Volume: 10  Issue: 2 - 2020
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Page I
DOWNLOAD

2.Advisory Board

Pages II - V
DOWNLOAD

3.Publication Policies and Writing Guide

Pages VI - IX
DOWNLOAD

4.Contents

Pages X - XI
DOWNLOAD

RESEARCH ARTICLE
5.The Effect of Kangaroo Care on Pain Score During Repeated Heel Lance in Newborns
Gülen Yücel, Hatice Yıldırım Sarı, Özgür Olukman
doi: 10.5222/buchd.2020.07269  Pages 87 - 93
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmanın amacı, tekrarlayan topuk kanı alma sırasında uygulanan kanguru bakımının yenidoğanın ağrı puanına etkisini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma randomize kontrollü yarı deneysel çalışma türündedir. Araştırmaya orta riskli hiperbilirubinemi tanısıyla yatmış, miadında doğan, yaşamlarının iki-yedinci günlerinde olan, 30 girişim, 30 kontrol olmak üzere toplam 60 yenidoğan dahil edilmiştir. Araştırmanın yürütüldüğü ünitede oral alımında sorun olmayan tüm yenidoğanlara işlemden iki dk. önce %25’lik sukroz çözeltisi bir-iki ml ağızdan verilmektedir. Kontrol grubundaki yenidoğanların her ağrılı girişiminde klinik rutini uygulanmıştır. Girişim grubundaki yenidoğanlara ise son ağrılı girişim öncesinde 30 dk.’lık kanguru bakımı verilmiş, işlemden hemen önce klinikte rutin olarak kullanılan %25’lik oral sukroz çözeltisi verilmiştir. Araştırmacı tarafından uygun teknikle topuk kanı alınmış, işlem anında ve işlemden iki dk. sonra iki bağımsız gözlemci tarafından NIPS ölçeği ile ağrı puanı değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Birinci topuk kanı alma işleminde girişim ve kontrol grubundaki yenidoğanların ağrı puan ortalamaları arasında fark saptanmamıştır. İkinci kan alma işlemi sırasında kanguru bakımı verilen yenidoğanların ağrı puan ortalamasının (3,13±2,33) kontrol grubundaki yenidoğanlara (6,10±0,96) göre anlamlı şekilde düşük olduğu saptanmıştır (p<0,001). İkinci kan alma işlemi sonrasında ağrı puan ortalamasının kanguru bakımı verilen yenidoğanlarda 0,33±1,18, kontrol grubundaki yenidoğanlarda 1,07±2,20 olduğu, gruplar arasındaki farkın anlamlı olmadığı belirlenmiştir (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, tekrarlayan ağrılı girişimlerde kanguru bakımının işlem sırasında ağrı puanını düşürdüğü saptanmıştır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate the effect of kangaroo care provided during recurrent heel lance procedures on the pain score of a newborn.
METHODS: The study is a randomized controlled experimental study. It included 60 2- to 7-day-old term-born newborns hospitalized with the diagnosis of moderate-risk hyperbilirubinemia. Of them, 30 were assigned into the intervention group and 30 to the control group. In the unit where the study was conducted, all newborns having no oral intake problem are administered one or two ml of 25% dextrose solution two minutes before the procedure. The newborns in the control group underwent the clinical routine at each pain interference. The newborns in the intervention group were given a 30-minute kangaroo care before the last pain intervention. Just before the intervention, they were administered 25% sucrose solution orally, a routine procedure in the clinic. Heel lance was performed by the researcher using the appropriate technique. The pain score was assessed by two observers independently of each other using the NIPS scale during and two minutes after the procedure.
RESULTS: During the first heel lance procedure, no difference was found between the mean pain scores of the newborns in the intervention and control groups. However, during the second heel lance procedure, the mean pain score of the newborns who received kangaroo care (3.13 ± 2.33) was significantly lower than that of the newborns in the control group (6.10 ± 0.96) (p <0.001). After the second heel lance procedure, the mean pain score was 0.33 ± 1.18 in the newborns who received kangaroo care and 1.07±2.20 in the newborns in the control group, and the difference was not significant (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, it was found that kangaroo care decreased the pain score during the recurrent heel lance procedures.
Abstract | Full Text PDF

6.The Turkish Validity Reliability Study of the Neonatal Braden Q Pressure Ulcer Risk Assessment Scale
Nalan Yalçın Baltacı, Nazmiye Can, Mehmet Yalaz, Elif Kocaöğüt Erol, Özgün Uygur, Demet Terek, Özge Altun Köroğlu, Mete Akısü, Nilgün Kültürsay
doi: 10.5222/buchd.2020.87049  Pages 94 - 103
GİRİŞ ve AMAÇ: Basınç yaraları, yoğun bakım ünitelerinde sık görülen, hastane yatış süresini uzatan, mortaliteyi arttıran ve tedavi giderlerini yükselten önemli bir bakım sorunudur. Yenidoğan dönemine göre geliştirilmiş olan Neonatal Braden Q Basınç Risk Değerlendirme Ölçeği’nin (NBQBRD) ise ülkemizde henüz güvenilirlik ve geçerlilik çalışması bulunmamaktadır. Konu hakkında, yenidoğan dönemine ait ülkemizde tek geçerlilik ve güvenirlilik çalışması yapılmış ve halen kullanılmakta olan Yenidoğan Cilt Risk Değerlendirme (YCRD) Ölçeğidir. Çalışmamızın amacı Türkiye’de ilk defa yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatarak tedavi gören bebeklerde Türkçe NBQBRD Ölçeği’nin ülkemiz için geçerlilik ve güvenirliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatarak tedavi gören 114 olguda toplam 201 değerlendirme yapılmıştır. Verilerin toplanmasında; hasta özelliklerine ve çalışmayı sürdüren hemşirelerin bireysel özelliklerine ilişkin soru formu ve Türkçe NBQBRD Ölçeği ile birlikte paralel form testi olarak Türkçe YCRD Ölçeği kullanılmıştır. Aynı vaka eş-zamanlı olarak bakım veren hemşiresi ve araştırmacı tarafından değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmada Türkçe NBQBRD Ölçeğinin geçerli ve güvenilir olduğu, Türkçe YCRD Ölçeği ile karşılaştırıldığında klinik hemşireleri ve araştırmacı ölçümlerinin iki ölçek arasındaki korelasyon katsayısının yüksek ve aralarındaki ilişkinin ileri düzeyde anlamlı olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuçlar yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan bebeklerde basınç ülseri risk değerlendirmesinde Türkçe NBQBRD Ölçeği’nin ülkemizde güvenle kullanılabileceğini göstermiştir.
INTRODUCTION: ressure sore is a common care problem in intensive care units which prolongs hospital stay, increases mortality and treatment costs. Validity and reliability study of neonatal Braden Q scale, which is developed for the neonatal period, has yet not performed in our country. The only validity and reliability study for the neonatal period in Turkey was performed for the Newborn Skin Risk Assessment Scale which is currently in use. The aim of this study was to assess the validity and reliability of Turkish Neonatal Braden Q Scale in infants hospitalized firstly in the neonatal intensive care unit.
METHODS: A total of 201 assessments were made for 114 patients who were hospitalized in the Neonatal Intensive Care Unit of Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics. In the collection of data; a questionnaire form concerning characteristics of patients and individual features of study nurses; and Neonatal Braden Q Scale together with Turkish version of Newborn Skin Risk Assessment Scale were used. The same case was evaluated simultaneously by the patient’s nurse and the investigator.
RESULTS: In this study, it was found that the Turkish verison of Neonatal Braden Q Scale is reliable and valid. The correlation coefficient was high between the two scales when clinical nurse’s and responsible investigator’s measurements was compared.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, Turkish version of Neonatal Braden Q Pressure Ulcer Risk Assessment Scale is reliable for the evaluation of pressure ulcer risk in infants hospitalized in the neonatal intensive care units in our country.
Abstract | Full Text PDF

7.Factors Affecting the Left Ventricular Mass Index in Children with Predialysis Chronic Renal Disease
Mühlike Güler, Nilgün Çakar, İbrahim İlker Çetin
doi: 10.5222/buchd.2020.32848  Pages 104 - 110
GİRİŞ ve AMAÇ: Prediyaliz böbrek yetmezlikli çocuk hastalarda sol ventrikül kitle indeksi üzerine etkili olabilecek klinik ve laboratuvar faktörlerin araştırılması amaçlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubunu predializ kronik böbrek hastalığı olan çocuk hastalar oluşturdu. Tıbbi kayıtlardan boy, kilo, renal tanı, takip süresi alındı. Anlık kan basıncı ölçümü ve yaşam içi kan basıncı izlemi yapıldı. Laboratuvar tetkikleri çalışıldı. Ekokardiyografik ölçümlere dayanarak sol ventrikül kitle indeksi hesaplandı. Hastalarda sol ventrikül hipertrofisi sıklığı araştırılıp, klinik ve laboratuvar parametrelerle sol ventrikül kitle indeksi arasındaki korelasyon araştırıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama sol ventrikül kitle indeksi’i 48,8±12,74 g/m2,7 olup, 16’sında (%76,1) sol ventrikül hipertrofisi saptandı. Hastalarda anlık ölçümler ile 5 (%23,8) hastada hipertansiyon saptanırken, yaşam içi kan basıncı izlemi ile 6 hastada (%28,57) sistolik ve diyastolik hipertansiyon ve 2 hastada (%9,5) yanlızca diastolik hipertansiyon saptandı. Sol ventrikül kitle indeksi ile rölatif vücut kitle indexi, gece ortalama diyastolik kan basıncı, gece diyastolik yüklenme ve kolesterol arasında anlamlı pozitif ilişki saptanırken (p<0,05), albümin ve hemoglobin arasında anlamlı negatif korelasyon belirlendi (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma sonuçlarımız, kronik böbrek hastalığı olan prediyaliz çocuklarda sol ventrikül hipertrofisi gelişimini öngörmede yaşam içi kan basıncı izleminin, anlık kan basıncı ölçümlerine göre daha üstün bir yöntem olduğuna ve sol ventrikül kitle indeksinin kan basıncı ölçümlerine ilaveten hemoglobin, kolesterol ve albumin seviyeleri ile de ilişkili olduğuna işaret etmektedir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the clinical, and laboratory factors that may effect the left ventricular mass index in children with stage predialysis chronic renal disease.
METHODS: Children with predialysis chronic renal disease consisted the study group. The weight, height, renal diagnosis and follow-up duration were retrieved from medical records. Instantaneous and ambulatory blood pressure measurements were performed. Laboratory tests were performed. The left ventricular mass index was calculated based on the echocardiographic measurements. Frequency of hypertension was calculated, and the correlation between the clinical and laboratory parameters and the left ventricular mass index was investigated.ss index was investigated.
RESULTS: Mean left ventricular mass index was 48.8±12.74 g/m2.7, and left ventricular hypertrophy was detected in 16 (76.1%) patients. Hypertension was detected in 5 (23.8%) patients by instantaneous measurements. However, ambulatory measurements showed systolic and diastolic hypertension in 6 (28.6%) and only diastolic hypertension in 2 (9.5%) patients. A positive and significant correlation was detected between left ventricular mass index and relative body mass index, mean night diastolic blood pressure, night diastolic load and cholesterol level (p<0.05). Also a negative significant correlation between albumin and hemoglobin was detected (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our study indicate that in predialysis children; ambulatory blood pressure measurement is superior to instantaneous measurements in prediction of left ventricular hypertrophy, and the left ventricular mass index significantly correlates with hemoglobin, cholesterol and albumin levels in addition to blood pressure parameters.
Abstract | Full Text PDF

8.Identifying The Problems Experienced By Families Of Children With Burn Injuries After Discharge And The Causes Of These Problems
Nazife Gamze Özer, Fatma Vural
doi: 10.5222/buchd.2020.59320  Pages 111 - 119
GİRİŞ ve AMAÇ: Yanıklar ani bir şekilde normal yaşam süreçlerini değiştirmektedir. Eşlik eden fiziksel ve psikolojik değişikliklerden dolayı yanıkları kabul etmek ve yanıkların neden olduğu genel olarak değiştirilmiş görünümle nasıl yaşayacağını öğrenmek zordur. Bu çalışma taburculuk sonrası yanık yaralanması olan çocukların ailelerinin yaşadığı sorunları ve nedenlerini belirlemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı çalışma verileri, tanımlayıcı özelliklere ait bilgi formu, ailelerin yaşadığı sorunlara ilişkin bilgi formu ve Durumluk Kaygı Envanteri yardımı ile toplandı. Veri analizinde Sosyal Bilimler İstatistik Paketi 16.0 programı kullanılarak sayı, yüzde, ortalama ve t testi hesaplandı.
BULGULAR: Örneklemde 162 yanıklı çocuğun ailesi dahil edildi. Çocukların %54,3'ü erkek, %70,4'ü haşlanma ve %46,3'ü yüzeysel yanıktır. Ailelerin %81.5’inin banyo, %77.8’sinin sosyal iletişim, %63.0’nün giyinme, %61,7’sinin ilaç kullanma, %54.3’nün egzersiz yapma, %40.7’sinin beslenme, %34.6’sının pansuman yapma konularında sorun yaşadığı belirlendi. Ailelerin durumluk kaygı puan ortalaması 47.03 ± 7.48 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ailelerin taburcu olduktan sonra çeşitli sorunlar yaşadıklarını ortaya koydu. Bu sorunlar; ilaç kullanma, yaraları giyinme, banyo yapma, giyinme, egzersiz, beslenme ve sosyal iletişim sorunlarıdır. Yaşanan sorunların ailelerin kaygı düzeylerini etkilediği belirlendi. Hemşirelerin ailelerin yaşadıkları sorunları tespit etmek için düzenli ev ziyaretleri yapmaları veya telefonla danışmanlık yapmaları önerilmektedir. Ayrıca, yaşanan sorunların belirlenmesi taburculuk eğitiminde yer alan içeriğin hazırlanmasına katkıda bulunacaktır.
INTRODUCTION: Burns alter normal life processes suddenly. It is hard both to accept burns due to accompanying physical and psychological changes and to learn how to live with the generally altered appearance caused by them. The study was conducted to identify the problems experienced by families of children with burn injuries after discharge and the causes of these problems.
METHODS: The descriptive study data were collected with the help of an introductory form, an information form for the problems experienced by parents and the State Anxiety Inventory. Statistical Package for the Social Sciences 16.0 program was used in data analysis. Study data were expressed as numbers, percentages, means using Student’s t test.
RESULTS: The sample included 162 families of children with burns. Of these children, 54.3% were males, while 70.4% of them had scalding and 46.3% had superficial burns. Families had experienced problems with their children concerning bathings (81.5%), social communication (77.8%), getting dressed (63.0%), using medications (61.7%), doing exercises (54.3%), feeding ( 40.7%) and dressing wounds (34.6%). Mean state anxiety score was found to be 47.03±7.48.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study found that parents experienced various problems after discharge: Problems with using medication, dressing wounds, bathing, getting dressed, exercise, nutrition and social communication were experienced. It was determined that problems experienced affected the anxiety levels of the families. It is suggested for nurses to provide regular home visits or provide consultancy via telephone in order to identify problems.Identification of the problems expeirenced will also contribute to the preparation of the content discharge training programs.
Abstract | Full Text PDF

9.Evaluation of Supravalvular Aortic Gradient Changes Following Inverted Y-Patch Repair
Gökmen Akkaya, Çağatay Bilen, Osman Tuncer, Yüksel Atay
doi: 10.5222/buchd.2020.88155  Pages 120 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, supravalvüler aort darlığı tanısı ile ters Y-yama onarımı ile cerrahi düzeltme yapılan hastalarla ilgili tek enstitü deneyimimizi sunmaktadır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005-2019 yılları arasında merkezimizde Y-yama (Doty) onarımı yapılan 16 hasta retrospektif olarak incelendi. Komplikasyonlar, supravalvüler rezidüel gradyan ölçümleri, tekrar ameliyat nedenleri değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 9'u erkek, 7'si kadın olup ortalama yaş 41.18 ± 16.14 aydı (aralık: 4 ay - 19 yıl). Sekiz (% 50) hastaya Williams-Beuren sendromu ve 3 (% 18.7) hastaya biküspit aort kapağı tanısı konuldu. Üç hastaya (% 18.7) eşzamanlı subaortik membran rezeksiyonu ve 2'sine (% 12.5) pulmoner yama plasti uygulandı. Bir (% 6.7) hastane ölümü vardı ve takipte mortalite gözlenmedi. Ortalama takip süresi 5.25 ± 3.37 yıl idi. Takipte, 2 (% 12.5) hastada ilk işlemden iki yıl sonra pulmoner arter balon dilatasyonu ve bir hastada tekrarlanan Doty onarımı ve aort kapak komissürotomisi gereksinimi oldu. Daha sonra aynı hastada üçüncü kez aortik aort yetersizliği ve suprvalvüler aort darlığı sebepleriyle aortik homogreft kapak replasmanı ve yeniden Doty onarımı gerekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ters Y-yama onarımı, tatmin edici sonuçlar, kabul edilebilir yeniden operasyon riski ve iyi bir genel sağkalım sağlar.
INTRODUCTION: This study presents our single institute experience regarding the patients who underwent surgical correction via inverted Y-patch repair with the diagnosis of supravalvular aortic stenosis.


METHODS: A total of 16 patients who underwent inverted Y-patch (Doty) repair in our center between 2005 and 2019 were retrospectively analyzed. Complications, supravalvular residual gradient measurements, causes of re-operation were evaluated.

RESULTS: There were 9 males, 7 females and the mean age was 41.18±16.14 months (range: 4 months to 19 years). Eight (50%) patients were diagnosed with Williams-Beuren syndrome and 3 (18.7%) patients had a bicuspid aortic valve. Three (18.7%) patients had undergone simultaneous subaortic membrane resection and 2 (12.5%) had pulmonary patch plasty. There was one (6.7%) hospital death and no mortality was observed in the follow-up. The mean follow-up time was 5.25±3.37 years. During this period, 2 (12.5%) patients required pulmonary balloon dilatation and one patient required repeated Doty repair and aortic valve commissurotomy two years after the initial surgery. Thereafter the same patient needed aortic homograft valve replacement and Doty repair for the third time due to severe aortic insufficiency and suprvalvular aortic stenosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Inverted Y-patch repair provides satisfactory results, acceptable reoperation risk, and good overall survival.
Abstract | Full Text PDF

10.Evaluation of Laboratory Findings, Clinical Features and Rates of Diagnosis of Patients Admitted to Outpatient Clinic of Pediatric Neurology with Neuromuscular Manifestations
Tuğçe Aksu Uzunhan, Biray Ertürk, Pelin Özyavuz Çubuk, Bülent Uyanık, Akif Ayaz, Onur Akan, Taha Reşid Özdemir
doi: 10.5222/buchd.2020.43155  Pages 127 - 135
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız, nöromüsküler hastalıkları düşündüren semptom ve bulgularla başvuran çocuk hastaların ne kadarının kesin tanı aldığının, bu hastalarda hangi yöntemler ile tanıya ulaşıldığının ve hasta özelliklerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne Ocak 2017-Temmuz 2019 tarihleri arasında nöromüsküler belirtilerle (örn: güçsüzlük, hipotoni, kreatin kinaz yüksekliği) başvuran 0-18 yaş arası hastalar değerlendirmeye alındı. Retrospektif olarak hastaların demografik verileri, klinik bulguları, laboratuvar testleri, tanıları, izlemleri kayıt altına alındı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 45 hastanın yaş ortalaması 67,8±59,6 ay idi. On üç (%29)’ü kız, 32 (%71)’si erkekti. Kreatin kinaz seviyeleri 26 (%61) hastada yüksekti ve medyanı 3211 IU/L idi. Elektromiyografi yapılan 24 hastadan yedisinde nöropati, dokuz hastada kasa ait patolojiler saptandı. Kas biyopsisi yapılan üç (%0,07) hastada non spesifik miyopatik değişiklikler izlendi. Kırkbeş hastadan 26 (%58)’sına kesin tanı konulabildi, bunlardan 21 (%47)’inin tanısı genetik olarak kesinleştirildi. Yedi hastada yeni nesil dizileme analizi uygulandı ve beşi distrofinopati, hipokalemik periyodik paralizi, otozomal dominant mental retardasyon tip 9, Ullrich müsküler distrofi, calpainopati tanılarını aldı. Tüm hastalarda en sık tanılar distrofinopati, spinal müsküler atrofi ve kronik inflamatuvar demiyelinizan polinöropatiydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öykü, fizik muayene ve serum kreatin kinaz seviyesi sonrasında, örneğin distrofinopati gibi bir grup hastalıkta hedefe yönelik genetik testler ile tanıya ulaşılabilir. Ancak bu şekilde tanıya ulaşılamayan hastalarda nöromüsküler hastalık panelleri ve tüm ekzom dizileme gibi ileri moleküler genetik incelemeler etkili bir şekilde tanıya ulaşmayı sağlayabilir.
INTRODUCTION: Our aim is to evaluate how many patients with neuromuscular manifestations get a definite diagnosis and which methods are used in the pathway to diagnosis as well as to assess patient characteristics.
METHODS: Patients aged 0-18 years old with neuromuscular manifestations (e.g., weakness, hypotonia, creatine kinase elevation) who were admitted to Okmeydani Training and Research Hospital between January 2017 and July 2019 were included. Retrospectively, patient demographics, clinical signs, laboratory tests, diagnoses, clinical follow-up were recorded.
RESULTS: Forty-five patients aged 67.8±59.6 months were included in the study. Thirteen (29%) patients were female, and 32 (71%) were male. Creatine kinase levels were increased in 26 (58%) patients (median: 3211 IU/L). Twenty-four patients underwent electromyography; seven patients had neuropathy and nine patients muscular pathologies. Three (0.07%) patients underwent muscle biopsy and had nonspecific myopathic changes. Twenty-six (58%) patients out of 45 had a definite diagnosis, and 21 of these diagnoses were genetically confirmed. Seven patients had been subjected to next generation sequencing, and five of these were diagnosed with dystrophinopathy, hypokalemic periodic paralysis, mental retardation autosomal dominant type 9, Ullrich muscular dystrophy, and calpainopathy. Altogether, the most common diagnoses were dystrophinopathy, spinal muscular atrophy, and chronic inflammatory demyelinating polyneuropathy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: After a patient history is taken, a physical examination is conducted, and serum creatine kinase levels are measured, establishment of diagnosis is possible through targeted genetic tests for diseases like dystrophinopathy. However, for patients who cannot be diagnosed with this approach, neuromuscular panels and whole exome sequencing can provide a diagnosis.
Abstract | Full Text PDF

11.Effectiveness of Group Psychotherapy in the Treatment of Obesity During Adolescence: A Prospective Controlled Study
Nurdan Tekgül
doi: 10.5222/buchd.2020.30643  Pages 136 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu prospektif kontrollü çalışmada, ergenlik döneminde görülen obezitenin tedavisinde farklı bir yöntem olarak grup terapisi uygulanarak; kilo kaybı, beslenme alışkanlıkları, iletişim becerileri ve duygusal ve davranışsal sorun düzeyleri açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Kliniğine bağlı ÇİDEM Gençlik Danışmanlık ve Sağlık Hizmet Merkezine başvuran ve Vücut Kitle İndeksi ile obesite tanısı alana 13-18 yaş arası 16 ergen örnekleminden rastgele yöntemle 2 çalışma grubu oluşturulmuştur: Grup I: obesite tedavisine yönelik grup psikoterapisi alan 8 ergen ve Grup II: grup psikoterapisi almayan 8 ergen. Grup psikoterapisi grubuna haftada bir gün olmak üzere 8 hafta sürecek olan ve iletişim becerilerini geliştirebilmeleri amacıyla grup terapisi (sosyometrik psikodrama) uygulanmıştır.
BULGULAR: Grup tedavisine devam edenlerin vücut kitle indeksi puanlarının %100’ünde azalma görülürken, gelmeyenlerin sadece % 25’inde azalma olduğu, ergenlerin özellikle ve öncelikle aileleriyle kurdukları ilişki biçiminin ve buna bağlı olarak yaşadıkları duygusal sıkıntıların yeme alışkanlıklarına olumsuz yönde katkısının olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Örneklem sayısının küçüklüğüne rağmen bu prospektif kontrollü çalışma obez ergenlerde grup terapisini konudan bağımsız olarak grup etkileşim gücünü fazlasıyla yaşamaları ile bağlantılı olarak başarıyı arttırdığını göstermiştir.
INTRODUCTION: Group therapy as a different method in the treatment of obesity in adolescence; weight loss, eating habits, communication skills and emotional and behavioral problem levels in terms of evaluation.
METHODS: The study is performed in University of Health Sciences, İzmir Tepecik Training and Research Hospital, Clinic of Family Medicine, Youth Counselling and Health Service Center. Two study groups were created from randomly selected 16 obes adolescents according to their BMI (Body Mass Index), between the ages of 13-18. Group I: eight adolescents who took sosyometric psikotravmatic group therapy for obesity treatment. Group II: eight adolescents who didn’t take sosyometric psikotravmatic group therapy. A sosyometric psikotravmatic group therapy was applied that will take 8 weeks, 1 day per week in order to develop their communication skills.
RESULTS: BMI (Body Mass Index) of those who continued therapy showed 100% reduction, while those who did not contribute had 25% in reduction. Especially their relations with their parents and relatingly their emotional distress was found to have a negative contribution to their eating habits.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the small sample suggests the reliability of our findings, this prospective study shows that; group therapies with young people are thought to increase the success in relation to the fact that they experience the power of group interaction independently of the subject. Studies on this subject can be repeated with a larger sample.
Abstract | Full Text PDF

12.Evaluation of Patients with Conjugated Hyperbilirubinemia in Neonatal Period
Tuba Irk, Özlem Bekem Soylu, Şebnem Çalkavur, Özgür Olukman, Kıymet Çelik
doi: 10.5222/buchd.2020.43255  Pages 143 - 149
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu prospektif kontrollü çalışmada, ergenlik döneminde görülen obezitenin tedavisinde farklı bir yöntem olarak grup terapisi uygulanarak; kilo kaybı, beslenme alışkanlıkları, iletişim becerileri ve duygusal ve davranışsal sorun düzeyleri açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif kontrollü çalışmada, ergenlik döneminde görülen obezitenin tedavisinde farklı bir yöntem olarak grup terapisi uygulanarak; kilo kaybı, beslenme alışkanlıkları, iletişim becerileri ve duygusal ve davranışsal sorun düzeyleri açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
BULGULAR: Grup tedavisine devam edenlerin vücut kitle indeksi puanlarının %100’ünde azalma görülürken, gelmeyenlerin sadece % 25’inde azalma olduğu, ergenlerin özellikle ve öncelikle aileleriyle kurdukları ilişki biçiminin ve buna bağlı olarak yaşadıkları duygusal sıkıntıların yeme alışkanlıklarına olumsuz yönde katkısının olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Örneklem sayısının küçüklüğüne rağmen bu prospektif kontrollü çalışma obez ergenlerde grup terapisini konudan bağımsız olarak grup etkileşim gücünü fazlasıyla yaşamaları ile bağlantılı olarak başarıyı arttırdığını göstermiştir.
INTRODUCTION: Group therapy as a different method in the treatment of obesity in adolescence; weight loss, eating habits, communication skills and emotional and behavioral problem levels in terms of evaluation.
METHODS: The study is performed in University of Health Sciences, İzmir Tepecik Training and Research Hospital, Clinic of Family Medicine, Youth Counselling and Health Service Center. Two study groups were created from randomly selected 16 obes adolescents according to their BMI (Body Mass Index), between the ages of 13-18. Group I: eight adolescents who took sosyometric psikotravmatic group therapy for obesity treatment. Group II: eight adolescents who didn’t take sosyometric psikotravmatic group therapy. A sosyometric psikotravmatic group therapy was applied that will take 8 weeks, 1 day per week in order to develop their communication skills.
RESULTS: BMI (Body Mass Index) of those who continued therapy showed 100% reduction, while those who did not contribute had 25% in reduction. Especially their relations with their parents and relatingly their emotional distress was found to have a negative contribution to their eating habits.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the small sample suggests the reliability of our findings, this prospective study shows that; group therapies with young people are thought to increase the success in relation to the fact that they experience the power of group interaction independently of the subject. Studies on this subject can be repeated with a larger sample.
Abstract | Full Text PDF

13.Epidemiology of Childhood Blindness in Somalia: Why is Trauma the Most Common Cause?
Mustafa Kalaycı
doi: 10.5222/buchd.2020.67984  Pages 150 - 155
GİRİŞ ve AMAÇ: Somali’deki çocuk hastalar arasında körlüğün yaygınlığını ve nedenlerini belirlemek ve önlenebilir ve tedavi edilebilir nedenleri belirlemekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu hastane merkezli, kesitsel, tanımlayıcı çalışmaya Somali Mogadişu Türkiye Recep Tayyip Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Polikliniği’ne Kasım 2019 - Şubat 2020 tarihleri arasında başvuran 16 yaş altı toplam 1045 çocuk dahil edildi ve bulguları kaydedildi.
BULGULAR: Göz polikliniğine başvuran 1045 çocuğun 40’ında (%3,8) tek taraflı körlük ve 14’ünde (%1,3) bilateral körlük mevcuttu. Bu 54 hastanın 32’si (%59,2) erkek ve 22’si (%40,8) kız çocuğu idi. Hem erkek hem de kız çocuklarında körlüğün en sık görüldüğü yaş grubu 0-6 yaş grubuydu (24, %44,5). Körlüğün başlıca nedenleri travmaya bağlı komplikasyonlar (%25), katarakt (%20,6) ve korneal opasite (%16,2) idi. Bilateral körlüğün en sık nedenleri katarakt (%35,7), glokom (%21,4), korneal opasite (%13,3) ve retina bozuklukları (%13,3) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: A vitamini eksikliği ve kızamık enfeksiyonu nedeniyle kornea skarlaşması Somali’deki çocuklarda hala önemli bir sorun olarak görünmektedir. Travma ile ilişkili komplikasyonlar, ülkede uzun süredir devam eden iç çatışmanın ve bombalı eylemlerin bir sonucu olarak tek taraflı körlüğün en yaygın nedeni gibi görünmektedir.
INTRODUCTION: To determine the prevalence and causes of blindness among pediatric patients in Somalia and to identify preventable and treatable causes.
METHODS: In this hospital-based, cross-sectional, descriptive study, a total of 1045 children under 16 years of age who applied to the ophthalmology clinic of Turkey, Recep Tayyip Erdogan, Somalia Mogadishu Training and Research Hospital between November 2019 and February 2020 were included and their findings were recorded.
RESULTS: Of the 1045 children who applied to the ophthalmology clinic, 40 (3.8%) had unilateral blindness and 14 (1.3%) had bilateral blindness. Of these 54 patients, 32 (59.2%) were boys and 22 (40.8%) were girls. The age group in which blindness was most common in both boys and girls was 0-6 years old (24, 44.5%). The main causes of blindness were traumatic complications (25%), cataracts (20.6%) and corneal opacity (16.2%). The most common causes of bilateral blindness were cataracts (35.7%), glaucoma (21.4%), corneal opacity (13.3%) and retinal disorders (13.3%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Corneal scarring still appears to be an important problem in children in Somalia due to vitamin A deficiency and measles infection. Trauma-related complications appear to be the most common cause of unilateral blindness as a result of long-standing internal conflict and bomb actions in the country.
Abstract | Full Text PDF

14.Value of Anthropometric Measurements in Predicting Difficult Laryngoscopy in Children: A Prospective, Observational Study
Gaye Aydın, Sanem Güntürk, Meltem Çakmak, Yücel Karaman, Mustafa Onur Öztan, Pervin Sutaş Bozkurt, Gizem Cabbaroğlu, Rıza Hakan Erbay
doi: 10.5222/buchd.2020.81542  Pages 156 - 163
GİRİŞ ve AMAÇ: Hava yolu güvenliğinin sağlanması anestezide büyük önem taşımaktadır. Üç yaşından küçükler için spesifik zor havayolu ve entübasyon öngörü testleri veya zor hava yolu bulguları tanımlanmamıştır. Bu çalışma, çocuklarda zor laringoskopi ve entübasyon tahmininde antropometrik ölçümlerin doğrudan laringoskopik görüntülemeyi değerlendiren Cormack-Lehane ve entübasyon değerlendirmesini ölçen “Entübasyon Zorluk Ölçeği” skorlamaları ile karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya elektif cerrahi geçiren toplam 108 hasta (0-3 yaş) dahil edildi. Bilinen sendromu olan hastalar, yüz anomalisi, Anestezistlerin Fiziksel Durum Sınıflandırması 2’nin üzerinde, laringeal maske hava yolu uygulanan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Ameliyat öncesi dönemde çocuk cerrahı tarafından demografik veriler, baş çevresi, ağırlık, boy ölçümleri, vücut kitle indeksi ve persentil değerleri kaydedildi. Laringoskopi ve entübasyon sırasında Cormack-Lehane Skoru ve Entübasyon Zorluk Ölçeğine göre parametreler değerlendirildi ve çalışmayı bilmeyen asistan tarafından kaydedildi. Kaydedilen tüm parametreler Cormack-Lehane ve Entübasyon Zorluk Ölçeği skorları ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Tüm parametreler CL Derece I-II-III ve Entübasyon Zorluk Ölçeği skorları ile karşılaştırıldığında; yaş ve baş çevresi ile CL Derece I, II arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p<0.05, p<0.05). Zor ve kolay direkt laringoskopi açısından tüm parametreler karşılaştırıldığında, zor direkt laringoskopik görüntü ile erkek cinsiyet ve düşük ağırlıklı persentil arasında ilişki saptandı (p<0.05). Entübasyon Zorluk Ölçeği skorlarına göre hiçbir olguda zor entübasyona rastlanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Antropometrik ölçümler pediyatrik hastalarda zor direkt laringoskopi ve zor entübasyon için öngörücü değildir. Zor direk laringoskopinin potansiyeli erkeklerde kızlardan ve düşük ağırlık yüzdelikli çocuklarda daha yüksek olabilir.
INTRODUCTION: Ensuring airway security carries the utmost importance in anesthesia. Specific predictive tests or findings for difficult airway are not defined for children under 3 years old. This study is aimed at finding out the value of anthropometric measurements in the prediction of difficult laryngoscopy and intubation in children by comparing them to direct laryngoscopic evaluation of Cormack-Lehane test and intubation evaluation of Intubation Difficulty Scale.”

METHODS: A total of 108 patients (aged 0-3 years), undergoing elective surgery were included in this study. Patients with known syndrome, facial anomaly, Anesthesiologists Physical Status Classification Class >2, and laryngeal mask airway were excluded from the study. Demographic data, head circumference, weight, height measurements, body mass index and percentile values were recorded by a pediatric surgeon in the preoperative period. During laryngoscopy and intubation evaluations were made using Cormack-Lehane Score and Intubation Difficulty Scale and recorded by a blinded resient. All recorded parameters were compared with Cormack-Lehane and Intubation Difficulty Scale scores.
RESULTS: When all parameters were compared with CL Grade I-II-III, IDS scores; a statistically significant difference was found between age and head circumference and CL Grade I, II (p<0.05, p<0.05). When all parameters were compared in terms of difficult and easy direct laryngoscopy, relations between difficult direct laryngoscopy and male gender and low weight percentile were observed (p<0.05). Difficult intubation was not found according to Intubation Difficulty Scale.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Anthropometric measurements are not predictive for difficult direct laryngoscopy and difficult intubation in pediatric patients. The potentiality of difficult direct laryngoscopy could be higher in boys than girls and in children with low weight percentile.
Abstract | Full Text PDF

15.Role of Calretinin in Determining the Aganglionic Segment in Hirschsprung's Disease
Onur Ceylan, Özgür Çağlar
doi: 10.5222/buchd.2020.45403  Pages 164 - 169
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı Hirschsprung Hastalığında (HH) gangliyonik ve agangliyonik kolon örneklerinde kalretininin immünreaktivitesinin varlığını, şeklini ve değerini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: HH ön tanısı ile gelen 63 olgunun gangliyon pozitif ve negatif bağırsak dokusu tanısı alan materyalleri çalışmaya dâhil edilip kalretininin immünbelirteci uygulandı. Kalretinin için vakalar kuvvetli pozitif, zayıf pozitif ve negatif olarak üç gruba ayrıldı. Gangliyon içeren doku örnekleri ile gangliyon içermeyen doku örnekleri arasındaki boyanma farklılıkları incelendi.
BULGULAR: Gangliyon içeren biyopsi materyallerinin tamamında submukozal ve miyenterik pleksuslardaki gangliyonlarda kalretinin kuvvetli pozitif olarak izlendi. Gangliyon içermeyen biyopsilerin ise 60’ında negatif, 3’ünde zayıf stoplazmik pozitif olarak değerlendirildi. Agangliyonik ve gangliyonik segmentlerde kalretinin pozitif immünreaktivitesi arasında anlamlı bir farklılık izlendi (p<0.001). Kalretinin için sensitivite, spesifisite, doğruluk, pozitif prediktif değer ve negatif prediktif değer oranları sırasıyla %100, %94,44, %97,14, %94,44 ve %100 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gangliyonik ve aganglyionik segmentlerin belirlenmesinde yüksek sensitivite ve spesifisiteye sahip olan kalretinin son derece yararlıdır. Kalretininin hemotoksilen-eozine (H&E) kıyasla yorumlaması çok daha kolay olduğu için tek bir immünhistokimyasal çalışma ve H&E kesit ile kesin tanı koydurucu özellikte olduğunu düşünmekteyiz. Bu yüzden aşırı seri kesit, immünhistokimyasal çalışma gereksinimi ve tekrar biyopsi alınması gibi durumları azaltması açısından da son derece önemlidir.
INTRODUCTION: This study aims to determine the presence, shape, and value of immunoreactivity of calretinin in ganglionic and aganglionic colon samples in Hirschsprung’s Disease (HSCR).
METHODS: This study included the ganglion positive and negative intestinal tissue materials of 63 patients admitted to the hospital with the prediagnosis of HSCR. Calretinin immunomarker was applied to the materials. The cases were divided into three groups as strongly positive, weakly positive and negative for calretinin. Staining differences between ganglionic and aganglionic tissue samples were examined.
RESULTS: In all ganglionic biopsy materials, calretinin was seen to be strongly positive in the submucosal and myenteric plexuses. Calretinin was evaluated as negative in 60 of aganglionic biopsy materials whereas it was found to be weakly cytoplasmic positive in three cases. A significant difference was observed between the positive immunoreactivity of calretinin in the aganglionic and ganglionic segments (p<0.001). Rates of sensitivity, specificity, accuracy, positive, and negative predictive values were found to be 100%, 94.44%, 97.14%, 94.44%, and 100%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Calretinin, which has high sensitivity and specificity, is extremely useful in determining ganglionic and aganglionic segments. We believe that calretinin can provide a definitive diagnosis with a single immunohistochemical study and H&E section since its interpretation is much easier compared to hematoxylin-eosin (H&E). Thus, it is extremely important in terms of reducing excessive serial sectioning, the need for immunohistochemical assay and re-biopsy
Abstract | Full Text PDF

16.Comparison of Conventional Uroflowmetry and New Smart, Self-Directed Outpatient Uroflowmetry in the Evaluation of Lower Urinary System Dysfunction in Children
Fatma Devrim, Nida Dinçel
doi: 10.5222/buchd.2020.22599  Pages 170 - 176
GİRİŞ ve AMAÇ: Üroflovmetri alt üriner sistem disfonksiyonu ön tanılı hastalarda önemli tanısal değeri olan invazif olmayan bir tanı yöntemidir. Bu kesitsel çalışmada alt üriner sistem disfonksiyonundan şüphenilen çocuklarda konvansiyonel üroflovmetri ile hastayı kendi yönlendiren akıllı üroflovmetri sisteminin sonuçların karşılaştırması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipteki bu çalışmada konvansiyonel ve hastayı kendi yönlendiren akıllı üroflovmetri sistemi tarafından aynı günde iki ardışık işeme gerçekleştiren çocuklardan kayıt edilmiş olanlar dahil edilmiştir. Bu iki tanı yöntemi ile ölçülen maksimum idrar akış hızı ve ortalama idrar akış hızları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Her iki tanı yöntemi arasında ortalama idrar akış hızları ortalaması arasındaki ortalama fark -1.7 olarak bulundu. Bland-Altman grafiği, konvansiyonel üroflovmetri ve hastayı kendi yönlendiren akıllı üroflovmetri sistemin ölçtüğü ortalama idrar akış hızları sonuçlarından oluşan veri noktalarının çoğunun ölçümler arasındaki farkın sıfır çizgisi etrafında sıkıca kümelendiğini ve okumaların sadece %4’ünün %95 güven düzeyinin dışında kaldığını gösterdi. Her iki tanı yöntemi arasında maksimum idrar akış hızları ortalaması arasındaki ortalama fark -4.5 olarak bulundu. Bland-Altman grafiği, konvansiyonel üroflovmetri ve hastayı kendi yönlendiren akıllı üroflovmetri sistemin ölçtüğü maksimum idrar akış hızları sonuçlarından oluşan veri noktalarının çoğunun ölçümler arasındaki farkın sıfır çizgisi etrafında sıkıca kümelendiğini ve okumaların sadece %2’sinin %95 güven düzeyinin dışında kaldığını gösterdi

TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastayı kendi yönlendiren akıllı üroflovmetri cihazı ile ölçülen, maksimum idrar akış hızı ve ortalama idrar akış hızları konvansiyonel üroflowmetriye göre daha yüksek bulundu. Bu özellikle çocukların utangaçlığı ve idrar yaparken odada başka biri olmasından kaynaklandığı düşünülmüştür.
INTRODUCTION: Uroflowmetry is an essential noninvasive test with important diagnostic method in patients with initial diagnosis of lower urinary tract dysfunction. We aimed to compare the results of conventional uroflowmetry with those of the new smart “self-directed outpatient” uroflowmetry in children with suspected lower urinary tract dysfunction.
METHODS: This cross-sectional study included children who had performed two sequential urinations in the same day recorded by conventional and smart “self-directed outpatient” uroflowmetry. Results of the measurements of maximum, and average urinary flow rates were recorded and compared.
RESULTS: The mean difference between average urinary flow rates detected by both diagnostic methods was -1.7. The Bland-Altman plot showed that most of the data points were tightly clustered around the zero line of the difference between the measurements, with only 4% of the readings falling outside the 95% level of confidence. The mean difference between average urinary flow rates measured by both conventional and “self-directed outpatient” uroflowmetry was -4.5. The Bland-Altman plot showed that most of the data points were tightly clustered around the zero line of the difference between the measurements, with only 2% of the readings falling outside the 95% level of confidence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The maximum, and average urinary flow rates measured with “self-directed outpatient” uroflowmetry were statistically significantly higher compared to conventional uroflowmetry. These results could be due to the children being much shyer and being affected by the presence of someone in the room while urinating.
The maximum urinary flow rate and average urinary flow rate measured with “self-directed outpatient” uroflowmetry are higher compared to conventional uroflowmetry, which might ensure patient privacy.
Abstract | Full Text PDF

17.Quadratus Lumborum Block versus Wound Infiltration for Pediatric Unilateral Inguinal Hernia Repair; A Prospective, Randomized Study
Erkan Cem Çelik, Özgür Çağlar, Elif Oral Ahiskalioglu, Muhammed Enes AYDIN, İrem Ateş, Binali Fırıncı, Suna Mehtap Çelik, Ali Ahiskalioglu
doi: 10.5222/buchd.2020.93446  Pages 177 - 183
GİRİŞ ve AMAÇ: İngüinal herni onarımı, günlük çocuk cerrahisi pratiğinde alt batın ameliyatları arasında önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmada pediyatrik yaş grubunda inguinal herni cerrahisinde cerrahi yara yeri infiltrasyonu ve transmusküler quadratus lumborum'un (TQL) ameliyat sonrası analjezik etkileri karşılaştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Etik kurul onayı alındıktan sonra 2 ay ile 7 yaşları arasında, elektif tek taraflı inguinal herni tamiri olan 50 hasta randomize edilerek TQL bloğu (Grup TQL, n = 26) veya yara infiltrasyonu (Grup I, n = 24) olmak üzere 2 gruba ayrıldı. TQL grubuna ameliyat öncesi % 0.25 bupivakain 0.5 ml / kg ile ultrason eşliğinde transmusküler kuadratus lumborum bloğu, infiltrasyon grubuna ise ameliyattan önce % 0.25 bupivakain 0.5 ml / kg ile cerrahi yara yeri infiltrasyonu uygulandı. Ağrı skorları (FLACC), ebeveyn memnuniyeti, blok komplikasyonlar ve ek analjezi gereksinimleri kaydedildi.
BULGULAR: İnfiltrasyon grubuna göre 2. (p <0.001) ve 4. (p <0.05) saatlerde TQL grubunda FLACC ağrı skorlarında anlamlı bir azalma saptandı. Ancak diğer saatler arasında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p> 0.05). Parasetamol gereksinimi TQL grubunda infiltrasyon grubuna kıyasla istatistiksel olarak daha düşüktü (sırasıyla 6/20 ve 14/10, p = 0.020). Fentanil tüketimi açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p> 0.05). Gruplar arasında ebeveyn memnuniyeti değerlendirmesi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Transmuscular kuadratus lumborum bloğunun etkinliğinin değerlendirildiği bu çalışmada ameliyattan sonraki ilk saatlerde etkili analjezik aktivite sağladığı ve hastalarda analjezik tüketimini azalttığı görülmüştür. TQL'in pediatrik ingüinal herni cerrahisinde infiltrasyon analjezisine kıyasla tek başına analjezik bir çözüm olduğuna inanıyoruz.
INTRODUCTION: The inguinal hernia repair has an important place among the lower abdominal surgeries regarding the daily pediatric surgery practice. This study was aimed to compare the postoperative analgesic effects of the surgical wound infiltration and transmuscular quadratus lumborum (TQL) in inguinal hernia surgery in the pediatric age group.
METHODS: After ethical board approval 50 patients between the ages of 2 months and 7 years ungoing elective unilateral inguinal hernia repair were randomized to TQL block (Group TQL, n=26) or to wound infiltration (Group I, n=24). Group TQL received ultrasound- guided transmuscular quadratus lumborum block with 0.25% bupivacaine 0.5 ml/kg and Group I received wound infiltration with 0.25% bupivacaine 0.5 ml/kg before surgery. Pain scores (FLACC), parental satisfication, block complications and additional analgesia requirements were recorded.
RESULTS: It was determined a significant decrease in the FLACC pain scores in the TQL group for the 2nd (p<0.001) and 4th (p<0.05) hours compared to the infiltration group. However, there was no statistically significant difference between the groups for other hours (p>0.05). The paracetamol requirement was statistically lower in the Group TQL than Group I (6/20 vs 14/10 respectively, p=0.020). There was no statistically difference between groups for fentanyl consumption (p>0.05). There was no statistically significant difference between the groups regarding the parental satisfaction evaluation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study evaluated TQL was reported to provide effective analgesic activity in the first hours after surgery and decrease analgesic consumption in patients. We believe that TQL is an analgesic solution alone compared to infiltration analgesia in pediatric inguinal hernia surgery.
Abstract | Full Text PDF

18.Helicobacter Pylori infection in children: A 10-year single center experience
Hülya Tosun Yıldırım
doi: 10.5222/buchd.2020.69772  Pages 184 - 189
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada mide endoskopik biyopsilerinde Helicobacter pylori (H. pylori) sıklığının histopatolojik olarak değerlendirilmesi ve Sydney sınıflamasının kriterleri ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, 1 Ocak 2007-31 Aralık 2016 arasında hastanemizde 18 yaş altı (0-18 yaş) herhangi bir nedenle üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılmış ve antrum biyopsi alınmış 408 hasta retrospektif olarak incelendi. Olgularda H. pylori varlığı ve şiddeti, kronik inflamasyon, aktivite, atrofi, intestinal metaplazi ve lenfoid folikül varlığı histopatolojik olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların 213 (%52,2)’ü kız, 195 (%47,8)’i erkek olup, yaş ortalaması 11.16±4,89 yıl idi. Yüz elli sekiz olguda (%38,7) değişik şiddetlerde H. pylori izlendi. Olguların yaşa göre dağılımında 0-6 yaş, 7-12 yaş, 13-18 yaş gruplarında H. pylori sıklığı sırasıyla %20,7, %28,9 ve %47 idi. H. pylori pozitif 158 olguların tümünde kronik mononükleer yangısal hücre infiltrasyonu, %81,6’unda aktivite, %17,1’inde atrofi, %17,1’inde lenfoid folikül ve %5,1’inde intestinal metaplazi mevcuttu. H. pylori varlığı ile kronik inflamasyon ve aktivite arasında anlamlı ilişki saptanır iken (p <0.01), atrofi ve intestinal metaplazi ve lenfoid folikül varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.23, p=0,26, p=0,14).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastane temelli bu çalışmamızda saptadığımız bulgular, H. pylori enfeksiyonunun çocuklar açısından özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli bir sağlık problemi oluşturduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate the frequency of Helicobacter pylori (H.Pylori) in gastric endoscopic biopsies in children histopathologically and to compare with the Sydney classification criteria.
METHODS: A retrospective examination was made of 408 patients, aged <18 years (range, 0-18 years) who were applied with GIS endoscopy for any reason and from whom biopsy was taken at our hospital between 1 January 2007 and 31 December 2016. The cases were evaluated in respect of the presence of H. pylori and severity, chronic inflammation, activity, atrophy, intestinal metaplasia, and the presence of lymphoid follicles histopathologically.
RESULTS: The cases comprised 213 (52.2%) females and 195 (47.8%) males with a mean age of 11.16±4.89 years. H. pylori with varying rates was found in 158 cases (38.7%). When the cases were separated into age groups of 0-6 years, 7-12 years and 13-18 years, the frequency of H. pylori was determined as 20.7%, 28.9%, and 47%, respectively. Chronic mononuclear inflammatory cell infiltration in all, activity in 81.6%, atrophy in 17.1%, lymphoid follicles in 17.1%, and intestinal metaplasia in 5.1% were observed in 158 cases with H. pylori positive. While there was a significant relationship between the presence of H. pylori and chronic inflammation and activity (p <0.01), there was no statistically significant relationship between the presence of atrophy and intestinal metaplasia and lymphoid follicles (p=0.23, p=0.26, p=0.14).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The findings determined in this hospital-based study showed that H. pylori infection constitutes a significant health problem in children, especially in developing countries.
Abstract | Full Text PDF

19.Evaluation of the Effects of “High-Flow Nasal Cannula Oxygenation” Therapy on Vital Signs in Infants Diagnosed as Severe Acute Bronchiolitis Who Are Unresponsive to Conventional Therapy
Mücahit Koçoğlu, Ali Güngör, Başak Yalçın Burhan, Cüneyt Karagöl, Alkım Öden Akman
doi: 10.5222/buchd.2020.33600  Pages 190 - 196
GİRİŞ ve AMAÇ: Yüksek akımlı nasal oksijen (YANKO) tedavisinin, akut bronşiolit izleminde respiratuar distres geliştiren
çocuk hastalarda vital bulguları belirgin düzelttiği belirtilmektedir. Çalışmamızda ağır akut bronşiolit
tanılı infantlarda YANKO tedavisinin vital bulgulara etkisini değerlendirmeyi amaçladık ve ayrıca bu hastaların
merkezimizde YANKO bulunmadığı sürede yoğun bakım ünitesinde yatış süresi ve sayılarını karşılaştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu gözlemsel, tek merkezli çalışmaya, Ekim 2017 ile Mart 2018 arasında YANKO tedavisi (F&P
Airvo 2TM optiflow cihazı ile 1-2 L/kg/dk.) uygulanan ağır akut bronşiolit tanılı hastalar (1-24 ay) dahil
edildi. Hastane yatış süresi, YANKO tedavisinin 1., 6., 12. ve 24. saaatlerindeki solunum ve kalp hızı, kan
basıncı ve oksijen saturasyonu değişimleri değerlendirildi.
BULGULAR: alışmaya toplam 41 hasta dahil edildi, % 66’sı (n=27) erkekti, ortalama yaş 7,5±5,6 ay ve ortalama
vücut ağırlığı 7,5±2,2 kilogramdı. Tüm hastaların 32’si (%78) serviste takip edildi ve 9’u (%22) pediatrik
yoğun bakım ünitesine devir edildi. Birinci, 6., 12. ve 24. saatlerde, kalp ve solunum hızı anlamlı
azaldı, oksijen saturasyon değeri anlamlı arttı. Hastanede yatış süresinde, YANKO’nun olmadığı döneme
göre anlamlı bir fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda YANKO tedavisi kalp ve solunum hızını anlamlı azaltırken ve oksijen saturasyonunu
anlamlı olarak arttırdı. YANKO tedavisinin etkinliği ile ilgili verilerimiz çok merkezli çalışmalarla değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: High-flow nasal cannula oxygenation (HFNC) therapy is reported to provide a significant improvement in vital findings in pediatric patients who develop respiratory distress at acute bronchiolitis follow up. In our study, we aimed to evaluate the effects of HFNC therapy on vital findings in infants diagnosed severe acute bronchiolitis and also, we compared the mean duration and the number of hospitalizations of these patients in the intensive care unit with the period where HFNC was not available in our center.
METHODS: This observational, single center study included patients (1-24 months) diagnosed with severe
acute bronchiolitis who were administered HFNC therapy (1-2 L/kg/min with F&P Airvo 2TM optiflow
device) between October 2017 and March 2018. Duration of hospitalization, respiratory and heart rate,
blood pressure, and saturation of oxygen change values at 1st, 6th, 12th, and 24th hours of HFNC therapy
were evaluated.
Results: A total of
RESULTS: A total of 41 patients was included in the study, 66% (n=27) were boys, the mean age was 7.5±5.6
months, and the mean body weight was 7.5±2.2 kilograms. Of all patients, 32 (78%) were followed up in
the ward, and 9 (22%) were transferred to pediatric intensive care unit. Heart and respiratory rates were
significantly decreased and saturation of oxygen was significantly increased at 1st, 6th, 12th, and 24th hours.
No significant difference was found in the duration of hospitalization compared to the period where HFNC
was not available.mpared to the period where HFNC was not available.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, HFNC therapy significantly decreased respiratory and heart rate, and significantly
improved SpO2. Our data about efficacy of HFNC therapy should be evaluated with multicenter studies.
Abstract | Full Text PDF