Uran
doi: 10.5222/buchd.2013.133  Pages 133 - 137
Akut parsiyel transvers miyelit spinal kordun akut inflamatuar bir durumu olup nadir bir sendromdur. Akut parsiyel kord lezyonları tek taraflı veya belirgin asimetrik duyusal ve motor disfonksiyona neden olurlar. Bu yazıda, viral solunum yolu enfeksiyonunu takiben akut başlangıçlı monoparezi gelişen 11 aylık bir kız olguyu daha önce pediatrik yaş gurubunda bildirilmemiş olduğundan sunduk. Spinal kanalın manyetik rezonans incelemesinde servikal bölgenin sol parçasında expansif ve yüksek sinyal yoğunluğu saptandı. Akut parsiyel transvers miyelit tanısı konuldu ve hasta iv. immunoglobulin ve oral prednizolon ile tedavi edildi. Çocuk tedavinin ikinci ayında iyi bir nörolojik gelişme gösterdi.
Acute partial transverse myelitis is an acute inflammatory process of the spinal cord and it is a rare clinical syndrome. Acute partial cord lesions cause unilateral or markedly asymmetric sensory and motor dysfunction. In this paper, we report a case of 11 month-old girl who developed acute onset monoparesia following a viral respiratory infection because of no case has been described in the pediatric age group. Magnetic resonance imaging of the spinal cord disclosed expansive and high signal-intensity in the left part of the cervical region. A diagnosis of acute partial transverse myelitis was made and patient was treated with IV immunoglobulin and oral prednisolone. The child had a good neurologic outcome, eventually second months of treatment.
Abstract | Full Text PDF

12.A newborn case of tuberous sclerosis presenting with clinical manifestations of cardiac rhabdomyoma and sacral hamartoma
Fatma Kaya Kılıç, Özgür Olukman, Şebnem Çalkavur, Timur Meşe, Mahir Serbes, Vedide Tavlı, Aytaç Karkıner, Ragıp Ortaç, Sertaç Arslanoğlu
doi: 10.5222/buchd.2013.138  Pages 138 - 142
Giriş: Kardiyak rabdomyom infantil dönemde en sık görülen benign, primer kalp tümörüdür. Tanı sıklıkla fetal veya erken infantil dönemde yapılan ekokardiyografiyle konur. Genellikle tüberoskleroz, sebasöz adenomlar, renal anjiomyolipomlar ve hamartomlar hastalığa eşlik eder. Tüberosklerozla ilişkisi %51-86 civarındadır. Bu nedenle tüberoskleroz saptanan tüm çocuklarda kardiyak görüntüleme veya kardiyak rabdomyom tespit edilenlerde kranyal görüntüleme esastır.
Olgu: 21 yaşındaki annenin 1. gebeliğinden, miadında doğan kız olgu postnatal 12. günde sakral bölgede kitle nedeniyle yatırıldı. Fizik muayenesinde sakral bölgede ele gelen 3×4 cm, yumuşak kıvamlı kitlesi ultrasonografide hamartamatöz kitle olarak tanımlandı. Mezokardiyak odakta duyulan 1-2°/6 sistolik üfürüm nedeniyle yapılan ekokardiyografik incelemede interventriküler septumda, midmüsküler alanda rabdomyomla uyumlu 2,2×1,8 cm kitle saptandı. Kardiyak monitörizasyonda ve Holter elektrokardiyografide aritmi gözlenmeyen olgudan tüberoskleroz birlikteliği şüphesiyle istenen kranyal manyetik rezonans görüntülemede multipl kortikal tüberler ve periventriküler subependimal hamartomlar tespit edildi. Postnatal 22. günde total eksizyon yapılan sakral kitlenin histopatolojik incelemesi lipamatoz differansiyasyon gösteren hamartom lehineydi. İzleminde nöropatolojik bulguya rastlanmayan, aritmi geliştirmeyen olgu pediatrik kardiyoloji, nöroloji ve onkoloji polikliniklerinde takip edilmek üzere 45 günlükken taburcu edildi.
Yorum: Rabdomyomlar yenidoğanlarda sıklıkla asemptomatik seyreden kardiyak tümörlerdir. Ancak ani bebek ölümüyle sonuçlanan ciddi aritmilere yol açabilirler. Ayrıca eşlik eden tüberoskleroza bağlı epileptik nöbetler, mental retardasyon ve duysal kusurlar gelişebilir. Fetal ekokardiyografiyle kolayca tanınıp, erken postnatal dönemde uygun tıbbi yaklaşım sağlanarak kötü klinik seyir önlenebilir.
Objective: Cardiac rhabdomyoma is the most common,benign,primary cardiac tumor of infancy.Diagnosis is often made with echocardiography during fetal or early infantile period.Tuberous sclerosis,sebaceous adenomas and renal angiomyolipomas usually accompany the disease.The correlation rate with tuberous sclerosis is 51-86%.Therefore cardiac imaging is essential for all cases diagnosed with tuberous sclerosis and cranial imaging is necessary for cases with cardiac rhabdomyoma.
Case report: A female infant born at term from the first pregnancy of a 21-year-old woman was admitted on her postnatal 12th day because of a palpable sacral mass.On physical examination a 3x4cm palpable,soft,sacral mass which was defined as a hamartomateous mass on ultrasonography was identified.Echocardiogrphic examination performed because of a 1-2°/6 systolic murmur revealed a 2.2x1.8cm mass compatible with cardiac rhabdomyoma on the midmuscular region of the interventricular septum.No arrhythmia was observed on cardiac monitorization or Holter electrocardiography.Cranial magnetic resonance imaging performed with the suspicion of tuberous sclerosis revealed multiple,cortical tubers and periventricular subependymal hamartomas.Sacral mass was removed with total excision on postnatal day 22 and histopathological examination demonstrated a hamartoma with lipomatous differentiation.On follow-up she didn't develop arrhythmia or neuropathological findings.She was discharged on day 45 to be followed by the pediatric cardiology,neurology and oncology departments.
Conclusion: Rhabdomyomas are often asymptomatic cardiac tumors among newborns.However they may cause serious arrhythmias ending up with sudden infant death.Besides epileptic seizures,mental retardation and sensorial defects may develop due to associated tuberous sclerosis.It may be easily diagnosed with fetal echocardiography and poor clinical course may be prevented with appropriate medical approach in the early postnatal period.
Abstract | Full Text PDF

13.A case of neonatal intraorbital abscess developing on the background of dacryocystocele
Senem Alkan, Nail Özdemir, Sümer Sütçüoğlu, Gülçin Akdoğan, Şenay Aşık Nacaroğlu, Esra Arun Özer
doi: 10.5222/buchd.2013.143  Pages 143 - 146
Orbita enfeksiyonları en sıklıkla çocukluk yaş grubunda görülür. Sepsis, menenjit, görme kaybı ve ölüm gibi kötü sonuçlara yol açabildiğinden acilen tedavisi gereklidir. Bu enfeksiyonlar genellikle travma ve paranazal sinüzit komplikasyonu olarak görülmekle birlikte, yenidoğan bebeklerde nazolakrimal kanalın doğuştan anomalileri en sık nedendir. Burada 10 günlük bir kız bebekte dakriyosistosel zemininde gelişen bir intraorbital apse olgusu sunulmuştur. Olgunun apse materyalinde S. aureus saptanmış, etkin antibiyotik tedavisi ve apse drenajı ile tedavi edildi.
Orbital infections are seen most commonly in childhood. They require urgent treatment because of causing worse outcomes such as sepsis, meningitis, loss of vision and death. Although these infections are usually seen as complication of trauma and paranasal sinusitis, nasolacrimal agenesis is the most common etiology in the newborns. Herein a case of intraorbital abscess in a 10 days old female newborn occuring at the background of dacriocystocele is reported. The culture of abscess material revealed S. aureus and the patient was succesfully treated with efficient antibiotic treatment and abscess drainage.
Abstract | Full Text PDF

14.When should transient myeloproliferative disorder of the newborn with Down syndrome be treated? Case report
Özlem Gül, Yalçın Göksügür, Mehmet Davutoğlu, Mesut Garipardıç
doi: 10.5222/buchd.2013.147  Pages 147 - 150
Down sendromlu yenidoğanlarda görülen önemli bir hematolojik problem, çoğu zaman kendi kendini sınırlayan ve sıklıkla 3 ay içinde spontan remisyonla sonlanan ‘Geçici Myeloproliferatif Bozukluk’ (TMD) olarak adlandırılan durumdur. TMD’de lökositoz, trombositopeni, anemi, hepatosplenomegali, kutanoz noduller ve periferik kanda blastların varlığı karakteristik bulgulardır. Biz down sendromlu geçici myeloproliferatif hastalık tanısı alan yenidoğan olgumuzu sunduk. Bu hastaların erken dönemde tanı alması ve tedavilerinin başlamasının önemini vurgulamak istedik.
Transient Myeloproliferative Disorder (TMD), an important hematological disorder, seen in newborns with Down syndrome, is often self-limiting and spontaneous remission within 3 months. Leukocytosis, thrombocytopenia, anemia, hepatosplenomegaly, the presence of cutanoz noduls and blasts in the peripheral blood are characteristic findings. We presented a TMD case of newborn with Down syndrome and wanted to emphasize the importance of early diagnosis and therapy of these patients
Abstract | Full Text PDF

LETTER TO THE EDITOR
15.An Air-Rifle pellet stuck into pericardium
Utku Karaarslan, Nejat Sarıosmanoğlu, Rana İşgüder, Hasan Ağın, Nurettin Ünal
doi: 10.5222/buchd.2013.151  Pages 151 - 152
Abstract | Full Text PDF