Volume: 10  Issue: 1 - 2020
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Page I
DOWNLOAD

2.Publication Policies and Writing Guide

Pages II - XI
DOWNLOAD

3.Contents

Pages X - XI
DOWNLOAD

REVIEW
4.Pediatric Palliative Care
Nilgün Harputluoğlu, Tanju Çelik
doi: 10.5222/buchd.2020.30922  Pages 1 - 7
Yaşamı tehdit eden ya da sınırlayan hastalığı olan bireylerdeki artış nedeniyle son yıllarda palyatif bakım tıpta özel bir alan olarak kabul edilmiştir. Çocuklarda palyatif bakım yetişkin hastalardan farklıdır ve farklı bir yaklaşım gerektirmektedir. Pediatrik palyatif bakım çocuk ve ailenin yaşam kalitesinin artırılmasına odaklanan, fiziksel, ruhsal, sosyal ve manevi gereksinimleri önemseyen en üst düzeyde bir bakım sistemidir. Bu derlemenin amacı; pediatrik palyatif bakımın özelliklerinin tanımlanması, yetişkinden farklarının belirtilmesi, bakım modelleri ve sağlık profesyonellerinin rolünün tartışılmasıdır.
Due to the increase in the number of children and families with life-threatening or limiting disease, palliative care has been accepted as a special area in medicine. Pediatric palliative care is a top-level care system that focuses on improving the quality of life for the child and family, taking care of physical, psychological, social and spiritual needs. The purpose of this review is to define the properties of pediatric palliative care with differences from adults and to discuss palliative care models including the role of medical professionals.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
5.Who Stigmatizes More? Adolescents with Mental Disorders or Their Parents?
Gül Dikeç, Öznur Bilaç, Gülçin Uzunoğlu
doi: 10.5222/buchd.2020.24993  Pages 8 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı çocuk ve ergen psikiyatri kliniğinde takip edilen ergenlerin ve ebeveynlerinin içselleştirilmiş damgalanma düzeylerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Ocak-Mayıs 2019 ayları arasında çocuk ve ergen psikiyatrisi kliniğinde takip edilen ve çalışmaya katılmayı kabul eden 60 ergen ve bu ergenlerin 60 ebeveyni ile yapıldı. Verilerin toplanmasında Bilgi Formu, Ruhsal Hastalıkların İçselleştirilmiş Damgalanması Ölçeği (RHİDÖ) ve Ebeveynlerin Ruhsal Hastalıklarda İçselleştirilmiş Damgalanması Ölçeği (ERHİDÖ) kullanıldı. Verilerin analizinde SPSS 25.0 programında sayı, yüzde, ortalama, standart sapma, Mann Whitney U tesi, Kruskal Wallis testi ve Cronbach Alfa Katsayısı kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya katılan ergenlerin yaş ortalamalarının 14.53±1,79, ebeveynlerinin ise yaş ortalamasının 40,9±5,8 olduğu belirlendi. Ebeveynlerin %66,7’sinin evli, %83,3’ünün kadın, %35’in ilkokul mezunu olduğu bulundu. Ergenlerin %55’inin erkek ve %63,3’ünün ortaokulda olduğu saptandı. Çalışmaya katılan ergenlerin ruhsal bozukluklara yönelik özellikleri incelendiğinde %35’inin davranım bozukluğu, %28,3’ünün dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, %22’sinin duygudurum bozukluğu tanısı aldığı belirlendi. Çalışmaya katılan ergenler RHİDÖ ve ebeveynlerin ERHİDÖ toplam puan ve alt ölçek puan ortalamaları bakımından yabancılaşma alt ölçek puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanırken (p<0,05); toplam puan ve diğer alt ölçek puan ortalamaları bakımından gruplar arası anlamlı fark saptanmadı (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmaya katılan ruhsal bozukluk tanısı alan ergenler ve ebeveynlerinin içselleştirilmiş damgalanma puanlarının benzer olduğu belirlendi. Çocuk ve ergenlerin tedaviye uyumlarını arttırmada hem ergenlerin hem de ebeveynlerinin içselleştirilmiş damgalanmalarını azaltabilecek psikososyal girişimler uygulanması önerilebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare the internalized stigmatization scores of adolescents and their parents who were followed in the child and adolescent psychiatry clinic.
METHODS: This study was consisted by 60 adolescents and 60 parents of children and adolescent who were followed in the child and adolescent psychiatry clinic between January and May 2019. Data were collected by using the information form, Internalized Stigma of Mental Illness Scale (ISMI) and Parents Internalized Stigma of Mental Illness Scale (PISMI). In the analysis of the data, number, percentage, mean, standard deviation, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis Test and Cronbach Alpha Coefficient were used in SPSS 25.0 program.
RESULTS: The median age of adolescents and their parents were 14.53±1,79 and 40,9±5,8 respectively. 66.7% of the parents were married, 83.3% were female and 35% were primary school graduates. 55% of adolescents were male and 63.3% were in middle school. 35% of the adolescents were diagnosed as conduct disorder, 28.3% were diagnosed with Attention Deficiency Hyperactivity Disorder and 22% were diagnosed with mood disorders. There was no significant difference between ISMI and PISMI total score and subscale scores among adolescents and parents participating in the study (p>0.05). However, there was only statistically significant difference between the alienation subscale scores between the two groups (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The internalized stigmatization scores of the adolescents and their parents were similar. Psychosocial interventions that aimed to decrease internalized stigmatization of adolescents and their parents may be suggested to increase the adherence of children and adolescents to treatment.
Abstract | Full Text PDF

6.Frequency of Atopic Diseases in Immunoglobulin A Deficiency
Nesli Ağralı, Seda Şirin Köse, Suna Asilsoy, Özden Anal
doi: 10.5222/buchd.2020.26879  Pages 15 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Selektif IgA eksikliği en sık rastlanan immünglobulin bozukluğudur. IgA eksikliği klinikte değişik tablolar ile prezente olabilmektedir. Asemptomatik seyredebildiği gibi otoimmün ve atopik hastalıklara eşlik ettiği tespit edilmiştir. Çalışmamızda IgA eksikliği ve atopi ilişkisini saptamak ve Ig A eksikliği olan olgularda atopi sıklığının araştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı, Çocuk Gastroenteroloji Bilim Dalı ve Genel Çocuk polikliniğine başvuran ve herhangi bir nedenle bakılan Ig A düzeyi yaşına göre -2 SD altında saptanan 4-18 yaş arası 96 hastaya ulaşıldı. Veriler hastane kayıt sisteminden retrospektif olarak tarandı. Anne veya babalara telefon aracılığıyla ulaşılarak Ig A eksikliği ve atopi ilişkisi sorgulanmak üzere International Study of Asthma and Allergies in Childhood (ISAAC) çalışma sorularını içeren anket çalışması yapıldı. IgA eksikliğinde alerjik rinit, astım, egzama, gıda alerjisi sıklığı bakıldı.
BULGULAR: Hastaların 56’sı (%58,3) erkek, 40 (%41,7) kızdı. Ortalama yaş 7,4±3,1 yıldı. Hastaların %26’sı astım, %16,7‘sında atopik dermatit, %9,4’ünde gıda alerjisi, %7,3’ünde alerjik rinit, %6,3‘ünde egzama, %2,1’inde ilaç alerjisi mevcuttu. Olgularımızın %81,3’ünde deri testi ve kanda spesifik alerji testleri yapılmış olup alerjen duyarlılığı %18,8 olarak değerlendirildi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: IgA eksikliği olan çocuklarda geçmişte hırıltılı solunum yakınması, astım, atopik dermatit, gıda alerjisi, normal popülasyonda yapılan araştırma sonuçları ile karşılaştırıldığında daha sık olduğu saptanmıştır.
INTRODUCTION: Selective IgA deficiency is the most common immunoglobulin disorder. While some patients are asymptomatic it has been also detected in patients with autoimmune and atopic disorders. In our study, we aimed to determine the relationship between Ig A deficiency and atopy and the prevalence of atopy in patients with IgA deficiency.
METHODS: One hundred patients between the ages of 4 and 18, who were admitted to the Dokuz Eylül University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Allergy, Department of Pediatric Gastroenterology and General Pediatric Outpatient Clinic, and whose IgA level was below -2 SD for any reason, were selected. Data was collected from hospital data management system retrospectively. A questionnaire including questions from International Study of Asthma and Allergies in Childhood (ISAAC) study, related to IgA deficiency and atopy is performed on phone with the parents. We aim to investigate association between Ig A deficiency and asthma, allergic rhinitis, eczema and food intolerance.
RESULTS: Fifty-six (58.3%) patients were male and 40 (41.7%) were female. The mean age was 7.4 (± 3.1). Twenty six percent of the patients had asthma, 7.3% had allergic rhinitis, 2.1% had drug allergy, 6.3% had eczema, 16.6% had urticaria, 9.4% had food allergy. Skin test and blood specific allergy tests were performed in 81.3% of our patients and allergen sensitivity was found 18.8%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In children with Ig A deficiency, wheezing complaints in the past, asthma, atopic dermatitis, food allergy are more common in comparison with the results of the survey conducted in the normal population.
Abstract | Full Text PDF

7.Minimally Invasive Approach to Gastrointestinal Tract Duplication Cysts in Children
Ufuk Ates, Farid Khanmammadov, Gulnur Gollu, Kutay Bahadır, Ergun Ergun, Sümeyye Sözduyar, Aydin Yagmurlu, Murat Çakmak, Tanju Aktuğ, Hüseyin Dindar, Meltem Bingöl Koloğlu
doi: 10.5222/buchd.2020.49002  Pages 22 - 24
GİRİŞ ve AMAÇ: Gastrointestinal (GİS) duplikasyonlar, 4000-5000 canlı doğumda 1 olguda ortaya çıkan nadir konjenital hastalıklardır. Tedavisi cerrahi eksizyondur ve barsak lümeni ile bağlantı halinde rezeksiyon anastomoz da gerekebilir. Bu çalışmanın amacı, GİS duplikasyonlarında minimal invaziv yaklaşımın yerinin araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2009 - 2018 tarihleri arasında kliniğimizde GİS duplikasyonu nedeni ile tedavi edilen çocuklar dahil edildi. Duplikasyon yeri, operasyon şekli, operasyon süreleri, komplikasyonları geriye yönelik olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen dokuz çocuktan dördü erkek, beşi kızdı. Çocukların yaş ortalaması 26 ay (1-71 ay) idi. Yedi çocuğa bağırsak rezeksiyonu olmaksızın GİS duplikasyon kisti eksizyonu yapıldı. Ortalama ameliyat süresi 89 dakika (55dk-110dk) idi. Çocuklar postoperatif ortalama beşinci günde (1-11 gün) taburcu edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocuklarda GİS duplikasyonlarında minimal invaziv girişimler güvenilir ve kolay uygulanabilir yöntemlerdir. Laparoskopik yaklaşım GİS duplikasyonun tanısını teyit etmede, yerinin doğru olarak tanımlanmasında ve tedavisinde etkili, güvenli ve minimal invaziv bir yöntemdir.
INTRODUCTION: Gastrointestinal tract (GIS) duplication cyst is a rare congenital malformation that occur with an incidence of 1 in 4000-5000 live births. Treatment is surgical removal of the lesion, but resection and anastomosis may be required in case of lumen associated cyst. In this study, it was aimed to investigate the role of minimally invasive approaches in GIS duplications.
METHODS: This study included nine children who underwent surgery due to GIS duplication in our clinic between the years 2009 – 2018. Demographic data, diagnostic tools, duplication location, surgical approach, operation time and complications were reviewed retrospectively.
RESULTS: Nine children were included in the study, four of them were male, five were female. The mean age was 26 months (1-71 months). Seven children underwent GIS duplication cyst excision without intestinal resection. The mean duration of surgery was 89 minutes (55 min-110 min). The mean of hospital stay was five days(1-11 days).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Minimally invasive approaches for GIS duplication in children are safe and easy procedures. The laparoscopic approach is a convenient method to confirm the diagnosis and localization of the cyst.
Abstract | Full Text PDF

8.Comparison of Minimal Excision and Primary Wound Closure with Limberg Flap Procedure in Adolescent Sacrococcygeal Pilonidal Sinus Surgery
Cem Karaali, Ali Sayan, İsmail Sert, Mehmet Üstün, Cengiz Aydin, Mustafa Emiroglu
doi: 10.5222/buchd.2020.03880  Pages 25 - 32
GİRİŞ ve AMAÇ: Son zamanlarda yetişkin Sacrococcygeal pilonidal sinusün (SPS) cerrahi tedavisinde klasik geniş eksizyonlar yerine minimal invaziv metotlar kullanılmaya başlanmıştır. Ancak adolesan yaş grubunda bu yöntemlerle ilgili daha az veri vardır. Bu nedenle minimal eksizyon ve primer kapama (MEPC) uygulanan adelosan hastalarımızı Limberg flep (LF) yöntemiyle karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 2014 temmuz-2017 aralık tarihleri arasında pilonidal sinüs nedeni ile opere edilen 80 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya MEPC ile LF uygulanan hastalar dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet,vücut kitle indeksi, hastanede yatış süresi, işe/okula başlangıç süresi, iyleşme zamanı,komplikasyon, rekkurens ve hasta memnuniyet düzeyleri açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Her iki grubun hasta karakteristikleri, komplikasyon ve rekurrens oranları ile hasta memnuniyet düzeyleri arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Ancak hastanede yatış ve işe/okula dönüş süresi açısından MEPC grubu LF grubuna göre istatistiksel olarak avantajlı bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: MEPC yöntemi LF ile karşılaştırıldığında rekurrens, komplikasyon ve hasta memnuniyeti açısından benzer başarıya sahiptir. Bununla beraber MEPC yönteminin daha hızlı işe/okula dönüşe izin vermesi ve hastaneye yatış gerektirmemesi gibi avantajları vardır. Bu nedenle kompleks ve yaygın olmayan SPS hastalığına sahip adelosanlarda MEPC yöntemi, LF’e alternatif bir tedavi seçeneği olarak hastalara sunulabilir.
INTRODUCTION: Recently, minimally invasive methods have been used in surgical treatment of adult Sacrococcygeal pilonidal sinus (SPS) instead of classical wide excisions. However, there are fewer data about minimally invasive methods in the adolescent age group. Therefore, we aimed to compare our adolescent patients undergoing minimal excision and primary closure (MEPC) with the Limberg flap (LF) method.
METHODS: In this study, the data of 80 patients who were operated for sacrococcygeal pilonidal sinus between July 2014 and December 2017 were retrospectively reviewed. Patients who underwent minimal excision with primary closure (MEPC) or Limberg flap (LF) were included in the study. Patients were evaluated in terms of age, sex, body mass index (BMI), length of hospital stay, time to return to work / school, time to complete healing, complication, recurrence and patient satisfaction levels.
RESULTS: No significant difference was found between patient characteristics, complication, recurrence and patient satisfaction rates of these two groups. However, in terms of hospitalization and return to work / school, MEPC group was found to be statistically advantageous compared with LF group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: MEPC procedure has similar success in terms of recurrence, complications and patient satisfaction compared with LF. However, the MEPC procedure has advantages such as allowing faster return to work / school and not requiring hospitalization. Therefore, in adolescents with non-complex and uncommon SPS disease, MEPC procedure may be offered as an alternative treatment option to LF.
Abstract | Full Text PDF

9.Comparison of Antibiotic Resistance Patterns of Microorganisms Causing Acute Pyelonephritis in Children at 5-year Interval
İlknur Girişgen, Selçuk Yüksel, Görkem Oğuz, Seren Cerit Özün, Tulay Becerir, İlknur Kaleli, Hande Şenol
doi: 10.5222/buchd.2020.36024  Pages 33 - 39
GİRİŞ ve AMAÇ: İdrar yolu enfeksiyonu, çocuklarda en sık görülen bakteriyel enfeksiyonlardan biridir. Ampirik antibiyotik seçimi hastanın özelliklerine ve bölgesel antibiyotik dirençlerine göre değişir. Uygunsuz, geniş spektrumlu antibiyotik kullanımının neden olduğu antibiyotik direnci günümüzde önemli sorunlardan biridir. Bu çalışmanın amacı, akut piyelonefrite neden olan mikroorganizmaların ve bunların antibiyotik direnç ve duyarlılıklarının 5 yıl ara ile iki zamanlı dönemde karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Akut piyelonefritli çocukların klinik özellikleri, tedavi modalitesi, idrar kültür antibiyogramlarında mikroorganizma türleri ve antibiyotik dirençleri, iki zaman dilimi arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Grup 1; 2012-2013 yılları arasında piyelonefrit nedeni ile yatırılarak tedavi edilen 86 çocuktan (yaş ortalaması 3,52±0,4yıl, 32 erkek), grup 2; 2017-2018 yılları arasında tedavi edilen 72 çocuktan (yaş ortalaması 3,78±0,7 yıl, 25 erkek) oluşturuldu. E. Coli her iki grupta en sık üreyen mikroorganizmaydı. Piyelonefrit tedavisi için en sık uygulanan antibiyotikler sırasıyla hem grup 1 hem grup 2 de amikasin (%55 ve %51), seftriakson (%33 ve %37), gentamisin (%5 ve %2,2) olduğu belirlendi. Grup 1’deki çocukların %77’si profilaktik antibiyotik kullanırken bu oran Grup 2’de %23 olup anlamlı olarak düşüktü (p=0,00). Grup 2’de ampisilin, sefepim, seftriakson dirençlerinde istatistiksel olarak anlamlı düşüş saptandı. Özellikle son yıllarda sorun olan seftriakson direncinin %60 tan % 37’e gerilediği izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada yıllar arasında başta seftriakson olmak üzere birçok antibiyotik direnç oranlarında düşüş olduğu gözlenmiştir. Bu sonucun nedenlerinin piyelonefritli çocuklarda ampirik tedavide seftriakson tedavisinden ziyade aminoglikozidlerin daha sık tercih edilmesinin, profilaksi tedavisinin seçili vakalarda kısıtlı şekilde verilmesinin ve profilakside sefalosporinlerin kullanılmamasının olduğunu düşünmekteyiz. Akılcı ampirik antibiyotik seçiminin idrar yolu enfeksiyonlarında direnç gelişimini de engelleyeceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Urinary tract infections (UTIs) are among the most common bacterial infections in children. Selection of empirical antibiotic therapy is based on patient characteristics and regional antibiotic resistance patterns. Antibiotic resistance driven by inappropriate antibiotic use remains a major public health concern. The aim of this study was to compare the microbiological spectrum of pediatric acute pyelonephritis and antimicrobial resistance patterns in two time periods 5 years apart.
METHODS: The patients with acute acute pyelonephritis, clinical characteristics, treatment modalities, causative uropathogens and their antibiotic susceptibility and resistance patterns were compared between the two time periods.
RESULTS: Group 1 included 86 children (mean age 3.52 ± 0.4 years, 32 boys) hospitalized for acute pyelonephritis in 2012–2013; group 2 included 72 children (mean age 3.78 ± 0.7 years, 25 boys) in 2017–2018. Escherichia coli was the most common microorganism in both groups. The most frequently used antibiotics for pyelonephritis treatment in both groups were amikacin and ceftriaxone. While 77% of the children in group 1 used prophylactic antibiotics, this rate was 23% significantly lower in group 2. Resistance to ampicillin, cefepime and ceftriaxone were significantly lower ingroup 2. Ceftriaxone resistance,decreased from 60% to 37%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study revealed significant reductions in resistance to several antibiotics, particularly ceftriaxone, in a 5-year period. Possible explanations for these results may be that aminoglycosides are preferred more frequently than ceftriaxone therapy, prophylactic treatment is limited in selected cases, and cephalosporins are not used for prophylaxis. We believe that rational empirical antibiotic selection will prevent the development of resistance in UTIs.
Abstract | Full Text PDF

10.Pediatric Extrapulmonary Tuberculosis, One Senter Six Years Experience
Belgin Gülhan, Saliha Kanık Yüksek
doi: 10.5222/buchd.2020.32704  Pages 40 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk çağı akciğer dışı tüberküloz vakalarının klinik, laboratuvar ve epidemiyolojik özelliklerinin gözden geçirilmesidir
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi’nde 2012-2017 yılları arasında Çocuk Enfeksiyon Kliniği’nde 18 yaş altı akciğer dışı tüberküloz tanısı alan hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların demografik özellikleri, klinik bulguları, mikrobiyoloji, görüntüleme bilgileri, tedavileri ve hastalık seyri hakkında bilgileri toplanmıştır.
BULGULAR: Akciğer dışı tüberküloz, tüberküloz olgularının %64’ünü oluşturmuştur. Hastalarda kız/erkek oranı 23/25, yaş ortalaması ise 9,3 yıl idi. 15 hastada (%31.3) periton tüberkülozu, 14 hastada (%29.2) tüberküloz lenfadeniti, 6 hastada (%12.5) plevral tüberküloz, 4 hastada kemik tüberkülozu, 3 hastada BCG lenfadeniti, 3 hastada santral sinir sistemi tüberkülozu ve 1 hastada milier tüberküloz mevcuttu. Otuzbeş hastaya doku biyopsisi ile tanı koyulmuştur. Tüberkülin cilt testi 17 (%36.2) hastada pozitif bulunurken, olguların %3’ünde tüberkülozlu hasta ile temas öyküsü mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocukluk çağında akciğer dışı tüberküloz şüpheli klinik bulgular varlığında akla gelmesi gereken bir hastalıktır. Akciğer dışı tüberkülozun tanısında doku biyopsisi oldukça yardımcıdır.
INTRODUCTION: To review the clinical, laboratory and epidemiological characteristics of extrapulmonary tuberculosis cases of childhood.
METHODS: In this study, patients who were diagnosed as extrapulmonary tuberculosis under the age of 18 in University Of Health Sciences, Ankara Child Health and Diseases Hematology Oncology Training and Research Hospital between 2012-2017 were examined retrospectively. Demographic characteristics, clinical findings, microbiology, imaging information, treatments and disease course of the patients were collected.
RESULTS: Extrapulmonary tuberculosis constituted 64% of tuberculosis cases. The female / male ratio was 23/25 and the mean age was 9.3 years. Fifteen patients (31.3%) had peritoneal tuberculosis, 14 patients (29.2%) had tuberculosis lymphadenitis, 6 patients (12.5%) had pleural tuberculosis, 4 patients had bone tuberculosis, 3 patients had BCG lymphadenitis, 3 patients had central nervous system tuberculosis and 1 patient had milier tuberculosis. Thirty-five patients were diagnosed by tissue biopsy. Tuberculin skin test was found to be positive in 17 (36.2%) patients, and 3% of patients had a history of contact with tuberculosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In childhood, extrapulmonary tuberculosis is a disease that should be considered in the presence of suspicious clinical findings. Tissue biopsy is very helpful in the diagnosis of extrapulmonary tuberculosis.
Abstract | Full Text PDF

11.The Effects of Neuro-Developmental Treatment Based Rehabilitation on Gross Motor Function in Spastic Cerebral Palsy Children Rehabilitation
Duygu Çubukçu, Pakize Karaoğlu
doi: 10.5222/buchd.2020.27147  Pages 47 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada spastik serebral palsili çocuklarda nörogelişimsel tedaviye dayalı rehabilitasyonun kaba motor fonksiyona etkilerini araştırmak amaçlandı.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya katılan 2-5 yaşları arasında 30 spastik serebral palsili (SP) (dipleji, kuadripleji) çocuğun 15’i 3 ay boyunca haftada üç gün 60 dakika nörogelişimsel tedaviye dayalı rehabilitasyon programına (A grubu) 15’i konvansiyel ev egzersiz programı (B grubu) alındı. Bütün olgular tedavi öncesi ve sonrası kaba motor fonksiyon ölçümü-88 (KMFM-88) ile değerlendirildi.
BULGULAR: Sonuç: Çalışmanın başlangıcında iki grup arasında yaş, cins, klinik tip ve KMFM-88 değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). İki grup karşılaştırıldığında 3.ayda KMFM-88 toplam puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmazken (p>0.05) oturma, emekleme-diz çökme, ayakta durma, yürüme-koşma-sıçrama alanlarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.001). A grubunda 3.ayda KMFM-88 tüm alanlarında istatistiksel olarak yüksek anlamlı fark bulunurken (p<0.001) B grubunda ayakta durma, yürüme-koşma-sıçrama alanlarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. (P>0.05)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nörogelişimsel tedavinin spastik serebral palsili çocukların kaba motor fonksiyonun tüm alanlarına katkısı olduğu sonucuna vardık. Nörogelişimsel tedavisi umut vericidir ve randomize kontrollü çalışmalara gereksinim vardır.

INTRODUCTION: The aim of the study was to assess gross motor progress in children with spastic cerebral palsy treated with neurodevelopmental treatment-based rehabilitation.
METHODS: Out of 30 patients with spastic cerebral palsy (diplegia, quadriplegia) aged 2-5 years, 15 patients were assigned to neurodevelopmental treatment-based rehabilitation group (group A), whereas 15 patients were assigned to convansionel home exercises programme (group B). The neurodevelopmental treatment-based rehabilitation group received three sessions of neurodevelopmental treatment 60 minutes per day, three times per week, for 3 months in an outpatient setting. The intervention programme was administered for 3 months. Gross motor function was assessed using the Gross Motor Function Measure 88 (GMFM-88), before treatment and after treatment.
RESULTS: At baseline, there were no statistically significant difference between the two groups with respect to age, sex, clinic type and GMFM-88 values. After 3 months; there were no significant differences between two groups regarding the total scores of GMFM-88 (p>0.05) whereas significant difference was found between the sitting, crawling and kneeling, standing, walking-running-jumping dimensions of the gorups. (p<0.001). After 3 months, all dimensions of GMFM-88 were significantly increased in group A (p<0.001). Standing, walking-running-jumping dimensions showed no statistically significant difference in group B (p > 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The neurodevelopmental treatment contributes to all areas of rough motor function in children with spastic cerebral palsy. Neurodevelopmental treatment is promising and randomized controlled further studies are needed for rehabilitation technics.
Abstract | Full Text PDF

12.The Level of Clinical Improvement in Sexually ID Abused Children Admitted to an Inpatient Child and Adolescent Mental Health Unit
Burcu Serim Demirgoren, Taner Guvenir, Oğuzhan Şimşek, Bahar Şen
doi: 10.5222/buchd.2020.71542  Pages 53 - 60
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuğun cinsel istismarı, mağdurlar üzerinde yaşam boyu süren olumsuz sonuçlara ya da bozukluklara neden olabilmesi nedeniyle büyük bir psikososyal sorundur. Çocuğun cinsel istismarı ile psikiyatrik bozukluklar arasındaki ilişki bugüne kadar yapılmış birçok kesitsel ve uzunlamasına çalışmayla gösterilmiştir. Bu çalışmada, çocuk psikiyatri servisinde cinsel istismar nedeniyle yatarak tedavi görmüş olgularda, klinik iyileşme düzeyinin ölçülerek saptanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma örneklemini, cinsel istismar nedeniyle 2005-2018 yılları arasında yataklı serviste tedavi gören 8-18 yaş arası toplam 43 çocuk ve ergen oluşturmuştur. Çalışmanın verilerini oluşturan sosyodemografik özellikler, bireysel ve ailesel risk puanlarını içeren veriler ve servise yatış ve taburculuk sırasında rutin olarak ölçülen Çocuklar için Genel Değerlendirme Ölçeği (CGAS) puanları ve Klinik Gidiş Değerlendirme Ölçeği (HoNOSCA-TR) puanları geriye dönük olarak hastane kayıtlarından elde edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre serviste ortalama yatış süresi 85.74±30.54 gün saptanmıştır. CGAS ile ölçülen genel işlevsellik düzeyi yatışa göre taburculuk sırasında anlamlı olarak artmıştır (p<0.05). Ayrıca klinik iyileşme düzeyini ölçmeyi amaçlayan HoNOSCA-TR toplam ve alt ölçek puanları taburculuk sırasında yatış puanlarına göre anlamlı oranda düşmüştür (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, cinsel istismar nedeniyle yatarak tedavi gören çocuk ve ergenlerin, yatarak tedaviden ve günlük aktiviteler ve terapötik müdahaleler sırasında akranları ve servis ekip üyeleriyle olumlu ve onarıcı sosyal etkileşimler kurmasını sağlamayı amaçlayan bir tedavi modeli olan ortam terapisinden yararlandığını göstermiştir.
INTRODUCTION: Child sexual abuse is a major psychosocial problem, often leading to lifelong consequences and impairments for the victims. The association between child abuse and psychiatric diagnosis has been shown via cross-sectional and longitudinal studies. The aim of this study was to investigate the measured improvement in patients who had been diagnosed with CSA and who received treatment in a generic inpatient child and adolescent mental health unit.
METHODS: The study sample included all of the 43 children and adolescents, aged 8–18 years, who were treated in the inpatient unit from 2005–2018 for exposure to sexual abuse. Data, including sociodemographic features, individual and familial risks, Children’s Global Assessment Scale scores, and the Turkish version of Health of the Nation Outcome Scales - Children and Adolescents scores (HoNOSCA-TR), all of which were routinely calculated at admission and discharge, were collected retrospectively from the hospital’s records.
RESULTS: Results demonstrated that the average duration of stay at the unit was 85.74±30.54 days. General functionality measured by the Children’s Global Assessment Scale significantly increased from admission to discharge following psychiatric inpatient treatment (p<0.05). Moreover, there was also significant improvement in sexually abused children and adolescents as indicated with all of the HoNOSCA-TR subscales (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study demonstrates that sexually abused young people benefit from inpatient treatment and that milieu therapy, which facilitates positive and reparative social interactions with peers and members of the therapeutic team during daily activities and therapeutic interventions, is a primary contributor to sexually abused young patients successfully managing to improve their functioning.
Abstract | Full Text PDF

13.Antiproliferative Effects of Carvacrol on Neuroblastoma Cells
Gizem Calibasi Kocal, Ahu Pakdemirli
doi: 10.5222/buchd.2020.59251  Pages 61 - 64
GİRİŞ ve AMAÇ: Nöroblastom, nöral krest kaynaklı pediatrik katı bir tümördür. Bu malignitelerin hayatta kalma oranı %50’nin altındadır. Hastalık için en yaygın tedavilerin, hastalar için invazif olmasını sağlayan ve tedavinin uygulanabilirliğini ve sürekliliğini sınırlayan çeşitli olumsuz etkileri vardır. Bu nedenle, araştırmacılar tedaviyi iyileştirmek ve olumsuz etkileri azaltmak için yeni ajanlar aramaktalar. Bu açıdan bitki kaynaklı fitokimyasallar, bazı kanserlerde anti-kanser özelliklerine sahip olan karvakrol gibi umut verici ilaç adaylarıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İnsan nöroblastom hücre dizileri, KELLY (N-MYC pozitif) ve SH-SY5Y (N-MYC negatif) RPMI 1640 (KELLY) veya DMEM'de (SH-SY5Y) büyütüldü. Hücreler bir dizi karvakrol konsantrasyonu ile muamele edildi. Hücresel proliferasyon, karvakrolün nöroblastom hücreleri üzerindeki anti-proliferatif etkisini değerlendirmek için xCELLigence Gerçek Zamanlı Hücre Analiz Cihazı (RTCA) (ACEA Biosciences, Inc.) cihazı kullanıldı.
BULGULAR: SH-SY5Y'nin proliferasyon eğrisi göz önüne alındığında, sonuçlar karvakrolün tüm konsantrasyonlarda N-MYC negatif nöroblastom hücreleri SH-SY5Y hücreleri üzerinde anti-proliferatif etkilere sahip olduğunu göstermektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Veriler, karvakrolün nöroblastom hücreleri üzerinde anti-proliferatif bir role sahip olduğunu aydınlatmaktadır. Bu bağlamda, bu fitokimyasal malignite için umut verici bir ajan olabilir.
INTRODUCTION: Neuroblastoma is a pediatric solid tumor that originated from the neural crest. The survival rate of these malignancies is below 50 %. The most common treatments for the disease have several adverse effects which makes them invasive for patients and limits the applicability as well as continuity of the treatment. Therefore, researchers seek new agents to reduce adverse effects in order to improve the treatment. In this wise, Plant-derived phytochemicals are promising drug candidates, such as carvacrol which has anti-cancer features on some cancers.
METHODS: Human neuroblastoma cell lines, KELLY (N-MYC positive) and SH-SY5Y (N-MYC negative)were grown in RPMI 1640 (KELLY) or DMEM (SH-SY5Y). Cells were treated with a range of concentration of carvacrol. Cellular proliferation was monitored by using xCELLigence Real-Time Cell Analyzer (RTCA) (ACEA Biosciences, Inc.) device to evaluate the anti-proliferative effect of carvacrol on the neuroblastoma cells.
RESULTS: Considering the proliferation curve of SH-SY5Y, results indicate that carvacrol has anti-proliferative effects on N-MYC negative neuroblastoma cells SH-SY5Y at all concentrations.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The data illuminates that the carvacrol has an anti-proliferative role on neuroblastoma cells. In this context, this phyto-compound might be a promising agent for the malignancy.
Abstract | Full Text PDF

14.Evaluation of Immunhistochemical ERG Tissue Expression in Wilms Tumor
Gulden Diniz, İsmail Eren Birol, Haldun Öniz, Canan Vergin, Safiye Aktas
doi: 10.5222/buchd.2020.94759  Pages 65 - 70
GİRİŞ ve AMAÇ: ETS ile ilişkili gen (ERG), eritroblast transformasyonuna spesifik (ETS) transkripsiyon faktörlerinden birini kodlayan bir onkogendir. Başta prostat kanseri, Ewing Sarkom ve akut myeloid lösemi olmak üzere farklı malignitelerin gelişiminde etkisine dair birçok yayın bulunmakla birlikte, Wilms tümörü ile ilişkisi hiç araştırılmamıştır. Bu çalışmada, Wilms tümörlerinde ERG doku ekspresyonunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elli üç Wilms tümörlü çocuktan elde edilen tümör kesitinde ERG ekspresyonu ve olguların klinikopatolojik özellikleriyle ilişkisi değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların ortalama yaşları 3,21 ± 2 yıldı. Seri 25 erkek ( %47,2) ve 28 kız (%52,8) çocuğundan oluşuyordu. Ortalama tümör boyutu 9,1±2,9 cm idi. Böbrek ağırlığı ortalama 474,5±310,7 gr bulundu. On üç (%24,5) olgu evre I, 20 olgu (%37,7) evre II, 7 olgu (%14) evre III ve 6 olgu (%11,3) evre IV idi. Kırk iki olgu sağ (%79,2) ve izlemdeydi. Ortalama sağ kalım süresi 65,3±40,2 (2-148) aydı. Nükleer ERG ekspresyonu 21 (% 39,6) olguda saptandı. Olguların 8’inde (%15,1) nükleer ERG ekspresyonu salt blastemal komponente sınırlıydı. On bir olguda (%20,8) blastemal ve mezenkimal komponentte nükleer ekspresyon saptandı. Biri bilateral tümörlü 2 olguda (%3,8) tümörde yaygın nükleer ERG ekspresyonu mevcuttu. ERG ekspresyonu ve prognostik faktörler arasında, tümör bilateralitesi dışında korelasyon yoktu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma nükleer ERG ekspresyonunun Wilms tümörünün patogeneziyle ilişkili olmadığını göstermektedir. İstatistiksel olarak anlamlı p değeri bulunmamakla birlikte; bilateral tümörde ERG ekspresyonunun daha fazla bulunması nedeniyle ERG’nin WT gelişiminde destekleyici rolü olabileceği düşünülmüştür.
INTRODUCTION: The ETS-associated gene (ERG) is an oncogene that encodes one of the erythroblast transformation-specific (ETS) transcription factors. Although there are many studies on the effects of different malignancies, especially prostate cancer, Ewing sarcoma and acute myeloid leukemia, its association with Wilms tumor has never been investigated. The aim of this study was to evaluate ERG tissue expression in Wilms tumors.


METHODS: ERG expression and its association with clinicopathological features were evaluated in tissue sections obtained from 53 children with Wilms tumors.
RESULTS: The mean age of the patients was 3.21 ± 2 years. This series consisted of 25 boys (47.2%) and 28 girls (52.8%). The mean tumor size was 9.1 ± 2.9 cm. The mean kidney weight was 474.5 ± 310.7 g. Thirteen (24.5%) cases were stage I, 20 (37.7%) were stage II, 7 (14%) were stage III and 6 (11.3%) were stage IV. Forty-two cases were alive (79.2%) and were in follow-up. The mean survival time was 65.3 ± 40.2 (2-148) months. Nuclear ERG expression was detected in 21 (39.6%) cases. In 8 (15.1%) cases, ERG expression was limited to pure blastemal component. Eleven cases (20.8%) had ERG expression in blastemal and mesenchymal components. Two patients (3.8%), one of which with bilateral tumors, had diffuse nuclear ERG expression. There was no correlation between ERG expression and prognostic factors except tumor bilaterality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study demonstrates that nuclear ERG expression is not related to the pathogenesis of Wilms tumor. Although there was no statistically significant p value; since ERG expression is more common in bilateral tumors, it is thought that ERG may have a supporting role in the development of WT.
Abstract | Full Text PDF

15.The Importance of Echocardiography in Detecting Coronary Artery Anomalies in Children
Tülay Demircan, Baris Guven, Cem Karadeniz, Ali Rahmi Bakiler, Dilek Oncel, Nazmi Narin
doi: 10.5222/buchd.2020.50479  Pages 71 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Koroner arter anomalisi olan çocuklarda güncel bir tedavi ve klinik izlem algoritması mevcut değildir. Çalışmamızda çocuklarda ve adölesanlarda koroner arter anomalilerinin klinik özellikleri, tanı ve tedavi seçenekleri analiz edildi.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya 0cak 2016-Ocak 2018 tarihleri arasında pediyatrik kardiyoloji kliniğimize gelen 4000 çocuk hasta alındı. Transtorasik ekokardiyografi ile koroner arter anomalisi düşünülen 12 olgunun medikal kayıtları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: On iki olguda koroner arter anomalisi olduğu tespit edildi. Tüm hastalar çocuk ve ergen olup, ortalama tanı yaşı 10.7 ± 5 yıl idi. Hastaların hicbirisinde kardiyak iskemi semptomları yoktu. En yaygın anomali (5 hasta), sağ koroner arterden (RCA) kaynaklanan sol sirkumfleks koroner arter (Cx) idi. On iki hastadan koroner arteri interarteriyel seyirli olan iki olguya cerrahi tedavi önerildi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Ekokardiyografi, akustik pencere kalitesi nedeniyle çocukluk çağında önemli bir tanı aracıdır. Özellikle yarışmalı sporlara katılacak çocuklarda anormal kökenli koroner arterleri belirlemek çok önemlidir. Kesin tanıyı doğrulamak için bilgisayarlı tomografi anjiyografi, manyetik rezonans anjiyografi ve koroner anjiyografi gibi ek görüntüleme yöntemlerine ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: There is no established current algorithm of treatment and clinical follow-up in children with coronary artery anomalies. We analysed the clinical characteristics, diagnosis treatment options of children and adolescents identified with coronary artery anomalies
METHODS: In this retrospective study, 4000 children who attended to our clinic were included between January 2016 and January 2018 at paediatric cardiology department. We reviewed the medical records of 12 patients who had suspicion of coronary-artery anomalies by transthoracic echocardiography.
RESULTS: Twelve cases were detected to have coronary artery anomalies. All patients were children-adolescent with a mean age at the time of diagnosis of 10.7±5 years. None of the patients had cardiac ischemia symptoms. Most common anomaly (5 patients) was the left circumflex coronary artery (Cx) originating from the right coronary artery (RCA). Surgical therapy is recommended in two of 12 patients with interarterial course of coronary artery anomaly.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Echocardiography is an important diagnostic tool in childhood due to acoustic window quality. It is crucial to identify children, particularly children with anomalous origin of coronary arteries who will participate competitive sports. Additional imaging tools including computer tomography angiography, magnetic resonance angiography and coronary angiography are needed to confirm the definite diagnosis.
Abstract | Full Text PDF

16.Ever Increasing Allergies to the Edible Seeds in Recent Years: Sesame Allergy
Rukiye İrem Yekeler, Hikmet Tekin Nacaroğlu
doi: 10.5222/buchd.2020.87513  Pages 77 - 81
GİRİŞ ve AMAÇ: Susam, önemli allerjenitesi ve hipersensitivitesi ile diğer tohum allerjilerinden daha sık görülmekte olup; prevalansı % 0,1-0,2 olarak tahmin edilmektedir. Tohum alerjileri konusunda çocuklarda yapılmış çalışmalar oldukça sınırlı olup daha çok vaka takdimi şeklindedir. Çalışmamızda susam alerjisi olan olguların klinik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tanımlayıcı çalışmamızda Şubat 2017- Haziran 2019 tarihleri arasında çocuk alerji polikliniğine başvuran 3863 hasta içerisinde, besin allerijsi ve/veya atopik dermatit tanısı ile değerlendirilen 804 (%20,8) hastanın dosyaları retros¬pektif olarak incelendi. Susam alerjisi olduğu saptanan 7 (%0,87) olgunun demografik özellikleri, başvu¬ru yakınmaları ve laboratuvar incelemeleri kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 7 hastanın yaş ortancası 11 ay olup tamamı erkek idi. Hastalarımızın hepsinde atopik dermatit bulguları olup 1 hastamızda eşlik eden inek sütü proteini ilişkili anafilaksi tablosu mevcut idi. Hastaların eozinofil sayısı ortancası; 780 mm3, Total IgE düzeyi ortancası; 264 IU/L, susam spesifik IgE düzeyi ortancası 2,7 kU/L idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Son yıllarda susam gibi tohumların günlük beslenme programımızda kullanımının artmasıyla, tohumlarla ilgili hipersensitivite reaksiyonları giderek artan oranlarda bildirilmektedir. Ülkemizde sık tüketilmeleri nedeniyle önem taşımaktadır. Dikkatli öykü alımı, besin alerjileri test panellerine yenilebilir tohum-çekirdeklerin eklenmesi ve şüpheli olgularda tanıların besin yükleme testleri konfirmasyonları ile susam alerjilerinde tanı konma oranları artabileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: While being reported more often than the other seeds, sesame allergy prevalance has been estimated 0.1-0.2 %. There have been limited studies about sesame allergy in children, and it is frequently in form of case reports. In our study, evaluating clinical and laboratory features in sesame allergy cases was aimed.
METHODS: In our cross sectional-descriptive study, a retrospective review of 804 (%20.8) children who received evaluation by the diagnosis of food allergy and/or atopic dermatitis in a population of 3863 patients in pediatric allergy outpatient clinic from February 2017 to June 2019 has been conducted. Information including the demographic characteristics, presenting symptoms and laboratory examinations of 7 patients (0.87%) with sesame allergy were enrolled.
RESULTS: The median age of 7 patients who were included in the study was 11 months and all were males. All the patients had symptoms of atopic dermatitis, there was accompanying anaphylaxis related to Cow’s Milk Protein Allergy in one patient. Among the patients; median of eosinophil count was: 780 mm3, median of total IgE level was: 264 IU/L, median of sesame specific IgE level was: 2.7 IU/L.
DISCUSSION AND CONCLUSION: With the growing trend of using seeds such as sesame in our daily diet, hypersensitivity reactions are being reported with ever increasing ratios. Because of the frequent consumption, it keeps the importance in our country. A careful history taking, together with food allergy testing panels including edible seeds and diagnosis confirmation by challenge testing in the suspected cases may be contributing to the rise in diagnosing incidence of sesame allergy.
Abstract | Full Text PDF

17.Urinary System Stone Disease in Infants: A Single Center Experience
Bahriye Atmış, Derya Cevizli, Engin Melek, Aysun Karabay Bayazit
doi: 10.5222/buchd.2020.37267  Pages 82 - 86
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk çağında üriner sistem taş hastalığı görülme sıklığı son yıllarda giderek artmaktadır. Bu çalışma ile kliniğimizde son üç yılda üriner sistem taş hastalığı tanısı almış bir yaş altındaki çocukların etiyolojik, klinik ve prognoz özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üriner sistem taş hastalığı tanısı alan 1 yaşından küçük 51 çocuk çalışmaya dahil edildi. Hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar sonuçları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 51 hastanın 27’si (%52.9) erkekti. Hastaların tanı anında ortalama yaşı 5.5±2.8 aydı. Hastaların ortalama takip süresi 4.9±4.3 aydı. Taş boyutu ≤3mm olan hasta sayısı 19 (%37.3), >3-5 mm olan hasta sayısı 17 (%33.3), >5mm olan hasta sayısı 15 (%29.4)’ti. Hastaların 19’unda (%37.3) metabolik bir neden saptandı. En sık saptanan idrar metabolik bozukluk hiperkalsiüri idi. Hastaların %41.2’sinin ailesinde üriner sistem taş hastalığı öyküsü, %19.6’sında anne baba arasında akrabalık, %13.7’sinde prematüre doğum öyküsü vardı. Hastaların %54.9’unda taş boyutunda azalma, %23.5’inde tam düzelme görülürken, %11.8’inde ise taş boyutunda artış görüldü. Taş boyutu ≤3mm olanlarda tam düzelme ve taş boyutunda azalma daha fazla görülürken istatistiksel anlamlı fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnfantlarda üriner sistem taş hastalığı diğer çocukluk dönemlerine göre farklılık göstermektedir. Bu yaş grubunda aile öyküsü ve altta yatan metabolik nedenler ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle metabolik nedenlerin üriner sistem taş hastalığı olan çocuklarda araştırılması etyolojinin saptanması ve uygun tedavi için önemlidir.
INTRODUCTION: The incidence of urinary system stone disease in childhood has been increasing in recent years. We aimed to evaluate the etiologic, clinical and prognostic characteristics of infants who were diagnosed with urinary system stone disease in the last three years.
METHODS: Fifty-one children under one year of age with urinary system stone disease were included in the study. The medical records of the patients were analyzed retrospectively. The demographic characteristics, clinical and laboratory results were recorded.
RESULTS: Twenty-seven patients (52.9%) were male. The mean age of the patients at the time of diagnosis was 5.5 ± 2.8 months. The mean follow-up period was 4.9 ± 4.3 months. The dimensions of stone size were ≤3mm in 19 (37.3%) patients, > 3-5 mm in 17 (33.3%) patients, and > 5mm in 15 (29.4%) patients. Nineteen patients (37.3%) had a urinary metabolic disturbance. The most common metabolic cause was hypercalciuria. 41.2% of the patients had a family history of urinary system stone disease, 19.6% of patients had parental consanguinity and 13.7% of patients had prematurity. Stone size decreased in 54.9% of the patients, complete improvement was seen in 23.5% of the patients, while stone size increased in 11.8% of the patients. Complete improvement and decrease in stone size were found to be higher in patients with stone size less than 3 mm but this was not statistically significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In infants, urinary system stone disease differs from other childhood periods. In this age group, family history and underlying metabolic causes are prominent. Therefore, it is important to investigate the metabolic causes in children with urinary system stone disease to determine the etiology and to do appropriate treatment.
Abstract | Full Text PDF