Makale Ara
yazar ve kurum içinde
başlık ve özet içinde
DOI numarası ile
tamamında
: 30 (5)
Cilt: 30  Sayı: 5 - Mayıs 2024
Özetleri Gizle | << Geri
DIĞER
1.
Ön Sayfalar
Front matters

Sayfalar I - VIII
DOWNLOAD

DENEYSEL ÇALIŞMA
2.
Ratlarda deneysel priapizm modelinde ketamin’in penil dokular üzerine etkileri
Effects of ketamine on penile tissues in an experimental priapism model in rats
Vildan Kölükçü, Mehtap Gürler Balta, Hakan Tapar, Tugba Karaman, Serkan Karaman, Velid Unsal, Fikret Gevrek, Kenan Yalçın, Fatih Fırat
PMID: 38738674  PMCID: PMC11154065  doi: 10.14744/tjtes.2024.33262  Sayfalar 309 - 315
AMAÇ: Bu çalışmada priapizm sonrası gelişen iskemi-reperfüzyon hasarında ketamin’in penil dokular üzerindeki histopatolojik ve biyokimsayal etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Toplam 24 erkek rat 3 gruba randomize edildi. Grup-1 kontrol grubu olarak belirlendi. Grup-2’de priapzm modeli oluştu-rularak penil iskemi reperfüzyon hasarının değerlendirildiği grup olarak tanımlandı. Grup 3 ise tedavi grubu idi. Bu grupta Grup 2 ile benzer iskemi reperfüzyon modeli oluşturuldu ek olarak reperfüzyondan hemen önce 50 mg/kg ketamin intraperitoneal olarak uygulandı. Kan biyokimsayal ana-lizleri ve penil histopatolojik değerlendirilmesi yapıldı.
BULGULAR: Grup 3’de deskuamasyon, ödem, inflamasyon ve vazokonjesyon olmak üzere tüm histopatolojik skorlarda Grup 2’e göre dramatik olarak iyileşme gözlemlendi (p<0.001). Kan biyokimyasal analizlerinde ise MDA değeri Grup 2’de 10 olarak kayıt edildi. Bu değer Grup 3’de ciddi düzeyde azalmış olarak not edildi (p: 0.013). Benzer şekilde IL-1, IL-6 ve TNF-alfa olmak üzere proinflamatuvar sitokin düzeyinde Grup 3’de Grup 2’ye göre baskılanmıs olarak belirlendi (sırasıla; p: 0.003, p: 0.022 ve p: 0,028). Antioksidan enzim düzeyinde ise hem GSH-Px hemden SOD aktivi-tileri Grup 3’de Grup 2’e göre artmış olarak kayıt edildi (p: 0.016 ve p: 0.024).
SONUÇ: Kematin penil iskemi reperfüzyon hasarının etkilerini hafifletmede etkin bir anestezik ajandır.
BACKGROUND: This study aimed to evaluate the histopathological and biochemical effects of ketamine on penile tissues following ischemia-reperfusion injury induced by priapism.
METHODS: Twenty-four male rats were randomized into three groups. Group 1 served as the control group. Group 2 underwent the priapism model to induce ischemia-reperfusion injury. Group 3, the treatment group, experienced a similar ischemia-reperfusion model as Group 2; additionally, 50 mg/kg of ketamine was administered intraperitoneally just before reperfusion. Blood biochemical analyses and penile histopathological evaluations were performed.
RESULTS: In Group 3, significant improvements were observed in all histopathological scores, including desquamation, edema, inflammation, and vasocongestion compared to Group 2 (p<0.001). Blood biochemical analyses showed that the malondialdehyde (MDA) levels were recorded as 10 in Group 2, with a significant decrease in Group 3 (p=0.013). Similarly, proinflammatory cytokine levels, including interleukin-1 beta (IL-1β), interleukin-6 (IL-6), and tumor necrosis factor-alpha (TNF-α), were found to be suppressed in Group 3 compared to Group 2 (p=0.003, p=0.022, and p=0.028, respectively). Antioxidant enzyme activities, such as glutathione peroxidase (GSH-Px) and superoxide dismutase (SOD), were higher in Group 3 compared to Group 2 (p=0.016 and p=0.024, respec-tively).
CONCLUSION: Ketamine is an effective anesthetic agent in alleviating the effects of penile ischemia-reperfusion injury.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Presizyonel ve peritoneal lokal anestezik uygulamasının kolon anastomozuna ve yara iyileşmesine etkisi
Effect of pre-incisional and peritoneal local anesthetics administration on colon anastomosis and wound healing
Uğur Kesici, Yahya Kaan Karatepe, Ahmet Furkan Mazlum, Kubra Bozali, Mahmut Salih Genç, Leman Damla Ercan, Mehmet Güray Duman, Ayşe Gökçen Sade, Eray Metin Guler, Sevgi Kesici
PMID: 38738675  PMCID: PMC11154069  doi: 10.14744/tjtes.2024.39551  Sayfalar 316 - 322
AMAÇ: Araştırmalar levobupivakainin bupivakain kadar etkili olduğunu, kalp ve merkezi sinir sistemi toksisitesi riskinin daha düşük olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle bu çalışma, levobupivakain ve bupivakainin kolon anastomozu üzerindeki etkilerini ortaya koyarak tüm hastalarda veya komorbiditesi olan hastalarda tercih edilip edilemeyeceğini belirlemeyi amaçlamaktadır. Çalışmanın öncelikli amacı levobupivakain ve bupivakainin kolon anastomozu üzerine etkilerini araştırmaktır. İkincil amaç ise yara iyileşmesi ve yapışma önleyici aktivite üzerindeki etkilerini göstermektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma, Hamidiye Hayvan Deneyleri Yerel Etik Kurulu onayı alınarak Hamidiye Hayvan Deneyleri laboratuvarında 28/07/2022 ile 04.08.2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Bu çalışma, 16-20 haftalık 21 Spraque erkek sıçan üzerinde gerçekleştirildi. Sıçanlar her birinde yedi sıçan olacak şekilde üç eşit gruba ayrıldı: Grup C: insizyonel izotonik; Grup B: ön insizyonel bupivakain; ve Grup L: insizyonel le-vobupivakain. Laparotomi sırasında makroskobik adezyon skorları (MAS) kaydedildi. Histopatolojik inceleme ve hidroksiprolin düzeyleri için doku örnekleri alındı. Orta kesi hattı yarasının gerilme mukavemeti ve anastomoz patlama basıncı ölçüldü.
BULGULAR: MAS Grup B ve L'de Grup C'ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü (p<0.001). Yara histopatoloji skoru (WHS) Grup L'de Grup B'ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p=0.021). Kolon histopatoloji skorları (KHS) Grup L'de Grup C'ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p=0.011).
SONUÇ: Bu çalışma, bupivakain ve levobupivakainin yara iyileşmesine anlamlı katkı sağlamadığını ancak levobupivakainin bupivakaine göre WHS'de anlamlı artışa neden olduğunu ortaya koydu. Bu çalışmanın bulgularına göre levobupivakain, kolon anastomozu dayanıklılığına önemli katkısı, yara iyileşmesine bupivakaine göre daha olumlu etkisi ve anti-adezif etkisi nedeniyle kolon anastomozu yapılan hastalarda kullanılarak klinik pratiğe katkı sağlayabilir. Klinik çalışmalar bu çalışmanın sonuçlarını desteklemelidir.
BACKGROUND: Previous research has shown that levobupivacaine is as effective as bupivacaine but carries a lower risk of cardiac and central nervous system toxicity. This study explores whether levobupivacaine and bupivacaine are preferable for all patients, includ-ing those with comorbidities, particularly focusing on their effects on colonic anastomosis. The primary objective is to examine the influence of levobupivacaine and bupivacaine on colonic anastomosis. Additionally, the study will assess their impact on wound healing and their anti-adhesive properties.
METHODS: Conducted between July 28, 2022, to August 4, 2022, at the Hamidiye Animal Experiments Laboratory, this study was approved by the University Science Health, Hamidiye Animal Experiments Local Ethics Committee. This study was conducted using 21 male Sprague rats aged 16-20 weeks. The rats were allocated into three equal groups of seven each: Group C: pre-incisional isotonic; Group B: pre-incisional bupivacaine; and Group L: pre-incisional levobupivacaine. Macroscopic adhesion scores (MAS) were recorded during laparotomy and tissue samples were taken for histopathological examination and hydroxyproline levels measurement. Wound tensile strength along the middle incision line and anastomotic burst pressure were also assessed.
RESULTS: MAS was statistically significantly lower in Groups B and L compared to Group C (p<0.001). The wound histopathology score (WHS) was significantly higher in Group L than in Group B (p=0.021). Colon histopathology scores (CHSs) were also signifi-cantly higher in Group L compared to Group C (p=0.011).
CONCLUSION: TThe study found that bupivacaine and levobupivacaine did not significantly enhance wound healing, although le-vobupivacaine significantly improved WHS relative to bupivacaine. According to the findings of this study, levobupivacaine can enhance clinical practice by being used in patients undergoing colon anastomosis. It contributes significantly to the durability of colon anasto-mosis, has a more positive effect on wound healing compared to bupivacaine, and exhibits anti-adhesive properties. Additional clinical trials are necessary to validate these results further.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Osteoporozun tanısında, izleminde ve patolojik kırıklarında kemik döngüsü belirteçlerinin rolü
The role of bone turnover markers in diagnosis, monitoring, and pathological fractures of osteoporosis
Kazım Ersin Altınsoy, Beytullah Unat
PMID: 38738676  PMCID: PMC11154067  doi: 10.14744/tjtes.2024.48409  Sayfalar 323 - 327
Burada, geleneksel teşhis yöntemlerine kıyasla c-terminal telopeptid (CTX), n-telopeptid (NTX), deoksipiridinolin (DPD) ve tartrat rezorpsiyonu-nun (TRAP) spesifik biyobelirteçlerinin kullanımını araştırdık. Bu yeni biyobelirteçlerin osteoporozun tanısı, tedavisi ve izlenmesinde önemli değer taşıyabileceğini varsaydık. Çalışma, 1 Ocak 2020'den 1 Ocak 2023'e kadar uzanan üç yıllık bir dönemde gerçekleştirildi. Osteoporoz tanısı konan 50 yaş ve üzeri toplam 520 hastayı kaydettik. Osteoporoza katkıda bulunduğu bilinen steroid tedavisi gören hastalar çalışma dışı bırakıldı. Ek olarak, osteoporoz tanısıyla ilgili demografik özelliklere dayalı olarak 500 hastadan oluşan bir kontrol grubunu dikkatle seçip eşleştirdik. Bu titiz seçim süreci, 1020 hastadan oluşan kapsamlı bir kohortla sonuçlandı. Çalışma boyunca hastalar, patolojik kırıkların oluşumunu izlemek ve genel prognozlarını değerlendirmek için bir yıl boyunca yakından izlendi. Titiz araştırmamızın sonucunda CTX, NTX, DPD ve TRAP'ın kemik sağlığının değerlendirilme-sinde, tedavi etkinliğinin izlenmesinde ve osteoporoz bağlamında patolojik kırıkların tespitinde önemli rol oynayan önemli biyobelirteçler olduğunu belirledik. Sonuç olarak çalışmamız, bu biyobelirteçlerin osteoporozun teşhis ve tedavisini ilerletmedeki öneminin altını çizerek hastalığın ilerlemesi ve tedavi sonuçları hakkında değerli bilgiler sunmaktadır.
BACKGROUND: We investigated the utility of specific biomarkers—namely, c-terminal telopeptide (CTX), n-telopeptide (NTX), deoxypyridinoline (DPD), and tartrate-resistant acid phosphatase (TRAP)—compared to conventional diagnostic methods. We hy-pothesized that these novel biomarkers could hold substantial value in the diagnosis, treatment, and monitoring of osteoporosis.
METHODS: The study was conducted over a three-year period, from January 1, 2020, to January 1, 2023. We enrolled a total of 520 patients aged 50 years or older who had been diagnosed with osteoporosis. Patients undergoing steroid treatments, which are known to contribute to osteoporosis, were excluded from the study. Additionally, we carefully selected and matched a control group consisting of 500 patients based on demographic characteristics relevant to the diagnosis of osteoporosis. This meticulous selection process resulted in a comprehensive cohort comprising 1,020 patients. Throughout the study, patients were closely monitored for a duration of one year to track the occurrence of pathological fractures and assess their overall prognosis.
RESULTS: As a result of our rigorous investigation, we identified CTX, NTX, DPD, and TRAP as pivotal biomarkers that play a crucial role in evaluating bone health, monitoring treatment effectiveness, and detecting pathological fractures in the context of osteoporosis.
CONCLUSION: Our study underscores the significance of these biomarkers in advancing the diagnosis and management of osteo-porosis, offering valuable insights into the disease's progression and treatment outcomes.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

KLINIK ÇALIŞMA
5.
Kardiyovasküler cerrahi yoğun bakım ünitesine yatırılan yaşlı hastalarda 30 günlük mortalitenin belirleyicileri
Determinants of 30-day mortality in elderly patients admitted to a cardiovascular surgery intensive care unit
Bedih Balkan, Zahide Özlem Ulubay, Elif Güneysu, Ahmet Said Dündar, Engin Ihsan Turan
PMID: 38738671  PMCID: PMC11154066  doi: 10.14744/tjtes.2024.00569  Sayfalar 328 - 336
AMAÇ: Bu çalışma, kardiyovasküler cerrahi geçiren 65 yaş ve üzeri hastaların 30 günlük morbidite ve mortalitesinde rol oynayan faktörleri değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2012 ile Ağustos 2021 tarihleri arasında Kardiyovasküler Cerrahi Yoğun Bakım Ünitesi'nde (KCYBÜ) kalp cerrahisi geçiren 360 hastanın verilerini analiz ettik. Hastalar "mortalite+" (33 hasta) ve "mortalite-" (327 hasta) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Mortaliteyi etkileyen faktörleri, preoperatif, intraoperatif ve postoperatif risk faktörleri, komplikasyonlar ve sonuçlar da dahil olmak üzere değerlendirdik.
BULGULAR: Mortaliteyi etkileyen faktörler arasında ekstübasyon süresi, yoğun bakım süresi, kan transfüzyonu, cerrahi reeksplorasyon, aort kelepçe süresi, GFR, BUN, kreatinin, HbA1c seviyeleri ve 24 saatlik yoğun bakım süresince en düşük sistolik kan basıncı gibi faktörler arasında iki grup arasında önemli farklar bulundu (p<0.05). "Mortalite+" grubunda ekstübasyon süresi, yoğun bakım süresi, kan transfüzyonu ve BUN-Cr seviyeleri daha yüksekken, en düşük sistolik kan basıncı, GFR ve HbA1c seviyeleri daha düşüktü. Noradrenalin infüzyonu gereken hastalarda ve kanama nedeniyle reoperasyon geçiren hastalarda mortalite oranları da daha yüksekti (p<0.05).
SONUÇ: Preoperatif böbrek fonksiyonu, ekstübasyon süresi, yoğun bakım takip süresi, yoğun bakımda kan transfüzyonu, cerrahi reeksplorasyon, aort kelepçe süresi ve HbA1c gibi faktörler göz önüne alındığında, yaşlı hastalarda mortalite oranının, kısa aort kelepçeleme süresi, perioperatif kan transfüzyonunu azaltmaya yönelik önlemler almak ve kanamanın iyi kontrolü ile azaltılabileceğini düşünüyoruz.
BACKGROUND: This study aims to identify the factors influencing 30-day morbidity and mortality in patients aged 65 and older undergoing cardiovascular surgery.
METHODS: Data from 360 patients who underwent cardiac surgery between January 2012 and August 2021 in the Cardiovascular Surgery Intensive Care Unit (CVS ICU) were analyzed. Patients were categorized into two groups: "mortality+" (33 patients) and "mortality-" (327 patients). Factors influencing mortality, including preoperative, intraoperative, and postoperative risk factors, complications, and outcomes, were assessed.
RESULTS: Significant differences were observed between the two groups in factors affecting mortality, including extubation time, ICU stay duration, blood transfusion, surgical reexploration, aortic clamp duration, glomerular filtration rate (GFR), blood urea nitrogen (BUN), creatinine, hemoglobin A1c (HbA1c) levels, and the lowest systolic blood pressure during the first 24 hours in the ICU (p<0.05). The "mortality+" group had longer extubation times and ICU stays, required more blood transfusions, and had higher BUN-creatinine ratios, but lower systolic blood pressures, GFR, and HbA1c levels. Mortality was also higher in patients needing noradrenaline infusions and those who underwent reoperation for bleeding (p<0.05).
CONCLUSION: By optimizing preoperative renal function, minimizing extubation time, shortening ICU stays, and carefully managing blood transfusions, surgical reexplorations, aortic clamp duration, and HbA1c levels, we believe that the mortality rate can be reduced in elderly patients. Key strategies include shortening aortic clamp times, reducing perioperative blood transfusions, and ensuring effective bleeding control.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Parmak ucu amputasyonlarının rekonstrüksiyonunda kemik grefti ile kombine spiral flep tekniğinin kullanımı
Bone grafting combined with a spiral flap technique for the reconstruction of fingertip amputations
Fatih Ceran, Mehmet Bozkurt, Salih Onur Basat, Emin Kapi
PMID: 38738672  PMCID: PMC11154071  doi: 10.14744/tjtes.2023.05118  Sayfalar 337 - 342
AMAÇ: Parmak distalinde ve pulpa defektlerinde greftleme, lokal veya uzak flep gibi farklı rekonstrüktif seçenekler mevcuttur. Normal anatomik yapının yeniden yapılandırılmasının yanı sıra parmağın duyu fonksiyonunun korunması da önemlidir. Bu çalışmada kemik kaybının eşlik ettiği pulpa defektlerinin rekonstrüksiyonunda kemik greftleme ile kombine edilmiş spiral flep tekniğinin (BGcSF) kullanım sonuçlarını sunuyoruz.
GEREÇ VE YÖNTEM: Parmak ucu defekti olan 23 hasta BGcSF tekniği kullanılarak tedavi edildi. Flep duyarlılığı ameliyat sonrası 6. ayda Semmes-Weinstein monofilament (SW) ve statik 2PD testleri ile değerlendirildi. Hasarlı parmakların soğuk intoleransı, ameliyat sonrası 1. yılda Soğuk İntolerans Şiddet Skoru (CISS) anketi ile değerlendirildi. Hasta memnuniyeti Michigan Hand Outcomes Questionnaire testi (MHQQ) kullanılarak değerlendirildi. Ameliyat sonrası 1. yılda hastaların proksimal ve distal interfalangeal eklem hareket serbestliği gonyometre ile ölçüldü. BULGULAR: Bir hastada %10-15 oranında flep boyutunda distal flep nekrozu gözlendi. Başka bir komplikasyon görülmedi. Ameliyat sonrası 6. ayda ortalama statik iki nokta ayrım değeri 5.6 mm, ortalama SW skoru 3.56 olarak belirlendi. Ameliyat sonrası 1. yılda ortalama CISS değeri 18.8 idi. Ortalama proksimal interfalangeal eklem aktif ROM açısı 106.7 derece, distal interfalangeal eklem değeri ise 65,4 olarak belirlendi. Ameliyat sonrası 1. yıldaki ortalama MHQQ skoru 18.5 idi.
SONUÇ: BGcSF tekniği ile parmak ucuna benzer dokuya sahip yumuşak doku oluşturmak mümkündür. Bu teknik ile parmak ucunda duyu elde edilebilir. BGcSF, replantasyonun mümkün olmadığı durumlarda parmak ucu rekonstrüksiyonu için iyi bir seçenek olarak düşünülebilir.
BACKGROUND: Various reconstructive options exist for distal finger and pulp defects, including grafting and local or distant flaps. In addition to reconstructing the normal anatomical structure, preserving the sensory function of the finger is crucial. This study presents the results of using bone grafting combined with a spiral flap (BGcSF) technique for reconstructing pulp defects accompanied by bone loss.
METHODS: Twenty-three patients with fingertip defects were treated using the BGcSF technique. Flap sensitivity was assessed us-ing the Semmes-Weinstein monofilament (SWM) and static two-point discrimination (2PD) tests at six months postoperatively. Cold intolerance of the affected fingers was evaluated using the Cold Intolerance Severity Score (CISS) questionnaire at one year postop-eratively. Patient satisfaction was assessed using the Michigan Hand Outcomes Questionnaire (MHQ). Range of motion (ROM) for the proximal and distal interphalangeal joints was measured with a goniometer at one year postoperatively.
RESULTS: Distal flap necrosis, affecting 10-15% of the flap area, was observed in one patient. No other complications were noted. The mean static two-point discrimination value at six months postoperatively was 5.6 mm, and the mean SWM score was 3.56. The mean CISS score at one year postoperatively was 18.8. The mean active ROM angle for the proximal interphalangeal joint was 106.7 degrees, and for the distal interphalangeal joint, it was 65.4 degrees. The mean MHQ score at one year postoperatively was 18.5.
CONCLUSION: The BGcSF technique provides soft tissue with a texture similar to that of the fingertips and supports effective sensory repair. It can be considered a viable option for fingertip reconstruction in cases where replantation is not feasible.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Okul öncesi çocuklarda üst ekstremite kırıkları için psikolojik risk faktörleri: Bir vaka-kontrol çalışması
Psychological risk factors for upper extremity fractures in preschool children: A case-control study
Muhammet Zeki Gültekin, Fatih Doğar, Ahmet Sinan Sarı, Fatma Coşkun, Ahmet Yıldırım
PMID: 38738673  PMCID: PMC11154073  doi: 10.14744/tjtes.2024.23522  Sayfalar 343 - 352
AMAÇ: Okul çağı çocuklarında üst ekstremite kırıkları gerek ebeveyn ve gerekse de çocuğun kendisine ait etkenler ile ilişkili ve çok faktörlü bir antitedir. Bu çalışma, okul öncesi çocuklarda üst ekstremite kırıkları ile ilişkilendirilen psikolojik risk faktörlerini araştırmayı amaçlamaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu tek merkezli, hastane tabanlı, yaş uyumlu vaka-kontrol çalışması, üst ekstremite kırığı vakalarını içeren 55 vaka ve büyüme ağrıları yaşayan 55 kontrol grubunu içermektedir. Çocukların ebeveynleri yüz yüze görüşmelerde bulundu. Üst ekstremite kırığı riski ile Anne-Bebek Bağlanma Ölçeği (MIBS), Yetişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Kendi Bildirim Ölçeği (ASRS), Otizm Spektrum Kotası (AQ), Durum-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI) ve Güçlükler ve Yetenekler Anketi (SDQ) skorları arasındaki potansiyel ilişkiler incelendi.
BULGULAR: İleri yaşta ebeveynler ve düşük hane geliri, üst ekstremite kırıkları için risk faktörleri olarak ortaya çıktı, annelerin daha uzun eğitim sü-resi ise koruyucu bir faktör olarak tanımlandı. Univariate analizlerde, Otizm Spektrum Kotası İletişim alt ölçeği (AQ-C), genel AQ skoru, Güçlükler ve Yetenekler Anketi Hiperaktivite alt ölçeği (SDQ-H) ve Güçlükler ve Yetenekler Anketi Duygusal ve Akran Problemler alt ölçeği (SDQ-Int) yüksek skorları, artmış bir kırık riski ile ilişkilendirildi (Odds Oranı (95% Güven Aralığı): 1.15 (1.05-1.27), OR: 1.05 (1.01-1.09), OR: 1.25 (1.01-1.54) ve OR: 1.19 (1.04-1.37), sırasıyla). AQ-C ve SDQ-Int ölçekleri, üst ekstremite kırıkları için risk faktörleri olarak çok değişkenli regresyon analizlerinde istatistiksel olarak anlamlı kaldı (OR: 1.15 (1.02-1.28) ve OR: 1.21 (1.02-1.43), sırasıyla).
SONUÇ: Bulgularımız, hem ebeveynleri hem de çocukları etkileyen psikolojik faktörlerin, okul öncesi çocuklarda üst ekstremite kırıkları riskini potansiyel olarak artırabileceğini göstermektedir.
BACKGROUND: In school-age children, upper extremity fractures are associated with both parental and child-related factors and represent a multifactorial entity. This study aims to explore the psychological risk factors associated with upper extremity fractures in preschool children.
METHODS: This single-center, hospital-based, age-matched case-control study involved 55 cases of upper extremity fractures and 55 controls experiencing growing pains. Parents of the children participated in face-to-face interviews. We examined the potential as-sociations between scores on the Mother-to-Infant Bonding Scale (MIBS), Adult Attention Deficit Hyperactivity Disorder Self-Report Scale (ASRS), Autism-Spectrum Quotient (AQ), State-Trait Anxiety Inventory (STAI), and Strengths and Difficulties Questionnaire (SDQ), and the risk of upper extremity fractures.
RESULTS: Advanced parental age and lower household income emerged as risk factors for upper extremity fractures, while longer maternal educational attainment was identified as a protective factor. In the univariate analyses, elevated scores on the Autism-Spec-trum Quotient Communication subscale (AQ-C), overall AQ score, Strengths and Difficulties Questionnaire Hyperactivity subscale (SDQ-H), and Strengths and Difficulties Questionnaire Emotional and Peer Problems subscale (SDQ-Int) were associated with an increased fracture risk (Odds Ratio [OR] (95% Confidence Interval [CI]): 1.15 (1.05-1.27), OR: 1.05 (1.01-1.09), OR: 1.25 (1.01-1.54), and OR: 1.19 (1.04-1.37), respectively). The AQ-C and SDQ-Int scales remained statistically significant as risk factors for upper ex-tremity fractures (OR: 1.15 (1.02-1.28) and OR: 1.21 (1.02-1.43), respectively) in the multivariate regression analyses.
CONCLUSION: Our findings suggest that psychological factors affecting both parents and children could potentially increase the risk of upper extremity fractures in preschool children.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
Transvers uzantı kırıklarının klinik analizi: Travma bakımında hasta özellikleri, yönetimi ve sonuçları üzerine kapsamlı bir çalışma
Clinical analysis of transverse process fractures: A comprehensive study on patient characteristics, management, and outcomes in trauma care
Göksal Günerhan, Afşin Emre Akpınar, Emin Çağıl
PMID: 38738678  PMCID: PMC11154072  doi: 10.14744/tjtes.2024.91387  Sayfalar 353 - 360
AMAÇ: Transvers proses kırıkları (TPF'ler) travma hastalarında yaygın olarak görülür ve sıklıkla politravma ile ilişkilidir. Geleneksel olarak stabil yaralanmalar olarak kabul edilse de, son araştırmalar spinal travmadaki önemlerinin hafife alınabileceğini düşündürmektedir. Bu çalışmanın amacı, TPF'lerin yönetimi ve sonuçları hakkında bilgi sağlamak ve klinik olarak önemli spinal kırıkları ve ilişkili yaralanmaları tanımlamak için öngörücü po-tansiyellerini değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Eylül 2022'den Eylül 2023'e kadar TPF'li hastaları kapsayan, Seviye I bir travma merkezinin travma kayıt verilerinin ret-rospektif bir incelemesi yapılmıştır. Dahil edilme kriterleri, bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile doğrulanmış TPF'leri olan ve ameliyatsız tedavi edilen 18 yaş ve üstü hastaları içeriyordu. Demografik veriler, yaralanma mekanizmaları, ilişkili yaralanmalar, ağrı yönetimi ve tedavi sonuçları analiz edilmiştir. Ağrı şiddeti ve işlevsellik Görsel Analog Skalası (VAS) ve Oswestry Engellilik İndeksi (ODI) kullanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Ağırlıklı olarak erkek (129 hasta, %67.9) ve yaş ortalaması 45.7 olan 190 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Motorlu taşıt kazaları (MVA) en önde gelen başvuru nedeniydi (%44.7). Torasik yaralanmalar en yaygın ilişkili patolojiydi. Çalışma kohortunun 88 hastası (%46.3) tek seviyeli TPF ile başvururken, 102 hastada (%53.7) çok seviyeli kırıklar vardı. Analizler bu gruplar arasında belirgin farklılıklar olduğunu ortaya koymuştur; çok seviyeli TPF hastalarında eşlik eden yaralanma sıklığı daha yüksektir ve kayda değer bir oranda hastaneye yatış veya cerrahi müdahale gerektirmekte-dir. Çok seviyeli TPF hastaları, tek seviyeli TPF hastalarına kıyasla daha yüksek başlangıç ağrı ve sakatlık skorları sergilemiştir. Her iki grup da 3 aylık takipte VAS ve ODI skorlarında anlamlı bir azalma göstermiştir.
SONUÇ: Önceleri minör yaralanmalar olarak kabul edilen TPF'ler önemli ağrı ve fonksiyonel kısıtlılıklar göstermektedir. Özellikle çok seviyeli kırık-larda, sıklıkla sistemik patolojilere eşlik ederler ve tedavide multidisipliner bir yaklaşım gerektirirler. NSAİİ'ler ve kas gevşeticilerin yanı sıra gerekti-ğinde boyunluk veya korse desteğini de içeren "PRICE" yaklaşımının ağrı yönetimi ve fonksiyonel iyileşmede etkili olduğu kanıtlanmıştır. Bu bulgular, TPF'lerin özel yönetim stratejileri gerektiren karmaşık yaralanmalar olarak kabul edilmesinin önemini vurgulamaktadır. Tedavi yaklaşımlarını iyileştir-mek ve TPF'li hastaların sonuçlarını optimize etmek için sağlık hizmeti sağlayıcıları arasında daha fazla araştırma ve işbirliği yapılması gerekmektedir.
BACKGROUND: Transverse process fractures (TPFs) are commonly encountered in trauma patients and are often associated with polytrauma. While traditionally considered stable injuries, recent research suggests their significance in spinal trauma may be under-estimated. This study aims to provide insights into the management and outcomes of TPFs, evaluating their predictive potential for identifying clinically significant spinal fractures and associated injuries.
METHODS: A retrospective review of trauma registry data from a Level I trauma center was conducted, encompassing patients with TPFs from September 2022 to September 2023. Inclusion criteria involved patients aged 18 or older with confirmed TPFs via com-puted tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI), managed nonoperatively. Data on demographics, injury mechanisms, associated injuries, pain management, and treatment outcomes were analyzed. Pain severity and functionality were assessed using the Visual Analog Scale (VAS) and the Oswestry Disability Index (ODI).
RESULTS: A total of 190 patients, predominantly male (129 patients, 67.9%), with a mean age of 45.7 years, were included in the study. Motor vehicle accidents (MVA) were the leading cause of admission (44.7%). Thoracic injuries were the most common associ-ated pathology. Of the study cohort, 88 patients (46.3%) presented with single-level TPFs, while 102 patients (53.7%) had multilevel fractures. Analysis revealed distinct differences between these groups, with multilevel TPF patients exhibiting a higher frequency of associated injuries and a notable proportion requiring hospitalization or surgical intervention. Multilevel TPF patients exhibited higher initial pain and disability scores compared to single-level TPF patients. Both groups showed significant reductions in VAS and ODI scores at the 3-month follow-up.
CONCLUSION: TPFs, previously considered minor injuries, demonstrate significant pain and functional limitations. They often accompany systemic pathologies, particularly in multilevel fractures, necessitating a multidisciplinary approach to management. The "Protection, Rest, Ice, Compression, Elevation" (PRICE) approach, including Non-Steroidal Anti-Inflammatory Drugs (NSAIDs) and muscle relaxants, along with collar or brace support when necessary, proves effective in pain management and functional improvement. These findings emphasize the importance of recognizing TPFs as complex injuries requiring tailored management strategies. Further research and collaboration among healthcare providers are warranted to refine treatment approaches and optimize outcomes for patients with TPFs.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

DERLEME
9.
Çoklu mıknatıs yutulmasına bağlı kronik jejuno-kolonik fistül ve intestinal malabsorbsiyon: Olgu sunumu ve sistematik inceleme
Chronic jejuno-colonic fistula and intestinal malabsorption due to multiple magnet ingestions: A case report and systematic review
Rahşan Özcan, Ali Ekber Hakalmaz, Ayşe Kalyoncu Uçar, Omer Beser, Senol Emre
PMID: 38738679  PMCID: PMC11154068  doi: 10.14744/tjtes.2024.50845  Sayfalar 361 - 369
Çocuklarda mıknatıs yutulması akut ve kronik dönemde ciddi komplikasyonlara yol açabilen bir durumdur. Amacımız çoklu mıknatıs yutma hikayesi olan ve geç dönemde jejuno-kolonik fistül, bağırsakta segmental volvulus, hepatosteatoz, renal kalkül saptanan bir olguda tedavi yaklaşımını sunmak ve mıknatıs yutulmasına bağlı oluşan intestinal fistüllerin özelliklerini saptamak için literatür taraması yapmaktır. Çocuk gastroenteroloji bölümüne iki yıldır aralıklı karın ağrısı, kusma ve ishal atakları ile başvuran 6 yaşındaki kız çocuğu Çölyak hastalığı, kistik fibrozis, enflamatuvar bağırsak hastalığı ve tüberküloz ön tanılarıyla araştırılmış, ancak etyoloji saptanamamıştı. Magnetik rezonans görüntülemede jejuno-kolonik fistül şüphesi olması nede-niyle çocuk cerrahisine konsülte edildi. Fizik muayenede akut batın bulgusu saptanmadı, hafif batın distansiyonu mevcuttu. Üst gis pasaj ve lavman opak grafisinde jejuno-kolonik fistül ve segmenter volvulus saptandı. Aile tekrar sorgulandığında, hastanın 2 yıl önce mıknatıs yuttuğu, 1-2 hafta içinde mıknatısların kendiliğinden dışarı atılması üzerine başka bir merkezde takibe son verildiği bildirildi. Volvulus ve geniş jejunokolonik fistül ne-deniyle cerrahi eksplorasyon yapıldı, segmenter volvulus düzeltildi ve jejuno-kolonik fistül onarıldı. Literatürdeki çalışmaları belirlemek için, PRISMA (Preferred Reporting Items for Systematic Reviews and Meta-Analyses) kılavuzlarına göre mıknatıs alımı ve gastrointestinal fistül hakkında ayrıntılı bir araştırma yapıldı. Akut dönemde bulgu vermeyen, akut batın tablosuna yol açmayan 55 olgu (44 makale) saptandı. Olguların 29’unda mıknatısın yutulma zamanı bilinmiyordu. Yabancı cisim yutma zamanı bilinen 26 olguda fistül saptanma zamanı ortalama 22,8 gün (1-90 gün) idi. Kırkyedi olguda laparotomi ile fistül onarımı yapılmıştı. Çocuklarda mıknatıs yutulması sonrası asemptomatik olguların varlığı, akut ve kronik dönemde intestinal fistüllerin oluşabileceği unutulmamalıdır.
Magnet ingestion in children can lead to serious complications, both acutely and chronically. This case report discusses the treatment approach for a case involving multiple magnet ingestions, which resulted in a jejuno-colonic fistula, segmental intestinal volvulus, hepa-tosteatosis, and renal calculus detected at a late stage. Additionally, we conducted a literature review to explore the characteristics of intestinal fistulas caused by magnet ingestion. A six-year-old girl was admitted to the Pediatric Gastroenterology Department pre-senting with intermittent abdominal pain, vomiting, and diarrhea persisting for two years. Initial differential diagnoses included celiac disease, cystic fibrosis, inflammatory bowel disease, and tuberculosis, yet the etiology remained elusive. The Pediatric Surgery team was consulted after a jejuno-colonic fistula was suspected based on magnetic resonance imaging findings. The physical examination revealed no signs of acute abdomen but showed mild abdominal distension. Subsequent upper gastrointestinal series and contrast enema graphy confirmed a jejuno-colonic fistula and segmental volvulus. The family later reported that the child had swallowed a magnet two years prior, and medical follow-up had stopped after the spontaneous expulsion of the magnets within one to two weeks. Surgical intervention was necessary to correct the volvulus and repair the large jejuno-colonic fistula. To identify relevant studies, we conducted a detailed literature search on magnet ingestion and gastrointestinal fistulas according to the PRISMA (Preferred Reporting Items for Systematic Reviews and Meta-Analyses) guidelines. We identified 44 articles encompassing 55 cases where symptoms did not manifest in the acute phase and acute abdomen was not observed. In 29 cases, the time of magnet ingestion was unknown. Among the 26 cases with a known ingestion time, the average duration until fistula detection was 22.8 days (range: 1-90 days). Fistula repairs were performed via laparotomy in 47 cases.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
10.
Tır altında ezilme sonrası büyük bir travmatik hemipelvektomi defektinin yönetimi: bir olgu sunumu
Management of a large traumatic hemipelvectomy defect following a truck crush injury: a case report
Mutluhan Temizsoy, Ahmet Hamdi Sakarya
PMID: 38738677  PMCID: PMC11154070  doi: 10.14744/tjtes.2024.64226  Sayfalar 370 - 373
Bu olgu sunumu, yüksek mortalite oranına sahip nadir ve yıkıcı bir yaralanma olan travmatik hemipelvektominin yönetimine ışık tutmaktadır. 12 yaşında erkek hasta araç dışı trafik kazasında meydana gelen bir degloving yaralanması nedeniyle dış merkezde sağ alt ekstremite amputasyonu ve sağ hemipelvektomi geçiren geçirdi. Sağ pelvik ve suprapubik bölgedeki doku defekti dış merkezde posterior bazlı ezilmiş fasyakutanöz flep ile acil re-konstrükte edilmişti ve hasta nekrotizan fasiit olasılığı ile hastanemiz çocuk yoğun bakım ünitesine sevk edildi. Geniş spektrumlu antibiyotik başlandı ve sepsis gelişimini önlemek için seri debridmanlar yapıldı. Son olarak, bel, karın, gluteal ve kasık bölgelerindeki 60x25 cm'lik defekt rekonstrüksiyonu için kısmi kalınlıkta deri grefti seansları ve pediküllü anterolateral uyluk flebi kullanıldı. Sorunsuz iyileşme gösteren hasta, yürüteç yardımıyla mobilize oldu ve kazadan 22 hafta sonra sağlıklı bir şekilde taburcu edildi. Bu vaka raporu, travmatik hemipelvektomi sonrası hayatta kalmayı sağlamaya yö-nelik, sepsisi önlemek için seri debridmanların, negatif basınçlı vakumlu pansuman değişikliklerinin, debridman ile alınan kültürler sonucunda geniş spektrumlu antibiyotiklerin başlanmasının ve defektin mümkün olan en kısa sürede kapatılmasının önemini vurgulamaktadır. Ölüm oranlarını en aza indirmek ve sonuçları optimal hale getirmek için tartışılan yöntemlere aşina olmak bu nadir yaralanmada önemli hale gelmektedir.
This case report explores the management of a traumatic hemipelvectomy—a rare and devastating injury characterized by a high mortality rate. The patient, a 12-year-old male, suffered right lower extremity amputation and right hemipelvectomy due to a deglov-ing injury from a non-vehicle-related accident at another institution. Initially, an urgent reconstruction of the right pelvic region and suprapubic tissue defects was performed using a posterior-based fasciocutaneous flap. Following this, the patient was transferred to the pediatric intensive care unit at our hospital with a suspected diagnosis of necrotizing fasciitis. Treatment included broad spectrum antibiotics and multiple debridements to avert the onset of sepsis. Eventually, reconstruction of a 60 x 25 cm defect covering the lower back, abdomen, gluteal, and pubic regions was achieved through serial split-thickness skin grafts and a pedicled anterolateral thigh flap. The patient made a remarkable recovery, regained mobility with the aid of a walker, and was discharged in good health 22 weeks after the initial accident. This case report underscores the importance of serial debridements in preventing sepsis, the use of negative pres-sure vacuum dressing changes, the initiation of broad-spectrum antibiotics based on culture results during debridements, and prompt closure of the defect to ensure survival after traumatic hemipelvectomy. Familiarization with the principles discussed here is crucial to minimizing mortality rates and optimizing outcomes for this rare injury.
Makale Özeti | Tam Metin PDF