Volume: 11  Issue: 1 - 2021
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Page I
DOWNLOAD

2.Publication Policies and Writing Guide

Pages II - IV
DOWNLOAD

3.Contents

Pages V - VI
DOWNLOAD

REVIEW
4.Neuroblastoma and Hippo Signaling Pathway
Selen Kum Özşengezer, Zekiye Altun, Nur Olgun
doi: 10.5222/buchd.2021.58826  Pages 1 - 8
Nöroblastom (NB) sıklıkla erken çocukluk döneminde görülen ve sempatik sinir sisteminden kaynaklanan malign bir tümördür. Hippo sinyal yolağı, organ büyümesi, farklılaşması ile ilgili bir mekanizmadır ve kök hücreler, kanser kök hücreleri ve tümör oluşumunda önemli bir rol oynar. Transkripsiyon aktivatör olan YAP, bu mekanizmanın önemli bir parçasıdır ve YAP inhibisyonunun hücre çoğalması üzerindeki inhibisyon etkisi, bu yolun kanser üzerindeki etkisini vurgular.Pediatrik tümörlerin tanı ve prognozunda YAP’ın ve diğer yolların daha faydalı klinik uygulamaları düşünülebilir ve daha fazla araştırma beklenebilir. Hippo yolu üyeleri, özellikle YAP, aşırı ekspresyon gösteren tümörler için potansiyel yeni tedavi hedefleridir. NB’nin ilerlemesini etkileyen klinik özelliklerin yanı sıra, özellikle agresif NB’lerde yeni tedavi stratejileri geliştirmek için kromozomal anormalliklerin ve hem onkogenlerin hem de tümör baskılayıcı genlerin birlikte değerlendirilmesi gerekir. Son çalışmalarda YAP inhibisyonunun tümör büyümesini ve NB’nin sisplatin direncini bozduğu gösterilmiştir. YAP’ın özellikle sisplatine dirençli NB için potansiyel bir terapötik hedef olarak tanımlar. Hippo, sinyal yolunda NB için yeni bir umut ışığıdır ve tüm adımlar aktif olarak belirlenemediği için çalışmaya ve gelişmeye açıktır.
Neuroblastoma (NB) is a malignant tumor often seen in early childhood and originating from the sympathetic nervous system.Hippo signal pathway is a mechanism involved in organ growth, differentiation and plays an important role in stem cells, cancer stem cells and tumorigenesis.YAP,which is the transcription co-activator, is an important part of this mechanism and the inhibition effect of YAP inhibition on cell proliferation highlights the effect of this pathway on cancer. In the diagnosis and prognosis of pediatric tumors, more beneficial clinical applications of YAP and other routes can be considered and further research can be expected.Hippo pathway members, especially YAP, are potential new treatment targets for tumors that show overexpression. Along with the clinical features that affect the progression of the NB, chromosomal abnormalities and both oncogenes and tumor suppressor genes need to be evaluated together to develop new treatment strategies, especially in aggressive NB’s. In recent studies, YAP inhibition has been shown to impair tumor growth and NB’s cisplatin resistance.This defines YAP as a potential therapeutic target, especially for cisplatin-resistant NB.Hippo is a new glimmer of hope for NB in the signal pathway and open to study and development since all steps cannot be actively determined.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
5.Our Clinical Experiences in Patients with Nutcracker Syndrome
Hatice Sonay Yalcin Comert, Elif Bahat Özdoğan, Sema Tural Bozoğlu, Gül Şalcı, Haluk Sarıhan, Mustafa Imamoğlu
doi: 10.5222/buchd.2021.54366  Pages 9 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Nutcracker sendromu (NCS), abdominal aorto ve superiar mezenterik arter arasındaki sol renal
venin sıkışmasından kaynaklanan nadir bir durumdur. Çalışmanın amacı, NCS tanısı konulan hastalara
genel yaklaşımımızı değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastalar retrospektif olarak incelendi ve cinsiyet, yaş, uygulamadaki ana semptomlar, fizik muayene, radyolojik bulgular, laboratuvar muayeneleri ve tedavi kaydedildi.
BULGULAR: 23 hasta (16 kız, 7 erkek; yaş aralığı, 5-16) NKS tanısı aldı. Tanıdan önce 14 hastada (% 60,8) mikrohematüri saptandı. Teşhisten 9 taneden dördünde (% 39.1) tanı aldıktan sonra belirlendi. Hastaların 5'inde (% 21.7) mikrohematüri saptanmadı. Tüm hastalarda (% 100) ortostatik proteinüri vardı. 17 (% 73.9) hastada hafif, 3 (% 13.0) hastada orta, 3 (% 13.0) hastada ciddi proteinüri vardı. Aortmezenterik (AM) ve hilerde sol renal venin (LRV) ortalama çapı 1.69mm ± 0.70 ve 8.01mm ± 2.27 idi. Üst mezenterik arter ve LRV arasındaki ortalama açı 25.26 ± 7.98 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle kolik yan ağrısı, hematüri ve proteinüri olması durumunda NCS ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır. Cerrahi tedavi, hasta tıbbi tedaviye yanıt verdiğinde daha fazla klinik iyileşme sağlayabilir.
INTRODUCTION: Nutcracker syndrome (NCS) is a rare condition caused by the compression of the left renal vein
between the abdominal aorta and superior mesenteric artery. The purpose of the study was to evaluate
our management of NCS.
METHODS: Patients were retrospectively reviewed and sex, age, main symptoms at application, physical
examination, radiological findings, laboratory examinations, and treatment were recorded.
RESULTS: 23 patients (16 girls, 7 boys; age range, 5 to 16) diagnosed with NCS. Microhematuria was
detected with 14 (60.8%) patients before diagnosis. And four of 9 (39.1%) were determined after
diagnosis. Microhematuria was not detected in 5 (21.7%) of the patients. All patients (100%) had
orthostatic proteinuria. 17 (73.9%) patients had mild, 3 (13.0%) patients had moderate and 3 (13.0%) had
severe proteinuria. The mean diameter of the left renal vein (LRV) at the aortomesenteric (AM) portions
and the hilar were 1.69mm±0.70 and 8.01mm±2.27. The mean angle between the superior mesenteric
artery and LRV was 25.26º±7.98.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the case of especially colic flank pain, hematuria, and proteinuria NCS should keep in mind
in the differential diagnosis. Surgical management may supply more enough clinic improvement when the
patient has a response to medical therapy.
Abstract | Full Text PDF

6.Cranial MRI Findings in Predicting the Severity of Hypoxic-Ischemic Encephalopathy in Term Neonates
Mehmet Coşkun, Oğuz Han Kalkanlı, Rüya Çolak, Senem Alkan Özdemir, Tülin Gökmen Yıldırım, Şebnem Çalkavur, Fazıl Gelal
doi: 10.5222/buchd.2021.09582  Pages 15 - 22
Amaç: Bu çalışmanın amacı, term yenidoğanlarda manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulgularıyla hipoksik-iskemik ensefalopati (HİE) şiddetinin karşılaştırılmasıdır.
Yöntem: 2016 ile 2020 arasında HİE tanılı ve doğumdan sonraki 3 hafta içerisinde kraniyal MRG yapılan 63 term yenidoğanı kapsamaktadır. HİE, Sarnat & Sarnat sınıflaması ile evrelenmiştir. Evre 1 hafif HİE, evre 2 veya 3 şiddetli HİE olarak kabul edildi. T1 ağırlıklı görüntülemede (AG) perirolandik korteks, internal kapsül arka bacağı (İKAB), globus pallidus, serebrospinal tractus sinyali, T2AG’de perirolandik korteks, İKAB, ventrolateral talamus, putamen lateral kenarı ve tegmentum sinyali ve difüzyon kısıtlaması klinik bilgiden yoksun 2 radyolog tarafından konsensüs ile değerlendirildi. Hafif ve şiddetli HİE hasta grubu, gebelik haftası ve doğum ağırlığı açısından t testi, MRG sinyali Fisher-Exact testi kullanılarak karşılaştırıldı.
Bulgular: Otuz-bir yenidoğanda hafif, 32 yenidoğanda şiddetli HİE vardı. Hafif ile şiddetli HİE hasta grubu karşılaştırıldığında, gebelik haftası ve doğum ağırlığı açısından fark yoktu. T1A’da İKAB ve globus pallidusta, T2A’da İKAB’da anormal sinyal, şiddetli HİE’de daha fazlaydı (sırasıyla p=0,022, p=0,008 ve p=0,032). Diğer bölgelerin T1 ve T2A sinyali ve difüzyon kısıtlılığı farklı değildi.
Sonuç: MRG, HİE şiddetini ve paternini tespit etmede önemli bir rol oynar. Term yenidoğanda kraniyal MRG’de, İKAB’da T1 ve T2A’da ve globus pallidusta T1A’da anormal sinyal, şiddetli HİE’yi akla getirmelidir.
Objective: The aim of this study is to compare magnetic resonance imaging (MRI) findings with severity of hypoxic-ischemic encephalopathy (HIE) in term neonates.
Methods: Sixty-three newborns with HIE in whom cranial MRIs were performed within the first 3 weeks of life between 2016 and 2020 were included in the study. Severity of HIE was graded using Sarnat & Sarnat staging. In statistical analysis, Stage 1 was considered as mild, Stage 2 or 3 as severe HIE. The signal intensities of perirolandic cortex, posterior limb of internal capsule (PLIC), globus pallidus, and cerebrospinal tract on T1- weighted imaging (T1WI), and of perirolandic cortex, PLIC, ventrolateral thalamus, lateral edge of putamen and tegmentum on T2WI, and brain diffusion weighted imaging (DWI) findings were evaluated with consensus by two radiologists blinded to clinical findings. Gestational age, birth weight and MRI signal intensities were compared with HIE groups using t test, and Fisher-Exact test.
Results: There were 31 and 32 infants with mild and severe HIE, respectively. Gestational age and birth weight were not different between mild and severe HIE groups. The number of cases with abnormal signals in PLIC and globus pallidus on T1WI, and PLIC on T2WI were significantly higher in severe HIE (p=0.022, p=0.008, and p=0.032, respectively). The presence of signal abnormality in other regions and DWI were not significantly different between HIE groups.
Conclusion: Cranial MRI may play a remarkable role in determining pattern and severity of HIE. Signal abnormality in PLIC and globus pallidus may suggest severe HIE in term neonates.
Abstract | Full Text PDF

7.Are Number of Passes Related with Complications in Pediatric Native Kidney Biopsies?
Mehmet Coşkun, Şeyma Akkuş, Şükran Keskin Gözmen, Malik Ergin, Erkin Serdaroğlu, Nida Dinçel
doi: 10.5222/buchd.2021.84829  Pages 23 - 28
Amaç: Bu çalışmanın amacı çocuk hasta grubunda ultrasonografi rehberliğinde gerçekleştirilen nativ böbrek biyopsilerinde geçiş sayısı ile komplikasyon ilişkisini saptamaktır.
Yöntem: 03/2019-03/2020 arasında US eşliğinde 16 Gauge yarı otomatik iğne ile nativ böbrek biyopsisi yapılan 49 çocuğu kapsamaktadır. Tüm olgular biyopsi öncesi ve sonrası ultrasonografi ile komplikasyon varlığı açısından tarandı. Elektron mikroskopisi gereken durumlarda veya ilk örneklemin yetersiz görüldüğü olgularda 2 veya daha fazla geçiş yapıldı. Transfüzyon veya girişim gerekliliği majör komplikasyon olarak belirlendi. Glomerül sayısına göre işlemin teknik başarısı hesaplandı. Geçiş sayısı ile komplikasyon gelişimi ve glomerül sayısı birbiriyle karşılaştırıldı. İstatistiksel analizde, Ki-kare, t ve ANOVA testlerinden faydalanıldı.
Bulgular: Minör, majör komplikasyon ve teknik başarı oranı sırasıyla %36,7, %0 ve %100’dü. 4 olguda 1 kez, 30 olguda 2 kez, 11 olguda 3 kez ve 4 olguda 4 kez geçiş yapıldı; artan geçiş sayısı ile komplikasyon varlığı arasında anlamlı ilişki bulundu (p=0,002). Geçiş sayısı ≤2 ile ≥3 karşılaştırıldığında: İlk grupta komplikasyon oranı %23,5, diğerinde %66,7 idi. Geçiş sayısı ≥3 olanlarda ≤2’ye kıyasla daha sık komplikasyon izlenirken (p=0,009), glomerül sayısı açısından fark yoktu (p=0,839).
Sonuç: Çocuklarda, ultrasonografi altında 16 Gauge iğne ile nativ böbrek biyopsisi güvenlidir. Üç ve üzeri geçiş, glomerül sayısını artırmazken minör komplikasyonda artışa neden olur.
Objective: The aim of this study was to determine the relationship between number of passes and complications in pediatric native kidney biopsies performed under ultrasonography guidance.
Methods: Forty-nine children who underwent native kidney biopsies using a 16 Gauge semi-automatic needle between 03/2019-03/2020 were included in the study. All patients were evaluated with ultrasonography before and after biopsy procedure to detect complication(s). Two or more passes were performed in most cases where electron microscopy was required. Requirement for transfusion or intervention was considered as a major complication. The technical success was calculated considering number of glomeruli harvested. Number of passes were compared with complication rates and number of glomeruli sampled. In statistical analysis, chi-square, t-test, and ANOVA tests were used.
Results: Minor, major complications and technical success rates were 36.7%, 0% and 100%, respectively. Number of passes were 1 in 4, 2 in 30, 3 in 11 and 4 in 4 cases. Increasing number of passes were related with higher complication rates (p=0.002). The complication rates were 23.5%, and 66.7% when ≤2, and ≥3 passes were used. Complication rate was higher when ≥3 passes were used (p=0.009), without any increase in the number of glomeruli sampled (p=0.839).
Conclusion: Pediatric native kidney biopsy was a safe procedure using 16 Gauge needle under ultrasonography guidance. Three of more passes caused an increase in minor complication rates without any increase in the number of glomeruli sampled.
Abstract | Full Text PDF

8.Do Fetal Isolated Mild Venticulomegaly Make Any Difference in Regional ADC Values at Magnetic Resonans Imaging?
Zeynep Ayvat Öcal, Özgür Öztekin, Deniz Oztekin
doi: 10.5222/buchd.2021.99266  Pages 29 - 36
Amaç: Ventrikülomegali gelişimsel, destrüktif ya da obstruktif bir sürece sekonder gelişebileceği gibi hiçbir nedenin bulunamadığı izole ventrikülomegali şeklinde de olabilir. Ventrikülomegali tespit edilen olgularda eşlikçi patolojilerin varlığını göstermek amacıyla Manyetik Rezonans Görüntüleme tetkiki yapılır. Bu çalışmada manyetik rezonans görüntülemede ADC değeri ölçümlerinin izole Ilımlı ventrikülomegali olgularında nörolojik prognozu öngörmedeki rolünü araştırmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışmamızda fetal MRG tetkiki bulunan ılımlı ventrikülomegali tespit edilen 37 hastanın ve santral sinir sistemi patolojisi bulunmayan 17 fetusun diffüzyon ağırlıklı görüntülemede iş istasyonunda manuel olarak frontal ve oksipital loblarda beyaz cevherden, bazal ganglionlar, talamus, pons ve cerebellumdan bilateral simetrik olarak Region of Interest yerleştirerek ADC değerleri ölçüldü. Elde edilen verilerin analizi bilgisayarda SPSS (20. versiyon) programında yapıldı. MannWhitney U testi uygulandı. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0.05 alındı.
Bulgular: İzole ılımlı ventrikülomegali grubu ve kontrol grubunda maternal yaş ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p= 0.160). Ventrikülomegali grubu ve kontrol grubunda gestasyonel yaş ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p= 0.890). İzole ılımlı ventrikülomegali grubu ve kontrol grubunda frontal, oksipital, bazal gangliyon, talamus, pons ve serebellumda ADC ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.807).
Sonuç: İzole ılımlı ventrikülomegalide prognozu belirlemek amacıyla morfolojik değerlendirme ve çap ölçümünün ötesinde, ADC ölçümü gibi mikrostriktüel değişiklikleri yansıtabilecek başka kantitatif parametreler belirlenmesi gerekmekte olup bu alanda daha fazla sayıda olgu içeren daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.
Objective: Ventriculomegaly may not only develop secondary to a process,but it may also be in the form of isolated ventriculomegaly with no specific reason. MRI is performed to show the presence of accompanying pathologies.In this study, we measured ADC values in mild ventriculomegaly cases and aimed to investigate the role of ADC value measurements in predicting neurological prognosis in isolated mild ventriculomegaly during MRI.
Methods: In our study, ADC values were measured of 37 patients detected to be present with mild ventriculomegaly and 17 fetuses in the control group who had no additional central nervous system patology. For the measurement, ROI was placed in differtent brain regions (frontal lobe white matter,occipital lobe white matter, basal ganglia, thalamus, cerebellum and pons). The analysis of the data obtained was performed using the SPSS (20th version) program. MannWhitney U test was applied. Statistical significance level was set as p<0.05.
Results: There was no statistically significant difference between the isolated mild ventriculomegaly and the control group in terms of the mean maternal age (p=0.160). Also, no statistically significant difference was observed between the mean gestational age in the ventriculomegaly group and the control group (p=0.890). There was also no statistically significant difference between ADC measurements in different brain regions in the isolated mild ventriculomegaly and the control group (p=0.807).
Conclusion: In order to determine the prognosis in isolated mild ventriculomegaly, other quantitative parameters such as ADC measurement, beyond morphological evaluation and diameter measurement should be determined, and also we need more studies comprising more cases in this field.
Abstract | Full Text PDF

9.Dynamic Renal Scintigraphy Results of Pediatric Patients Operated Due to Unilateral Ureteropelvic Junction Obstruction: A Novel Approach to Overestimated Ipsilateral Differentiated Renal Function
Sabri Cansaran, Ayşenur Celayir, Serdar Moralıoğlu, Osman Zeki Pektaş, Oktav Bosnalı
doi: 10.5222/buchd.2021.25428  Pages 37 - 42
Amaç: Bu çalışmanın amacı, üreteropelvik bileşke obstrüksiyonu nedeniyle opere edilen hastaların preoperatif ve postoperatif renal fonksiyonlarını sintigrafik olarak incelemek, ameliyat endikasyonunu etkileyen faktörleri tartışmak ve sintigrafik inceleme sırasında dikkat edilmesi gereken önemli noktaları vurgulamaktır.
Yöntem: Üreteropelvik bileşke obstrüksiyonu nedeniyle piyeloplasti yapılan pediatrik olgular retrospektif olarak incelendi. Primer üreteropelvik bileşke tıkanıklığı nedeniyle ameliyat edilen ve hem preoperatif hem de postoperatif dinamik sintigrafi sonuçlarına ulaşılabilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastalar <%50 ve ≥%50 ipsilateral diferansiye renal fonksiyonu olanlar olarak iki gruba ayrıldı. Gruplar arasındaki fark p<0,05 olduğunda istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: <%50 DRF grubundaki 36 olgunun medyan yaşı 7,7 ay ve ≥%50 DRF grubundaki 24 olgunun medyan yaşı 8,5 aydı. Ana gruplar arasında yapılan karşılaştırmada, ortalama ipsilateral diferansiye renal fonksiyonun hem preoperatif hem de postoperatif dönemde birbirinden anlamlı derecede farklı olduğu görüldü. İki ana grup içindeki değişiklikler de analiz edildi ve anlamlı farklılıklar görüldü. Genel, grup ve alt grup bazında ipsilateral diferansiye renal fonksiyon değişiklikleri, ayrıca alt gruplarda ipsilateral böbreğin preoperatif ultrason bulguları ortaya konuldu.
Sonuç: Artmış hidronefroz derecesi ve renal pelvis ön-arka çapı, fazla ölçülen ipsilateral renal fonksiyon ile yakından ilişkilidir. Üreter obstrüksiyonlu hastaların cerrahi endikasyonu için kullanılan sintigrafik incelemeler US bulguları ve hastanın klinik durumu ile beraber anlam kazanır.
Objective: The aim of this study was to scintigraphically investigate the preoperative and postoperative renal functions of patients operated due to ureteropelvic junction obstruction, discuss the factors affecting the indication of surgery and emphasize the important points to consider during scintigraphic examination.
Method: We retrospectively analyzed pediatric cases who underwent pyeloplasty due to ureteropelvic junction obstruction. Patients operated for primary ureteropelvic junction obstruction whose preoperative and postoperative dynamic scintigraphy results could be obtained were included in the study. The patients were divided into two groups as those with <50% and ≥50% ipsilateral differentiated renal function. The difference between the groups was considered statistically significant when p<0.05.
Results: The median ages of 36 cases in <50% DRF group and 24 cases in ≥50% DRF group were 7.7 months and 8.5 months, respectively. The mean ipsilateral differentiated renal function values of the main groups were significantly different from each other both in the preoperative and postoperative periods. The changes within the two main groups were also analyzed, yielding significant differences. Ipsilateral differentiated renal function changes on a general, group and subgroup basis, and preoperative ultrasound findings of the ipsilateral kidney in subgroups were revealed.
Conclusion: Increased hydronephrosis degree and renal pelvis anterior-posterior diameter are closely related to overestimated ipsilateral kidney function. For deciding on surgery in patients with ureteral obstruction, scintigraphic examinations make sense with the help of US and the clinical condition of the patient.
Abstract | Full Text PDF

10.Relationship Between Intraoperative Cerebral Desaturation and Postoperative Complications In Pediatric Patients Undergoing Congenital Heart Surgery: Prospective Cohort Study
Cengiz Sahutoglu, Seden Kocabas, Fatma Zekiye Askar
doi: 10.5222/buchd.2021.91489  Pages 43 - 52
Objective: In this study, we aimed to investigate the incidence of cerebral desaturation and the possible relationship between intraoperative cerebral desaturation and postoperative complications.
Methods: A prospective, observational study was performed 115 patients under 18 years of age who required open heart surgery in a university hospital. Cerebral desaturation was defined as a 25% decrease in cerebral saturation (low alarm limit) when compared with the basal value. Duration (second) was referred to the amount of time the patient stays below low alarm limit. Depth (%) was referred to gap between the patient’s cerebral regional oxygen saturation (rSO2) level and the rSO2 low alarm limit. The cerebral desaturation score was calculated using the %*seconds. The patients were divided into two groups: group 1 (desaturation score >3000 %sec) and group 2 (desaturation score ≤ 3000 %sec). The groups were compared in terms of demographic data, intraoperative and postoperative variables, postoperative complications, and duration of intensive care and hospital stays.
Results: In the study, 59 patients (51.3%) were male and 28 patients (24.3%) had cyanotic heart disease. A total of 55 patients (47.8%) experienced over 3000 %sec desaturation. Postoperative complications were found to be increased in group 1 (71% vs 3.3%; χ²=57.119, p<0.001). In the multiple logistic regression analysis, desaturation score>3000 %sec (p<0.001), low body surface area (p=0.001) and prolonged cardiopulmonary bypass (p=0.006) were found to be associated with postoperative complications.
Conclusion: In patients undergoing congenital heart surgery, cerebral desaturation score >3000 %sec is associated with a negative effect on patient prognosis.
Amaç: Biz bu çalışma ile bir yıl içinde konjenital kalp cerrahisi geçiren pediatrik hastalarda serebral desatürasyon oranlarını ve serebral desatürasyon ile komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışma prospektif gözlemsel olarak bir üniversite hastanesinde gerçekleştirildi. Çalışmaya konjenital kalp cerrahisi geçirecek 18 yaş altındaki 115 hasta dahil edildi. Serebral desatürasyon bazal değere göre %25’lik doku oksijen satürasyonunda azalma (alt alarm limiti) olarak tanımlandı. Süre (sn), hastanın düşük alarm limitinin altında kaldığı saniye olarak, derinlik (%) hastanın serebral doku satürasyonu (rSO2) ile düşük alarm limiti altındaki rSO2 farkı arasındaki yüzdeyi ifade etmekteydi. Serebral desatürasyon skoru (eğri altında kalan alan) %*sn kullanılarak hesaplandı. Hastalar iki gruba ayrıldı: grup 1 (desatürasyon skoru >3000 %sn) ve grup 2 (desatürasyon skoru ≤% 3000 %sn). Gruplar demografik veriler, intraoperatif ve postoperatif değişkenler, postoperatif komplikasyonlar, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmada 59 hastayı (%51.3) erkekler oluşturmakta iken, 28 hastanın (%24.3) siyanotik kalp hastalığı mevcuttu. Ellibeş hastada (%47.8) desatürasyon skoru 3000 %sn üzerinde idi. Postoperatif komplikasyonlar Grup 1’de anlamlı olarak fazla idi (% 71 vs % 3.3; χ²=57.119, p<0.001). Logistik regresyon analizinde desaturasyon skorunun >3000 %sn (p<0.001) olmasının, düşük vücüt yüzey alanının (p=0.001) ve uzamış kardiyopulmoner baypas süresinin (p=0.006) postoperatif komplikasyonlarla ilişkili olduğu saptandı.
Sonuç: Konjenital kalp cerrahisi geçiren hastalarda serebral desatürasyon skorunun 3000 %sn üzerinde olması hasta prognozunda negatif sonuçlara neden olmaktadır.
Abstract | Full Text PDF

11.Savaş, Göç ve Sağlık: Mülteci Çocuklar İçin Sosyal Hizmetin Önemi
Kayi Eliacik, Emel Berksoy, Şefika Bardak, Ali Kanık, Aysun İnan, Meryem Badem, Kardelen Türközü Kanter, Mehmet Helvacı, Serpil Ugur Baysal
doi: 10.5222/buchd.2021.79058  Pages 53 - 56
Amaç: Son on yılda devam eden Asya ve Orta Doğu’daki gruplar arasındaki savaş milyonlarca insanı göçe zorladı ve ciddi bir nüfus hareketine yol açtı. Birçok Suriyeli ülkelerinden uzaklaşarak Türkiye’ye geçiş yaptı. Bu nedenle göç Türkiye’nin en önemli sosyal, politik ve halk sağlığı sorunlarından biri haline geldi. Bu çalışmada bir üniversiteye bağlı devlet eğitim ve araştırma hastanesinde sosyal hizmet uzmanlarına refere edilen sığınmacı ailelerin çocuklarını ve yapılan sosyal çalışmaları incelemek amaçlandı.
Yöntem: Ocak 2012-Aralık 2018 tarihleri arasında hastanemize başvuran sığınmacı ailelerin çocuklarına ait veriler retrospektif olarak gözden geçirildi. Çalışmaya alınan olguların sosyodemografik verileri (yaş, cinsiyet, doğum yeri), tıbbi tanıları, sosyal servis konsültasyon nedenleri ve saptanan sosyal sorunlar kaydedildi ve değerlendirildi.
Bulgular: Tıbbi kayıtlarda tespit edilen sığınmacı çocuk sayısı 88, ortanca yaş 10 aydı (çeyrekler arası aralık 60,5) ve yaklaşık yarısını kız çocukları oluşturmaktaydı. Olguların en sık tıbbi tanısı solunum sistemi hastalıklarıydı. Sosyal Hizmet Birimi’ne yapılan konsultasyonların başlıca nedenleri sosyal ve ekonomik sorunlar idi.
Sonuç: Göçmen çocuklarla ve ailelerle çalışan profesyonel çalışanların sosyal çalışma ve duygusal destek hizmetlerine erişimi olması gerektiği sonucuna vardık. Çocuk doktorları ve pediatri toplulukları, göçmenlere, sığınmacılara ve mültecilere karşı duyarlılığını artırmak için çalışmalıdır.
Objective: The conflicts in the Middle East during the last decade displaced millions of people and led to a serious population movement. Many Syrians have had to leave their country and became a refugee in Turkey. Over the last decade, migration has become one of the most important social, political and public health issues in Turkey. In this study, we aimed to review pediatric refugee cases who were consulted to the Social Service at a Tertiary Hospital.
Methods: A retrospective study was performed with refugees admitted to our hospital between January 2012 and December 2018. The socio-demographic data (age, sex, birthplace), medical diagnosis, the reason for the social work consultation and the classification of the social problems were recorded.
Results: The number of refugee children that were detected from the medical records was 88; the median age was 10 months (IQR 60.5), and nearly half of them were female. The most frequent diagnosis of the cases obtained from the medical charts was acute respiratory system disorders. The main reason for a social work consultation was poverty.
Conclusion: We concluded that professionals working with immigrant children and families should be able to access social and psychological support services. Pediatricians and pediatric societies should work to improve the sensitivity of their respective populations towards migrants and refugees.
Abstract | Full Text PDF

12.Medical Faculty Students' Attitudes, Behaviors and Beliefs About Covid-19 Pandemic
Osman Hasan Tahsin Kılıç, Murat Anıl, Merziye Gökçe Göksu, Umut Varol, Güven Güvendi, Bahadır Haytabey, Istemihan Coban, Berna Dirim Mete
doi: 10.5222/buchd.2021.87360  Pages 57 - 65
Amaç: Bu çalışmanın amacı, tıp fakültesi öğrencilerinin covid-19 pandemisi hakkında tutum, davranış ve inanışlarını değerlendirmektir.
Yöntem: 29.03.2020 ve 13.04.2020 tarihleri arasında Türkçe konuşulan üç ülkede (Türkiye, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) toplam 1.332 Tıp Fakültesi öğrencisine çevrimiçi anket uygulandı.
Bulgular: Çalışmaya katılan öğrencilerin yaş ortalaması 20.1 ± 1.6 idi. 895’i (% 67,7) kadın, 427’si (% 32,3) erkekti. Öğrencilerin 1020’si (% 77,2) Türkiye’ de, 195’i (% 14,8) Azerbaycan’da ve 107’si (% 8,1) KKTC’de eğitim görmekte idi. Öğrencilerin 104’ü (% 7,9) sürekli ilaç kullanımı gerektiren kronik bir hastalığa sahipti. Pandemi döneminde alkol tüketen ve sigara kullanan öğrenci sayısının azaldığı saptandı(p<0.001, p<0.001). Sigarayı kullanmayı bırakan veya azaltanların anksiyete düzeyleri kullanmaya devam eden veya arttıranlara göre yüksek saptandı (p=0.034). Öğrencilerin pandemi hakkındaki bilgilerini en sık olarak kendi fakültelerindeki öğretim üyelerinden (n=453, 34.3%), Worldometer internet sitesinden (n= 449, 34%) ve Youtube videolarından aldığı saptandı (n=396, 30%).
Sonuç: Pandeminin alkol ve tütün kullanımına etkilerini inceleyecek uzun süreli çalışmalara ihtiyaç vardır. Geleceğin hekimlerini sosyal medya okuryazarlığı, yorumlaması ve paylaşım sorumlulukları konusunda eğitmek önemlidir. Bu şekilde, belki de toplumun pandemiye ilişkin hatalı inançlarının ve uyumsuz davranışlarının, hekimlere, yaşlılara ve Asyalılara yönelik damgalayıcı tutumlarının azaltılmasına katkıda bulunabiliriz.
Objective: The aim of this study is to evaluate the attitudes, behaviors, and beliefs of medical faculty students about the covid-19 pandemic.
Methods: Between 29/03/2020 and 04/13/2020 a total of 1,332 students had been questioned in three Turkish speaking countries (Turkey, Azerbaijan, Turkish Republic of Northern Cyprus).
Results: The average age of the students were 20.1 ± 1.6. Among all 895 (67.7%) of them were female and 427 (32.3%) were male. 1020 (77.2%) of the studens were in Turkey, 195 (14.8%) were in Azerbaijan and 107 (8.1%) were in the TRNC. 104 of the students (7.9%) had a chronic disease. It was found that number of alcohol and cigarette users decreased significantly during the pandemic. (p <0.001, p <0.001). Anxiety levels of those who quit or reduced smoking were found to be higher than those who increased or did not change their amount of smoking (p=0.034). It was found that the most benefited sources were “their faculty lecturers” (n=453, 34.3%), “Worldometer ® website” (n= 449, 34%) and “Youtube videos” (n=396, 30%).
Conclusion: Longitudinal studies are needed on the effects of pandemic on alcohol and tobacco use. It is important to educate future physicians in social media literacy, interpretation and responsibilities for social media posts. In this way, perhaps we can contribute to minimize the public’s erroneous beliefs and maladaptive behaviors regarding the pandemic and reduce stigmatizing attitudes towards physicians, elders and Asians
Abstract | Full Text PDF

13.Evaluation of Approaches and Knowledge Levels of Pediatric Infectious Diseases Physicians in Diagnosis and Treatment of Tuberculosis
Aybüke Akaslan Kara, Kamile Arikan, Elif Böncüoğlu, Elif Kıymet, Şahika Şahinkaya, Nuri Bayram, Ilker Devrim
doi: 10.5222/buchd.2021.25483  Pages 66 - 72
Amaç: Bu araştırma ile çocuk enfeksiyon hastalıkları yan dal araştırma görevlisi ve uzman hekimlerinin tüberküloz tanı ve tedavisinde yaklaşımlarının ve bilgi düzeylerinin 2019 yılında Sağlık Bakanlığı tarafından güncellenen rehber eşliğinde değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu çalışma çocuk enfeksiyon hastalıkları araştırma görevlisi ve uzman hekimlerine uygulanan tanımlayıcı tipte bir araştırmadır. Çalışmada, araştırmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik özellikler ile ilgili 5 soru, tüberküloz bilgi düzeyi ile ilgili 20 soru, deneyim ve yaklaşımlar ile ilgili de 13 sorudan oluşan anket formu kullanılmıştır.
Bulgular: Araştırmaya 50 hekim katılmıştır. Katılımcıların yaş ortalaması 36 yıl olup, %90’ı kadındır. Çalışmaya katılan hekimlerin çoğunlukla tüberküloz bilgi düzeylerinin yeterli olduğu gözlenmiştir. Tüberküloz deneyimleri açısından, pulmoner tüberküloz tanısında en sık tüberküloz kültür (%86), asidorezistan basil bakısı (%82), akciğer grafisi (%78) ve tüberküloz polimeraz zincir reaksiyonu (%66) kullanıldığı öğrenildi. En sık karşılaşılan non-pulmoner tüberküloz formu lenfadenit (%84), tüberküloz tedavisinde en çok zorlanılan durum ise ilaç yan etkisi (%78) olarak bulundu. İlaç direnci sorgulandığında, hekimlerin %60’ının ilaç direnci ile karşılaştıkları görüldü, en sık karşılaşılan ilaç direncinin ise izoniazid (%54) olduğu belirtildi. Tüberküloz hastalarına uygulanan izolasyon önlemleri, %80 tek kişilik odaya alma ve N95 maske, %22 ultraviyole korumalı lamba kullanımı, %32 negatif basınçlı odada izlem idi.
Sonuç: Ülkemizde tüberküloz halen önemini korumaktadır. Bu nedenle tanı, tedavi, ilaç direnci ve korunma yöntemleri gibi konularda meslek içi eğitimlerle bilgilerin güncellenmesine devam edilmelidir.
Objective: In this study, we aimed to evaluate the approaches and knowledge levels of pediatric infectious diseases research workers and pediatricians in the diagnosis and treatment of tuberculosis under the guidelines updated by the Ministry of Health in 2019.
Method: This survey is a descriptive study applied to pediatric infectious diseases research workers and pediatricians. In the study, a questionnaire form prepared by researchers consisting of questions about sociodemographic features (n: 5), knowledge level about tuberculosis (n: 20), experience and approaches (n: 13) was used.
Results: Fifty physicians participated in the study. The average age of participants was 36 years, and 90% of them were women. It was observed that physicians participating in the study had sufficient knowledge of tuberculosis. In terms of their experiences about tuberculosis, it was learned that m. tuberculosis culture (86%), acid-fast-bacilli test (82%), chest radiography (78%) and tuberculosis polymerase chain reaction (66%) were used most frequently for the diagnosis of pulmonary tuberculosis. Most common form of non-pulmonary tuberculosis was lymphadenitis (84%), and the most challenging condition in the treatment of tuberculosis was drug side effect (78%). When drug resistance was questioned, it was seen that 60% of the physicians encountered drug resistance, and the most common drug resistance was against isoniazid (54%). The isolation measures applied to tuberculosis patients were single room admission, and use of a N95 mask in 80%, an ultraviolet protected lamp use in 22%, and negative pressure room monitoring in 32% of the cases.
Conclusion: In our country, tuberculosis still retains its importance. For this reason, the information should be updated with in-service training on issues such as diagnosis, treatment, drug resistance and prevention methods.
Abstract | Full Text PDF

14.Is There a Relation Between Vitamin B₁₂ Levels and Headaches in Children and Adolescents?
Müge Ayanoğlu, Hale Tuhan, Ayça Komürlüoglu, Ayse Tosun
doi: 10.5222/buchd.2021.32767  Pages 73 - 79
Amaç: Primer baş ağrıları, çocuk ve ergenlerde sık görülen benign patolojiler olmalarına rağmen, yaşam kalitesi üzerine olumsuz etki gösterirler. Bu retrospektif çalışma, çocuk ve ergenlerde vitamin B12 düzeyleri ile primer baş ağrıları arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamıştır.
Yöntem: Demografik özellikler, baş ağrısı tipleri ve vitamin B12 düzeylerini içeren laboratuvar sonuçları retrospektif olarak kaydedildi. Baş ağrısı tipleri International Classification of Headache Disorders-beta version (ICD-3 beta) kriterlerine göre; gerilim tipi, migren ve sınıflandırılamayan tipte baş ağrısı olarak sınıflandırıldı. Sekonder baş ağrısı, anemisi ve makrositozu olan olgular dışlandı.
Bulgular: Çalışma grubu; 133 hasta (86’si kız, 47’si erkek) ve 103 (57’si kız, 46’sı erkek) sağlıklı kontrol olmak üzere toplam 236 kişiden oluşmaktaydı. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş ve cinsiyet açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). Vitamin B12 düzeyleri gerilim tipi, migren tipi ve sınıflandırılamayan tipte baş ağrısı gruplarının tamamında kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük saptandı (p<0.0001). Lojistik regresyon analizi sonrasında vitamin B12 düzeyinin 400 pg/ml’nin altında olmasının baş ağrısı için bağımsız bir risk faktörü olduğu saptandı (OR: 3.212, 95% CI: 1.850-5.576).
Sonuç: Vitamin B12 düzeylerinin 400 pg/mL’nin altında olmasının gerilim tipi, migren tipi ve sınıflandırılamayan baş ağrıları ile ilişkili olabileceğini düşünmekteyiz.
Objective: Primary headaches are common and benign discomforts both in children and adolescents. However, they have a negative influence on the quality of life. This retrospective study aimed to determine the relationship between vitamin B12 results and primary headaches in Turkish children.
Methods: Demographical features, headache types, laboratory results, including vitamin B12, were assessed retrospectively. Headache types were categorized as tension-type headache, migraine, and unclassified headache according to the International Classification of Headache Disorders-beta version (ICD-3 beta). Patients with seconder headaches, anemia, and macrocytosis were excluded.
Results: The study group consisted of 133 (86 female, 47 male) patients with headache and a control group of 103 (57 female, 46 male) healthy children. There was no significant difference in terms of age and gender between groups (p>0.05). Vitamin B₁₂ levels in tension-type headache, migraine, and unclassified headache groups were significantly lower (p<0.0001) than in the control group. Logistic regression has identified lower vitamin B12 levels than 400 pg/ml as an independent risk factor for headache (OR: 3.212, 95% CI: 1.850-5.576).
Conclusion: We conclude that lower vitamin B12 levels than 400 pg/mL may be associated with tension-type headache, migraine, and unclassified headache.
Abstract | Full Text PDF

15.Awareness and Knowledge Of Children With Asthma Who Treated With Subkutan Immunotherapy
Ömer Akçal, İlke Taşkırdı, Selime Özen, İdil Akay Hacı, Mehmet Şirin Kaya, Esra Toprak Kanık, Sait Karaman, Semiha Bahçeci Erdem, Hikmet Tekin Nacaroğlu, Canan Şule Karkiner, Demet Can
doi: 10.5222/buchd.2021.49140  Pages 80 - 86
Amaç: Astım çocukluk çağının en sık görülen kronik hastalıklarından biridir. Yapılan birçok çalışmada eğitimin, astım kontrolünü ve hastaların yaşam kalitesini olumlu yönde etkilediği gösterilmiştir. Bu çalışmada uzun süredir izlem altında olan ve Alerjen Spesifik İmmünoterapi (AIT) programı nedeniyle sık sık bir araya gelinen çocukların hem hastalıkları ve AIT ile ilişkili farkındalık düzeylerinin ölçülmesi hedeflenmiştir.
Yöntem: Prospektif, olgu kontrol çalışmamıza, Çocuk Alerji Polikliniği’ne Temmuz 2019-Aralık 2019 tarihleri arasında subkutan AIT uygulanan astım, astım&alerjik rinit ve/veya rinokonjonktivitli hastalar dahil edildi. Her hastaya hem hastalıkları ve AIT ile ilişkili farkındalık düzeylerinin, hem de duyarlı oldukları alerjenler ve korunma önlemleri ile ilgili bilgilerinin ölçüldüğü bir anket uygulandı. Anket sonuçları üzerinde yaşın, cinsin, alerjik hastalık tipinin, uygulanan alerjen tipinin, AIT süresinin etkisi olup olmadığı araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 82 olgu (48 erkek ve 34 kız) alındı. Hastalığının tam olarak adını bilen olgu sayısı 68 (%82.9), duyarlı olduğu alerjeni bilen olgu sayısı ise 47 (%57.3) olarak saptandı. Olguların %15-72’sinin astım hastalığı ile ilgili bilgi sahibi olduğu görüldü. Hastalara ait yaş cinsiyet ve sahip olduğu hastalıklar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Araştırmamızda özellikle spor ve çevresel korunma yöntemlerini içeren konular hakkında çocuklarımızın farkındalığının yüksek olduğu görülmüştür. Astım semptomlarının azaltılması ve kontrolünün sağlanması için tedavi uygulamaları ile beraber, tedaviye uyumu arttırmak için hasta ve ailelerin bilinçlendirilmesi ve bu eğitimin devamlılığının sağlanması esastır.
Objective: Asthma is one of the most common chronic diseases of childhood. Many studies have shown that education positively affects asthma control and patients’ quality of life. In this study, it was aimed to measure the awareness levels of children who have been under observation for a long time and who underwent Allergen Specific Immunotherapy (AIT).
Methods: Patients with asthma, asthma & allergic rhinitis and/or rhinoconjunctivitis who received subcutaneous AIT between July 2019 and December 2019 were included in our prospective case-control study. A questionnaire was applied to each patient, in which both the levels of awareness related to their disease and AIT, as well as their knowledge of the allergens and prevention measures they were sensitive to were measured. The results were examined. Age, gender, type of allergic diseases, allergen type, AIT time were evaluated statistically.
Results: 82 cases (48 boys and 34 girls) were included in the study. The number of patients who know the name of the disease correctly is 68 (82.9%); The number of patients who knew allergens to be sensitive was found to be 47 (57.3%). It was observed that 15%-72% of the cases had information about asthma disease. Age, gender and diseases of the patients were not statistically different.
Conclusion: In our study, it was observed that our children were highly aware of especially about sports and environmental protection methods. It is essential to raise awareness of patients and parents for increase treatment success and control the asthma.
Abstract | Full Text PDF

16.Mean Platelet Volume/Platelet Count Ratio as a Diagnostic Marker in Children with Acute Appendicitis
Inanc Karakoyun, Mustafa Onur Oztan
doi: 10.5222/buchd.2021.72335  Pages 87 - 93
Amaç: Bu çalışmanın amacı pediatrik akut apandisitte ortalama trombosit hacmi/trombosit sayısı (MPV/PC) oranının tanısal değerini değerlendirmektir.
Yöntem: Bu retrospektif çalışma, komplike olmayan apandisit grubunda 176, komplike apandisit grubunda 80 ve nonspesifik karın ağrısı (NSAP) grubunda 54 olmak üzere toplam 310 hastayı içermektedir. C-reaktif protein (CRP) düzeyi, beyaz kan hücresi sayısı (WBC), mutlak nötrofil sayısı (ANC), MPV, PC ve MPV/PC oranı gruplar arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: WBC ve ANC düzeyleri gruplar arasında anlamlı farklılık gösterdi (tüm ikili karşılaştırmalarda P<0.001). Komplike apandisit grubunda CRP düzeyleri NSAP ve komplike olmayan apandisit gruplarından daha yüksekti (her iki karşılaştırma için de P <0.001). MPV ve PC arasında negatif bir korelasyon vardı (r=-0.434, P<0.001). Hem PC hem de MPV/PC oranı, komplike apandisit vakalarını NSAP (sırasıyla P=0.047 ve P=0.045) ve komplike olmayan apandisit vakalarından (sırasıyla P=0.010 ve P=0.045) ayırt edebildi. CRP, WBC, ANC, MPV, PC ve MPV/PC oranı için ROC eğrisi altındaki alanlar, sırasıyla 0.640, 0.690, 0.727, 0.553, 0.541 ve 0.546’dır.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre, komplike apandisit vakalarını ayırt etmek için geleneksel belirteçlere ek olarak MPV/PC oranı kullanılabilir.
Objective: The objective of this research was to evaluate the diagnostic value of mean platelet volume/platelet count (MPV/PC) ratio in pediatric acute appendicitis.
Methods: This retrospective study included a total of 310 patients, 176 in the uncomplicated appendicitis group, 80 in the complicated appendicitis group, and 54 in the nonspecific abdominal pain (NSAP) group. C-reactive protein (CRP) level, white blood cell (WBC) count, absolute neutrophil count (ANC), MPV, PC, and MPV/PC ratio were compared between the groups.
Results: WBC and ANC levels differed significantly between the groups (P<0.001 in all pairwise comparisons). CRP levels in the complicated appendicitis group were higher than in the NSAP and uncomplicated appendicitis groups (P<0.001 for both comparisons). There was a negative correlation between MPV and PC (r= -0.434, P<0.001). Both PC and MPV/PC ratio were able to distinguish cases of complicated appendicitis from NSAP (P=0.047 and P=0.045, respectively) and from cases of uncomplicated appendicitis (P=0.010 and P=0.045, respectively). Areas under the ROC curve for CRP, WBC, ANC, MPV, PC, and MPV/PC ratio were 0.640, 0.690, 0.727, 0.553, 0.541, and 0.546, respectively.
Conclusion: According to the results of our study, MPV/PC ratio can be used in addition to the conventional markers to discriminate cases of complicated appendicitis.
Abstract | Full Text PDF

17.Evaluation of Inhaled Nitric Oxide Use in Patients with Pediatric Acute Respiratory Distress Syndrome
Gülhan Atakul, Gokhan Ceylan, Ferhat Sarı, Özlem Sarac Sandal, Sevgi Topal, Mustafa Çolak, Utku Karaarslan, Hasan Agin
doi: 10.5222/buchd.2021.46503  Pages 94 - 100
Amaç: İnhale nitrik oksit (iNO) tedavisi, pediatrik akut respiratuar distres sendromu (PARDS) tedavisinde rutin kullanılmamakla beraber bazı seçilmiş vakalarda ek tedavi yöntemi olarak kullanılması önerilen bir tedavidir. Çalışmamızda inhale nitrik oksit tedavisi alan PARDS tanılı hastaları tartışmayı amaçladık.
Yöntem: Ocak 2016 - Ocak 2018 tarihleri arasında çocuk yoğun bakım ünitesinde yatan PARDS tanısı İNO tedavisi alan ve alan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, kalış süresi, mortalite, mekanik ventilasyonda geçen gün sayısı, vazoaktif ilaç kullanımı, mortalite skorları, laktat seviyeleri, OI (oksijenasyon indeksi), PaO2/FiO2 oranı, methemoglobin düzeyleri, iNO uygulama süresi, ekokardiyografik bulgular ve altta yatan birincil hastalıklar kaydedildi.
Bulgular: PARDS tanısıyla izlenen 9 hastaya iNO tedavisi uygulandığı saptandı. Bir hasta hariç diğerleri kronik hastalık zemininde gelişen pnömoni ve septik şoka sekonder PARDS tanısı almışlardı. Beş hasta, iNO tedavisi alırken eksitus gelişti. Yedi hasta konvansiyonel mekanik ventilasyon yöntemlerine ek olarak iNO ile solutuldu. Eksitus olan 2 hasta HFOV (high frequency oscillatory ventilation) ile solutuldu. 9 hastanın 3’ünde inhale nitrik oksit tedavisi başarılı olmuştu.
Sonuç: İnhale nitrik oksit tedavisi farklı hastalıklarda kullanılan bilinen bir tedavi olmasına rağmen, PARDS hastalarındaki etki düzeyi araştırılmaya devam etmektedir. Seçilmiş hastalarda ve deneyimli merkezlerde uygulandığında bu tedavinin faydalı olabileceğini düşünüyoruz.
Objective: Nitric oxide therapy is not routinely used in the treatment of pediatric acute respiratory distress syndrome (PARDS), but it is recommended to be used as an adjunctive therapy in some selected cases. In our study, we aimed to discuss patients with PARDS who were treated with inhaled nitric oxide (iNO) therapy.
Methods: The data of patients who were hospitalized in the pediatric intensive care unit with a diagnosis of PARDS and received iNO treatment between January 2016 and January 2018 were retrospectively analyzed. Age, gender, length of stay, mortality, number of days on mechanical ventilation, use of vasoactive drugs, mortality scores, lactate levels, OI (oxygenation index), PaO2/FiO2, methemoglobin levels, iNO administration time, echocardiographic findings and underlying primary diseases were recorded.
Results: It was determined that 9 patients who were followed up with the diagnosis of PARDS were given iNO treatment. Except for one patient, they were diagnosed with pneumonia developing on the basis of chronic disease and PARDS secondary to septic shock. Five patients died while receiving iNO therapy. Seven patients were ventilated with iNO in addition to conventional mechanical ventilation methods. Two patients who died were ventilated with HFOV (high frequency oscillatory ventilation). In 3 of 9 patients, inhaled nitric oxide treatment was successful.
Conclusion: Although inhaled nitric oxide treatment is a known treatment used in different diseases, the level of its effect in PARDS patients continues to be investigated. We think that this treatment can be beneficial when applied in selected patients and experienced centers.
Abstract | Full Text PDF

18.Serum 25-Hydroxy-Vitamin D and Vitamin B12 Levels in Childhood Alopesia Areata
Selcen Kundak, Ayşe Kutlu
doi: 10.5222/buchd.2021.42744  Pages 101 - 107
Amaç: Alopesi areata (AA); ani başlangıçlı, skar bırakmayan saç dökülmesidir. Olguların %20’si çocuktur. Genetik yatkınlık, inflamasyon, immünolojik süreçler veya psikolojik tetikleyiciler ile ilişkili olduğu düşünülse de, patofizyolojisi hala tam olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışma; alopesi areatalı çocuklarda vitamin D, vitamin B12, tiroid stimulan hormon (TSH) ve serbest T4 (fT4) düzeylerini araştırmak ve sonuçları aynı yaş grubundaki sağlıklı bireylerle karşılaştırmak için planlandı.
Yöntem: 1 Ocak 2013 ve 31 Aralık 2017 tarihleri arasında üçüncü basamak sağlık merkezinde dermatoloji kliniğine ayaktan başvuran hastalarda tek merkezli retrospektif tıbbi kayıt incelemesi yapıldı. Çalışmaya klinik tanısı alopesi areata (AA olan 520 hasta (0-18 yaş) çalışmaya alındı. AA’lı 106 hasta dahil edilme kriterlerini karşıladı. Kontrol grubundaki hastalar(n=106) herhangi bir tıbbi ve/veya psikiyatrik tanısı olmayan 0-18 yaş arası çocuklar arasından seçildi. Hem tıbbi geçmişleri hem de aile tıbbi geçmişleri kaydedildi. 25 hidroksi-D vitamini, B12 vitamini, TSH, FT4 ve tiroid oto-antikorlarını içeren laboratuvar testlerinin sonuçları kaydedildi.
Bulgular: Hasta ve kontrol grubu arasında ortalama yaş açısından anlamlı fark yoktu. Ortalama başlangıç yaşı 8 idi. Hem hasta hem de kontrol grubundaki kız ve erkeklerin sayısı 55 ve 51’dir. AA hastalarında serum FT4 ve TSH düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. AA’lı hastaların hem D vitamini hem de B12 vitamini düzeyleri kontrol grubundan anlamlı olarak düşüktü.
Sonuç: Etyopatogenezdeki rolü henüz anlaşılmamış olsa da, çocukluk çağı AA vakalarında hem D hem de B12 vitaminlerini ve tiroid fonksiyonlarını izlemek önemlidir.
Objective: Alopecia areata (AA); is a sudden onset, non-scaring hair loss. Twenty percent of cases are children.Although it is thought to be related to genetic predisposition, inflammation, immunological processes or psychological triggers, its pathophysiology is still not fully understood. This study was planned to investigate the levels of serum 25-hydroxy vitamin D, vitamin B12, thyroid-stimulating hormone (TSH) and free T4 FT4) in children with AA and compare the results with age-matched healthy individuals.
Methods: A retrospective medical record review was carried out in an outpatient dermatology clinic in a tertiary medical center between January 1,2013 and December 31, 2017. The study included 520 patients (ages 0-18 years) who received a clinical diagnosis of AA.106 patients with AA met the inclusion criteria.Patients in the control group (n=106) were selected among children aged 0-18 years without any medical and/or psychiatric diagnosis. Both past medical and family medical history were also noted. Results of laboratory tests including vitamin D, vitamin B12, TSH, FT4, and thyroid auto-antibodies were noted.
Results: There was no significant difference between the patient and control groups in terms of mean age.Mean age of onset was 8.0 years. The number of boys and girls in both the patient and control groups were 55 and 51. Serum levels of FT4 and TSH in patients with AA were significantly higher than the control group. Both vitamin D and vitamin B12 levels of the patients with AA were significantly lower than the control group.
Conclusion: Although its role in etiopathogenesis is not understood, the importance of monitoring both vitamins and thyroid functions in childhood AA cases is obvious.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
19.Y Shaped Colonic Duplication Mimicking Intestinal Volvulus: A Case Report and Review of Literature
Volkan Sarper Erikci
doi: 10.5222/buchd.2021.87369  Pages 108 - 112
Enterik duplikasyonlar nadir anomaliler olup ağızdan anüse kadar herhangi bir yerde gözlenebilir. Kolonik duplikasyonlar enterik duplikasyonların %13’ünü oluşturur. Bu çalışmada 2 yıldır devam eden kronik karın ağrılı 6 yaşında erkek çocuğu sunulmaktadır. Sık hastane yatışları mevcut olan olgumuzda intestinal volvulusu taklit eden kolonik duplikasyon saptanmıştır. Bu olgularda klinik bulgular nonspesifik olup kesin tanı ancak cerrahi girişim sırasında konulur ve cerrahi tedavi tüm duplikasyonlar için önerilmektedir. Konu hakkındaki literatür incelenerek kolonik duplikasyonlar gerekli bilgiler verilerek tartışılmaktadır.
Enteric duplications are rare congenital anomalies found anywhere from mouth to anus. Colonic duplications constitute about 13% of all enteric duplications. In this report a 6-year-old boy with chronic abdominal pain for a duration of last 2 years requiring intermittent hospital admissions was diagnosed as colonic duplication mimicking intestinal volvulus. Clinical findings are nonspecific and definitive diagnosis can only be made during surgical intervention and surgical treatment is advocated for all duplications. The topic is discussed under the light of relevant literature with a brief a brief literature review.
Abstract | Full Text PDF

20.Nekrobiosis Lipoidica in a Pediatric Patient
Gözde Emel Gökçek, Özge Şeyda Saka, Emine Colgecen, Murat Borlu, Özlem Canöz
doi: 10.5222/buchd.2021.15493  Pages 113 - 116
Nekrobiyozis lipoidika, tarihsel olarak diabetes mellitus ile ilişkilendirilmiş olan, ancak son zamanlarda mikroanjiyopatik değişikliklere ikincil olduğu düşünülen, nadir görülen kronik granülomatöz bir hastalıktır. Bu yazıda, iki yaşından beri diyabeti olan, beş yaşındaki bir kız çocuğunda görülen nekrobiyozis lipoidika vakasını sunuyoruz, çünkü nekrobiozis lipoidika pediatrik diyabette nadir görülen bir durumdur. Yavaş yavaş genişleyen, eritemli plak ve yamaları olan pediyatrik hastalarda, nekrobiyozis lipoidika ayırıcı tanıda muhakkak düşünülmelidir. Böylece hastanın nepropati ve retinopati gibi diğer önemli diyabetik mikroanjiyopatik komplikasyonlardan ve ayrıca skuamöz hücreli karsinom gibi malign dönüşümlerden korunmasına yardımcı olabiiriz.
Necrobiosis lipoidica is a rare chronic granulomatous disease that has historically been associated with diabetes mellitus, but recently it is thought to be secondary to microangiopathic changes. We report a necrobiosis lipoidica case of a five-year-old girl with diabetes since the age of two, because it is exceptionally unusual in pediatric diabetes. Necrobiosis lipoidica should be considered in pediatric patients with slowly expanded erythematous plaques and patches. This will help protect the patient from other important diabetic microangiopathic complications, such as nepropathy and retinopathy and also malignant progression, such as squamous cell carcinoma.
Abstract | Full Text PDF